20 Aralık 2018

121. Ghost Stories

Doğaüstü olayların varlığından şüphe duymasıyla ünlü bir profesör, açıklanamayan üç olayla ilgili bir dosyaya ulaşıyor ve olayların geçtiği mekanları ziyaret ederek bunları teker teker araştırmaya başlıyor. İngiliz aktör Andy Nyman'ın, Jeremy Dyson ile birlikte hem yazıp hem de yönettiği, üstüne bir de başrolde oynadığı Ghost Stories adı üzerinde üç hayalet hikayesini anlatıyor. Bu üç hikaye ilk başta birbirinden bağımsız gibi görünse de filmin sonunda elbette yollar bir yerde kesişiyor. Tek tek hikayelere bakıldığında aslında filmin oldukça ürkünç ve etkileyici olduğu söylenebilir. Ancak sondaki çözümleme (spoiler vermeyeyim) sanki bütün o etkiyi silip atıyor ve "e biz şimdi boşuna mı korktuk" dedirtiyor. O talihsiz finalle birlikte, o ana kadar izlenilen tüm sahnelerin altı birden bire boşalıyor ve seyirci kendini aldatılmış hissediyor. En azından ben öyle hissettim.

Benim Notum: 6 / 10

18 Aralık 2018

120. Madeline's Madeline

Bir modern tiyatro topluluğunda rol alan 16 yaşındaki Madeline, bir yandan da ağır bir depresyonla mücadele etmektedir. Tiyatronun hırslı yönetmeninin Madeline'in annesi ile problemli ilişkilerini oyundaki performansa yansıtma çabaları çok iyi sonuçlar doğurmayacaktır. Josephine Decker'ın bu sene Sundance Film Festivalinde görücüye çıkan filmi tam bir Amerikan bağımsız sineması örneği. Aslında başroldeki Madeline'i canlandıran Helena Howard çok parlak bir iş çıkartıyor, bu genç kızın ismini eminim ileride çok duyacağız. Filmin ruhsal rahatsızlıklar konusuna cesur yaklaşımı da takdire değer. Ancak yönetmenin herşeyi sanki bir rüyadaymış gibi anlatma tarzı filmi izlemeyi zorlaştırıyor. Sürekli çok yakın plan çekimler, odağı kaymış bulanık görüntüler bir süre sonra yorucu olmaya başlıyor. Decker'in abartılı yönetmenlik numaraları, hikayeyi anlatma yönünde etkili bir araç olmaktan ziyade, dikkat dağıtıcı bir unsura dönüşüyor.

Benim Notum: 6,5 / 10

16 Aralık 2018

119. Lazzaro Felice

Filmin açılışında İtalya'da tütün çiftçiliği ile uğraşan küçük bir köy ile tanışıyoruz. Ancak bu köyde bir gariplik var: köyün sakinleri aşırı fakir, örneğin 20 kişi tek bir çatı altında yaşıyor, neredeyse yatacak yerleri yok. Ayrıca çok da cahiller, okuma yazma bile bilmiyorlar. Dünyanın sekizinci büyük ekonomisi İtalya'da böyle bir yerleşim yeri nasıl olabilir sorusu takılıyor aklımıza önce. Sonra filmin biraz gerçeküstü öyküsü açılmaya başlıyor: yıllar önce bir sel nedeniyle dış dünya ile bağlantısı kopan bu dağ köyünde, meğer bir toprak ağası yıllardır köylüleri sömürmekteymiş, onları boğaz tokluğuna çalıştırıp hasat edilen tütünün ticaretini yapmaktaymış. Hikaye daha sonra köylüler arasında yaşayan Lazzaro adlı aşırı saf, ama çok iyi kalpli, neredeyse aziz gibi bir gence odaklanıyor. Filmin ikinci yarısında Lazzaro'nun yine bazı doğaüstü olaylar sonucunda köyünden ayrılmasını ve büyük şehirde başına gelenleri izliyoruz. Alice Rohrwacher'ın en son Cannes Film Festivalinde en iyi senaryo ödülünü alan filmi değişik bir modern masal.  Rohrwacher, sosyal adaletsizliğin hüküm sürdüğü bir dünyada, bir insanın sadece saflık ve katıksız iyilikle nereye kadar gidebileceğini sorguluyor. Yönetmenin metaforlarla anlatım merakı (kurtlar vesaire) zaman zaman tempoyu düşürse de, ilgiye değer bir Avrupa filmi.

Benim Notum: 7 / 10 

14 Aralık 2018

118. The Other Side of the Wind

Orson Welles, Avrupa'da geçirdiği 25 yıllık sürgün hayatının ardından 1970 yılında tekrar Amerika'ya gelir ve "geri dönüş projem" dediği The Other Side of the Wind üzerinde çalışmaya başlar. Filmin sancılı çekim süreci aradaki duraklamalarla birlikte 1976'ya, sonrasındaki post-prodüksiyon çalışmaları ise 1980'e kadar sürer. Yasal ve finansal birçok engele saplanıp kalan Orson Welles filmi tamamlayamaz ve 1985'te geçirdiği kalp krizi sonucu hayata veda eder. Geriye de kurgu çalışmaları yarım kalmış yaklaşık 100 saatlik görüntü ve filmin nasıl olması gerektiği ile ilgili çeşitli notlar bırakır. Ölümünden sonraki yıllarda filmle ilgili hakları elinde bulunduran Welles ailesi yüksek telif hakları isterler. En sonunda 2017 yılında Netflix ile anlaşmaya varılır ve yönetmenler Wes Anderson (Grand Budapest Hotel) ve Noah Baumbach önderliğinde film tamamlanır. Yani sonuç olarak tamamlanması 47 yıl süren bir projeden söz ediyoruz.

Buraya kadar kağıt üzerinde herşey çok güzel, ilginç; yirminci yüzyılın en önemli sinemacılarından birinin son işini izleyebilmek heyecan verici, tamam. Ama öte yandan önümüzdeki son ürün öylesine izlemesi zor, tek kelimeyle ifade etmek gerekirse öylesine "tuhaf" bir şey ki... Benim çocukluğumda babamın 8mm'lik bir kamerası vardı. O kamerayla yapılmış, genelde aile gezilerini içeren ikişer üçer dakikalık kopuk kopuk çekimleri arka arkaya izlerdik. Bu filmi izlerken o çekimleri hatırladım. The Other Side of the Wind, başı sonu belli olan bir hikayeden ziyade, yönetmenin farklı anlatım teknikleri arasında gezindiği aşırı stilize bir egzersiz gibi. Orson Welles, filmin (bana 20 saat gibi gelen) 2 saatlik süresi boyunca, farklı çerçeve oranları ve renk paletleri arasında gidip geliyor. Bunu yaparken Antonioni'den Godard'a o dönemin özellikle Avrupalı sinemacılarına göndermeler hedefleniyor, onu anladık da, keşke gönderme yapacağım derken bize bu kadar işkence çektirmeseymiş. Sadece ve sadece iflah olmaz sinefillere ve fakültelerin sinema bölümü öğrencilerine... 

Benim Notum: 4 / 10     

12 Aralık 2018

117. Bizim İçin Şampiyon


Ne yalan söyleyeyim filmin ismi biraz talihsiz, hiç "aman gideyim şu filmi göreyim" isteği uyandırmamıştı bende. Ama iyi ki de gitmişim. Bizim İçin Şampiyon öncelikle çok yüksek prodüksiyon kalitesi ile dikkati çekiyor. Bütün o yarış sekansları, drone çekimleri, doğa görüntüleri filan birinci sınıf. Biz bu tür yarış sahnelerini Hollywood yapımlarında görmeye alışmıştık, örneğin 2000'li yıllardan hemen akla Seabiscuit ya da Secretariat geliyor. Bu filmdekiler onları hiç aratmıyor, hatta belki heyecan unsuru bakımından biraz üzerine bile çıkıyor. Bir kere zaten yelelerini rüzgarda uçura uçura dörtnala koşan bir atın görüntüsü sinema diline son derece uygun bir imge. Ama tabii layıkıyla çekebilmek şartıyla. İşte daha önce hiçbir filmini izlemediğim, Dokuz Eylül Üniversitesi mezunu (demek ki hemşerim) yönetmen Ahmet Katıksız ve görüntü yönetmeni Serkan Güler bu güzel malzemeden nefes kesen çekimler çıkarmayı başarmışlar. Çok zengin bir görselliği, çok iyi bir işçiliği var filmin.

Film 90'lı yıllarda hipodromlarda fırtına gibi esen Bold Pilot adlı efsanevi İngiliz tayını ve asıl önemlisi onun çevresindeki insanları, jokey Halis Karataş'ı ve yetiştirici Atman ailesini anlatıyor. Elbette Halis Karataş'ın "patronun kızı" Begüm Atman’la yaşadığı büyük aşk da filmin duygusal eksenini oluşturuyor. Benim gittiğim seansta salonun çoğunluğu 45 yaş üstü izleyicilerden oluşuyordu. Belli ki gençlikleri Bold Pilot'ı takip ederek geçen bu kitle o asil ata son bir kez saygılarını sunmak istemişlerdi. At yarışlarına karşı hiçbir zaman özel ilgim olmadı ama, bu filmde Bold Pilot’ı ve onun gerilerden gelerek kazandığı yarışları izlerken sinemada "hadi oğlum, hadi oğlum" diye ayağa kalkmamak için kendimi zor tuttum. Filmin "kaybedeceğini bilsen bile mücadeleyi bırakmama" yönündeki mesajlarını da çok etkileyici buldum. Bizim İçin Şampiyon son dönemde popüler sinema türünde çekilen yerli yapımlar arasında bence en iyilerden biri. Emeği geçenlerin ellerine sağlık.

Not: Filmi izleyenler, anlatılanların gerçek olduğunu teyit etmek ve ağlamaya devam etmek için Bold Pilot ile ilgili şu kısa belgesele de göz atabilirler: Bölüm 1 , Bölüm 2

Benim Notum: 8 / 10

11 Aralık 2018

116. Blindspotting


Hapisten çıkan Collin (Daveed Diggs) bir yıllık şartlı tahliye süresinin son üç günündedir. Eğer bu üç günde de başını beladan uzak tutmayı başarırsa özgürlüğüne tam olarak kavuşacaktır. Gelgelelim çocukluk arkadaşı, fazla atarlı genç Miles (Rafael Casal) onun bu beladan uzak durma çabalarına limon sıkmak üzeredir. Carlos López Estrada'nın bu ilk uzun metraj filminde senaryoyu filmin iki başrol oyuncusu Daveed Diggs ve Rafael Casal yazmış. Bu nedenle izlediğimiz hikayenin otobiyografik olduğunu da düşünebiliriz. İki başrol oyuncusunun aynı zamanda senaryo yazarları olduğu bir durumu en son yıllar önce Matt Damon ve Ben Affleck'e Oscar kazandıran Good Will Hunting'de görmüştük.

Blindspotting, kentsel dönüşüm (Amerika'da bu dönüşüm işi bizdekinden biraz daha farklı uygulanıyor) ve ırkçılık üzerine söyleyecek sözleri olan cesur bir film. Toplumsal eleştiri ile komedi unsurlarını mükemmel bir şekilde harmanlayan yönetmen Carlos López Estrada övgüye değer bir iş çıkarmış. Başroldeki zenci aktör Daveed Diggs daha ön planda gibi görünse de, ben onun "zenci görünümlü beyaz" kankasını canlandıran Rafael Casal'ı daha çok beğendim.  

Benim Notum: 8 / 10



7 Aralık 2018

115. The Kindergarten Teacher


New York'ta yaşayan bir anaokulu öğretmeni Lisa, sınıfındaki çocuklardan birinde şiire karşı olağandışı bir yetenek farkediyor. Çocuğun yazdığı şiirlerin bir dahi seviyesinde olduğunu gören kendisi de şiire meraklı kadın, onun elinden tutmaya karar veriyor. Ama zamanla, ona yardım etme meselesini bir saplantıya dönüştürüyor ve üstüne vazife olmayan işlere kalkışıyor.

2014 yılı yapımı bir İsrail filminin yeniden çevrimi olan The Kindergarten Teacher'ı Sara Colangelo yönetmiş. Tıpkı kardeşi Jake gibi, bu tür arızalı tipleri canlandırmayı pek seven Maggie Gyllenhaal yine başarılı bir performans sergiliyor. Daha ilk bakışta canlandırdığı Lisa karakterinde bir şeylerin yerinde olmadığını hissediyorsunuz. Hikaye ilerledikçe yaptıklarını asla onaylamasanız dahi, onu anladığınızı düşünüyorsunuz. Filmin sonunda ise, tanımlaması zor bir hüzün duygusu kaplıyor ruhumuzu. Çok sade ama sıradışı bir senaryo ilgiyi hak ediyor.

Benim Notum: 7,5 / 10

6 Aralık 2018

114. Private Life

Tamara Jenkins'in 11 yıllık bir aradan sonra yönetmenliğe dönüş filmi Private Life, New York'ta yaşamakta olan 40'lı yaşlardaki evli bir çiftin kısırlık tedavisi sürecini anlatıyor. Oyuncu yönetimindeki ustalığı ile bilinen ve daha önce Savages ile Laura Linney'ye bir Oscar adaylığı kazandıran Tamara Jenkins bu kez de Paul Giamatti ve Kathryn Hahn'dan hayranlık uyandırıcı performanslar elde ediyor. Özellikle daha çok uyduruk komedi filmlerinde görmeye alıştığımız Kathryn Hahn içindeki cevheri asıl bu filmde ortaya çıkartıyor ve dramatik ağırlığı yüksek bir rolün altından başarıyla kalkıyor. Film içinde oldukça komik bazı sahneler ve parlak "one-liner"lar barındırsa da, özellikle sonlara doğru dram yönü daha ön plana çıkıyor. Kendisi de zamanında kısırlık tedavisi görmüş olan Tamara Jenkins, tedavi sürecininin o sürece dahil olan herkese getirdiği maddi ve manevi ağırlığı çok başarılı bir şekilde ele almış.

Benim Notum: 7 / 10

5 Aralık 2018

113. Outlaw King

14. yüzyılda İngiliz kralı I.Edward'a karşı baş kaldıran İskoç Robert the Bruce'un bir bağımsızlık savaşını başlatma çalışmaları. İki sene önce dört dalda Oscar adayı Hell or High Water'da Teksas bozkırlarında dolaşan İskoç yönetmen David Mackenzie bu kez doğduğu topraklara geri dönüyor. Yine o filmdeki başrol oyuncusu Chris Pine'ı da yanında getiriyor. Outlaw King öncelikle başarılı görüntüleri ile dikkat çekiyor. Hemen açılıştaki, dokuz dakikalık tek plan çekim "vay canına" dedirtiyor. İskoçya'nın gerek doğasını gerekse geleneklerini ekrana getirirken kullanılan sinematografi etkileyici. Çok fazla savaş sahnesi olmasa da, sondaki meydan muharebesi bölümü de iyi çekilmiş. Ama filmin eksikleri de yok değil: Öncelikle, kopuk kopuk ilerleyen olay örgüsü kurgu masasında çok zaman geçirilmiş gibi hissettiriyor. Filmin ilk halinin 4 saat olduğu bilgisi bu hissiyatın boşa olmadığını kanıtlıyor. Bazı sahnelerin başlaması ile bitmesi bir oluyor. Eğer ilerde bir "director's cut" versiyonu çıkarsa, eminim o çok daha başka bir film olacak.

İskoçların bağımsızlık savaşı denince akla Mel Gibson'lı Braveheart'ın gelmemesi imkansız. Chris Pine ne yazık ki bir Mel Gibson'ın karizmasına sahip değil. Film boyunca yüzünde aynı kalender ifade ile dolaşıp duruyor. Onun ruhsuz performansı, öykünün ana karakterine bağlanmamızı da zorlaştırıyor. Filmin kötü adamı Prens II.Edward'ı canlandıran oyuncu deseniz tam bir felaket. Sonuç olarak filmin hem kahramanı hem de kötü adamı duyguyu seyirciye geçirmede yetersiz kalınca, onların arasındaki mücadele de pek umurumuzda olmuyor doğrusu. Yine de Ortaçağ dekorlu savaş filmlerinden hoşlananlar beğenebilir.

Benim Notum: 6,5 / 10

4 Aralık 2018

112. Green Book


1960'lı yıllarda, New York'ta yaşayan İtalyan asıllı bir bar fedaisi ünlü bir siyahi piyanistin şoförlüğünü üstleniyor ve ırkçılığın had safhada olduğu güney eyaletlerindeki turne boyunca ona eşlik ediyor. Filme adını veren “Green Book” ise zencilerin o eyaletlerde yolculuk ederken geri çevrilmeden ya da dayak yemeden konaklayabilecekleri ve yemek yiyebilecekleri yerleri listeleyen kitabın adı. Gerçek olaylardan esinlenen film, ele aldığı meseleler itibarıyla iki sene önceki Octavia Spencer'lı Hidden Figures'ü hatırlatıyor (ki Spencer burada da yapımcı olarak karşımıza çıkıyor). Bir kez daha, Amerika'da daha sadece 60'larda, yani bu kadar yakın bir geçmişte yaşanan ırkçılığın ve nefretin boyutu insanı şaşırtıyor.

2017'de Moonlight ile Oscar alan Mahershala Ali, yeteneğini göstermesine çok daha fazla imkan veren bir rolde parlıyor ve Oscar'a yine göz kırpıyor. Kendisini True Detective dizisinin Ocak ayında başlayacak yeni sezonunda başrolde izlemek için sabırsızlanıyoruz. Belli ki bir yandan bu film, bir yandan dizi derken 2019 Ali'nin senesi olacak. Bir zamanlar Yüzüklerin Efendisi'nin Aragorn'u olarak tanıyıp sevdiğimiz Viggo Mortensen ise epeyce kilo alarak hazırlandığı Tony Lip rolünde belki de kariyerinin en iyi performansını sergiliyor.

Bu arada bu güzel filmi İzmir'de sadece tek bir salonda ve üstelik o tek salonda da günde sadece iki seansta gösterime sokma vizyonsuzluğu kime aittir, film şirketine mi, sinema işletmecilerine mi, bilemiyorum. Birçok dalda Oscar'a aday olduğunda hatalarını anlayıp, yeniden gösterime sokacaklar, orası kesin de, o vakte kadar beklemek istemiyorsanız biraz emek harcamanız gerekecek. Ama kesinlikle değer. (25 Şubat'ta gelen EDIT: Green Book En İyi Film Oscar'ını aldı)

Benim Notum: 8 / 10

3 Aralık 2018

111. The Guilty


Ben böyle deneysel projeleri seviyorum: The Guilty'nin tamamı tek bir odada ve -birkaç saniye görünen diğer figüranları saymazsak-  tek bir aktör ile geçiyor. 112 acil yardım servisinde görevli polis memuru Asger (Jakob Cedergren), kaçırılan bir kadından bir yardım çağrısı alıyor. Zamana karşı bir yarışa giren Asger, telefon başında geçen 85 dakika boyunca hem olayın içindeki kişileri hem de polis arkadaşlarını arayarak kadını kurtarmaya çalışıyor. 

Beş yıl önce Halle Berry'nin başrolde oynadığı, benzer bir konuyu ele alan The Call diye yavan bir film vardı. O filmin yapmak isteyip de yapamadıklarını The Guilty mükemmel bir şekilde başarıyor.  2018 Sundance Film Festivalinde seyirci ödülü alan, yıl boyunca birçok prestijli festivalden de ödüllerle dönen filmde tüm gerilimi telefondan duyduğumuz seslerle yaşıyoruz. Ama o  da ne gerilim!.. Film izleyiciye sanki bir kitap okuyormuşcasına olayları kafasında canlandırma imkanı tanıyor. Yönetmen Gustav Möller tansiyon yaratmak için illa bir şeyleri görmemizin gerekli olmadığını ispat ediyor. Hatta bazen görmediğimiz, ama hayalimizde canlandırdığımız tablolar daha korkunç olabiliyor.  Elbette başroldeki Jakob Cedergren'in etkileyici performansı ve akıllıca yazılmış virajlarla dolu bir senaryo bu gerilimin sağlanmasında en büyük katkıyı sağlıyor. Filmin ses efektlerinden sorumlu kişi de özel bir tebriği hak ediyor. The Guilty, ilk dakikasından finale dek kendini ilgiyle izleten, perdedeki öyküden bir an olsun kopmadığınız başarılı bir psikolojik gerilim.

Benim Notum: 8 / 10

30 Kasım 2018

110. Christopher Robin


Yüz Hektar Ormanından ayrıldıktan yıllar sonra bir yetişkin olarak karşımıza çıkan ve artık gayet meşgul bir iş adamı olan Christopher Robin, bazı tesadüfler sonucu çocukluk arkadaşı Winnie the Pooh ile yeniden karşılaşıyor. Çocukluktan ebeveynliğe geçiş sürecinde Christopher Robin o eski hayalperestliğini kaybetmiş, hırs küpü ama mutsuz bir bordro mahkumu olmuş. Aradan seneler geçmesine rağmen hala tüm saflığını koruyan iyimser oyuncak ayımız Pooh, ekibin diğer üyeleri Tigger, Piglet ve İyor ile birlikte Christopher'ın hayattaki  asıl önemli şeyleri yeniden keşfetmesine yardımcı oluyor.  

Bu fantastik masalı elbette çocuklar da severek izler, ama verdiği mesajlar dikkate alındığında Christopher Robin sanki daha çok hayat koşuşturmacası içinde kaybolup gitmiş yetişkinler için yapılmış bir film gibi duruyor. Hikayenin ana unsurları Steven Spielberg'in yıllar önceki Robin Williams'lı Julia Roberts'lı Hook filmine çok benziyor. Özellikle sevimli Poo'nun hayat ile ilgili kelime oyunları içeren felsefi gözlemleri çok eğlenceli ("people say nothing is impossible, but I do nothing every day"). İçindeki çocuğu öldürmek istemeyenler mutlaka izlemeli.

Benim Notum: 7,5 / 10


29 Kasım 2018

109. The Ballad Of Buster Scruggs


Netflix sinema izleme alışkanlıklarımızı değiştirmeye devam ediyor. Ben de yıllarca "film sinemada izlenir" ilkesinin bayraktarlığını yaptım ama, görünen o ki değişen zamanlara ayak uydurmaktan başka çaremiz yok. Joel ve Ethan Coen kardeşlerin yeni filmi sinemalara gelmiyorsa ve sadece Netflix'te gösteriliyorsa, biz de mecburen evde izleyeceğiz.  

Coen biraderlerin son Venedik Film Festivalinde en iyi senaryo ödülü alan filmi Vahşi Batı'dan altı kısa öyküyü bir araya getiriyor. Bu altı öykünün her biri western filmlerinden aşina olduğumuz tanıdık bir temayı odağına alıyor. Örneğin bir bölümde ıssız bir kasabanın ortasında klasik bir düello sahnesi işlenirken, başka bir bölümde at arabaları ile kervan halinde göç eden ilk yerleşimciler konu ediliyor. Hikayelerin ortak özelliği Coen kardeşlere özgü bir kara mizah duygusunun sürekli ön planda olması. Hınzır bir senaryo en dramatik olması gereken anlarda dahi suratımıza bir gülümseme yerleştirmeyi başarıyor. Silahlı çatışma sahnelerindeki oldukça kanlı şiddet de erken dönem Coen filmlerini (Blood Simple, Fargo, vb.) hatırlatıyor. 

The Ballad Of Buster Scruggs'ı izlerken ben epey eğlendim. Elbette bazı bölümler diğerlerinden daha iyi. Örneğin ben Tom Waits'li dördüncü bölümü (All Gold Canyon) ve Zoe Kazan'lı beşinci bölümü (The Gal Who Got Rattled) çok sevdim, altıncı ve son bölümü ise çok gereksiz buldum. Ama toplamına bakıldığında, özellikle Coen hayranlarını mest edecek ilginç bir western antolojisi.   

Benim Notum: 7,5 / 10   

28 Kasım 2018

108. Whitney


Altı sene önce, henüz 48 yaşındayken bir otel odasında ölü bulunan dünyaca ünlü şarkıcı Whitney Houston'ın hayatına samimi ve dokunaklı bir bakış. Touching the Void ve The Last King of Scotland gibi filmleriyle hatırladığımız İskoç yönetmen Kevin Macdonald'ın çektiği belgesel, Whitney'nin parlak sahne ışıklarının ardındaki yürek burkan öyküsünü, en yakınındaki kişilerin tanıklıklarıyla aktarıyor. Görüşmelerin ve videoların kronolojik bir akışla sunulması, yaşanan trajedinin gözlerimizin önünde oluşmasına fırsat veriyor. 

Kevin Macdonald'ın filmi klasik bir yaklaşımla genç yıldızın şöhret basamaklarını yavaş yavaş tırmanmasını anlatmakla vakit kaybetmiyor. Filmin daha 25. dakikası civarlarında Whitney Houston tüm dünyaca tanınan, şarkıları arka arkaya listelerde 1 numara olmuş, albümü milyonlar satan bir yıldız mertebesine ulaşıyor zaten. Film daha çok bundan sonrası ile ilgileniyor. Uyuşturucunun gencecik bir insanı nasıl yaşayan bir ölüye dönüştürdüğünü gösterirken, bir yandan da bu bağımlılığın sebeplerini araştırıyor. Filmi izlerken Whitney Houston'ın hayatının, yine birkaç sene önce belgeselini izlediğimiz Amy Winehouse ile ne kadar çok paralellikler içerdiğini düşündüm. Yine kızının şöhretinden faydalanmaya çalışan açgözlü bir baba, yine uyuşturucu ve yine çok genç yaşta yitip giden müthiş bir yetenek.

Benim Notum: 7,5 / 10    

26 Kasım 2018

107. Fantastic Beasts: The Crimes of Grindelwald

İki sene önceki ilk Fantastic Beasts filminde de senaryoyu zayıf bulmuş, ama 1920'lerin New York'unu yeniden yaratan göz alıcı prodüksiyon tasarımı ve Newt Scamander'ın çantasından çıkan tuhaf hayvanların sevimliliği hatrına o sürükleyici olmayan hikayeye katlanmıştım. Bu kez hem hayvanlar daha geri planda, hem de öykü ilkinden de daha ruhsuz. Bir lüzumsuz karakter enflasyonu ve alt öykü çorbası içerisinde kim kimin kardeşiydi, kim kimin babasıydı diye meraklanmamızı bekliyor J.K.Rowling. Ama bu sıkıcı hengamede bir süre sonra kimin ne olduğu da artık pek umurumuzda olmuyor doğrusu. Sadece Rowling'in dağınık senaryosu değil, David Yates'in tembel yönetmenliği de bu filmde artık dibe vurmuş. Abartmıyorum, film boyunca 7-8 kere esnedim. Çok da meraklısı olmadığım Harry Potter filmleri bile bunun yanında başyapıt gibi kalır. Sadece başarılı görsel efektler ve  Jude Law'un keşke daha fazla süre alsaydı dedirten Dumbledore performansı için 10 üzerinden 5.

Benim Notum: 5 / 10

23 Kasım 2018

106. Overlord

1944'te II.Dünya Savaşının sonlarına doğru Normandiya çıkarması ile başlayıp Paris'in kurtarılması ile biten bütün bir sürecin müttefik kuvvetler arasındaki kod adı Overlord Operasyonu imiş, bunu da bu film sayesinde öğrenmiş oldum. İşte bu harekat esnasında, bir Fransız köyüne saklanan bir grup Amerikalı asker, burada Nazilerin insanlar üzerinde deneyler yaptığı gizli bir laboratuarı ortaya çıkartıyorlar. Julius Avery'nin yönetiği film savaş filmi janrı ile zombi filmleri alt türünü birleştirmeyi deniyor. Açılıştaki paraşütçü taburunun yanan bir uçaktan atladığı 15 dakikalık nefes kesen harekat görüntüleri ile başlayan film, askerler köye yerleştikten sonra bir süre ayağını gazdan kesiyor. Bir evin içinde geçen ve "sen bi koşu köy meydanına git, başka askerler var mı bak", "şimdi sen de ilk giden arkadaşlarının peşinden git" gibi anlamsız konuşmalarla ve gidip gelmelerle geçen bu bölümde tempo iyice düşüyor. Neyse ki, ikinci yarıda Nazilerle çatışmaların başlamasıyla film yine toparlıyor. Bir diğer temel sorun da şu ki, zombi filmi olmaya soyunan bir filmde yeterince zombi yok. Sadece iki sahnede canavara dönüşmüş ve bir türlü öldürülemeyen bir adet zombi filmdeki iyi karakterin peşinden kovalıyor. Ama o sahnelerin de gerilimi yerinde, hakkını yemeyelim. Tıpkı açılıştaki tek plan çekilen uçaktan atlama sahnesi gibi, en sondaki yine tek plan çekilen yıkılan binadan kaçış sahnesi de "bunu nasıl çekmişler" dedirtiyor. Korkutucu bir zombi filmi olmaktan ziyade, iyi çekilmiş savaş sahneleri ile sınıfı geçen vasatın üzeri bir aksiyon Overlord.

Benim Notum: 7 / 10 

22 Kasım 2018

105. Widows


Liam Neeson'ın liderliğindeki dört kişilik bir hırsızlık çetesinin üyeleri bir soygun sırasında öldürülünce, onların soyduğu başka bir siyahi suç örgütünün patronu geride kalan eşlerin peşine düşüyor. Yönetmen en iyi film Oscar'ı almış "12 Years a Slave"in yönetmeni Steve McQueen, senaryo yazarı da "Gone Girl"ün yazarı Gillian Flynn olunca insan daha sinemaya giderken iyi bir şeyler bekliyor zaten. Ve Widows bu beklentiyi fazlasıyla karşılıyor. 

Öncelikle kadro: Filmin oldukça kalabalık oyuncu kadrosundaki herkes birinci sınıf iş çıkartmış. Elbette Viola Davis ya da Elizabeth Debicki gibi öne çıkan performanslar var, ama büyüklü küçüklü tüm roller için mükemmel casting tercihleri yapılmış. Örneğin geçen seneki Get Out'ta iyi adam olarak izlediğimiz Daniel Kaluuya bu kez insanın kanını donduran bir mafya elemanı portresi çiziyor. Kadrodaki her rol için "bu adamın/kadının hikayesini ayrıca izlemek isterdim" diye düşünüyorsunuz. Bu da başta oyuncuların sonra da senaryo yazarının mahareti. 

Steve McQueen çok ilginç çekim tercihleriyle mekan duygusunu başarılı bir şekilde seyirciye aktarıyor. Örneğin bir sahnede politikacı Colin Farrell fakir bir mahallede bir konuşma yapıyor ve sonrasında evine gitmek üzere yardımcısıyla birlikte arabaya biniyor. Bu sekansta biz bir yandan arabanın içindeki konuşmaları dinlerken, arabanın ön kaportasına monte edilmiş kamera, dört dakikalık yolculuk boyunca arabanın içini değil, çevreyi gösteriyor. Ve sadece dört dakikalık kısa bir yolculuk sonrasında, bakımlı çim bahçeleriyle ultra lüks malikanelerin olduğu mahalleye geliyoruz. Chicago'da birbirine komşu yaşayan toplum kesimleri arasındaki gelir uçurumu bundan daha çarpıcı anlatılamaz.

Widows bir soygun filminden ziyade, içinde soygun olan bir drama. Yönetmen Steve McQueen, soygun filmi alt türünü daha çok bir çerçeve olarak kullanmış, çerçevenin içine de günümüz Amerika'sından ırkçılık, şehirlerdeki artan suç oranı, politikacıların yozlaşmışlığı, kadına şiddet gibi ciddi temaları yerleştirmiş. Politik alt metinleri, anlatımı ve oyuncularıyla sağlam bir film.

Benim Notum: 8 / 10





19 Kasım 2018

104. Crazy Rich Asians


İki gün üst üste Uzak Doğu kökenli Amerikalıları odak noktasına alan romantik komediler denk geldi. Netflix filmi "To All The Boys"dan sonra, bu kez hem bütçe hem de hasılat bakımından çok daha büyük ölçekli bir yapım ile karşı karşıyayız. Crazy Rich Asians şimdiye kadar 240 milyon dolarlık bir gişe hasılatı yaptı ve Amerika'da bu senenin en çok izlenen filmlerinden biri oldu. 

Kevin Kwan'ın aynı adlı bestseller romanından sinemaya uyarlanan film, Çin asıllı New York'lu ekonomi profesörü Rachel Chu'nun, sevgilisi Nick'in ailesi ile tanışmak üzere Singapur'a gidişini ve orada geçirdiği yaklaşık bir haftayı anlatıyor. Singapur'a vardıklarında Rachel, Nick'in şehrin neredeyse yarısının tapusunu elinde bulunduran, inanılmaz zengin ("crazy rich") bir aileye mensup olduğunu öğreniyor ve önyargılı, katı bir anneye kendini kabul ettirmeye çalışıyor. Crazy Rich Asians, kalıplaşmış romantik komedi formüllerini kullansa da, çok yetenekli oyuncular ve senaryodaki birkaç küçük çalım sayesinde baştan sona keyifle izlenen bir filme dönüşüyor. İki saat boyunca önümüzden akıp geçen göz alıcı mekanlar, kostümler ve o leziz yemekler filmin cazibesini arttırıyor. İşin ilginç tarafı, bu spektaküler zenginlik ve şatafat görüntüleri önceleri seyirciyi tavlayan bir unsur olarak kullanıma sokulurken, film ikinci yarısında içi boş, duygusuz bir zenginliğin nasıl bunaltıcı ve rahatsız edici olabileceğini hissettiren tuhaf bir melankoli yaratmayı da başarıyor. Başroldeki Constance Wu ve Uzak Doğu sinemasında artık bir efsane olan Michelle Yeoh çok iyiler. İlk bakışta sinir bozucu olacakmış gibi görünen bir tipe sahip rap şarkıcısı Awkwafina ise senaryoya büyük katkı sağlıyor ve filmin en komik anlarına imza atıyor. Tam bir Cumartesi akşamı evde eşinizle ya da sevdiceğinizle birlikte izlenebilecek  tarzda, kalbinizi ısıtacak sevimli bir romantik komedi ("evde" diyorum, çünkü sinemalarda vizyona girmeyecek).

Benim Notum: 7,5 / 10

18 Kasım 2018

103. To All the Boys I've Loved Before

16 yaşındaki Lara Jean, asıl hoşlandığı oğlanın ilgisini çekebilmek için okuldaki başka bir çocukla numaradan çıkmaya başlıyor. Önce karşılıklı anlaşma şeklinde başlayan bu düzmece beraberlik bir süre sonra duygusal bir boyut kazanıyor. Amerikalı yazar Jenny Han'ın aynı adlı kitabından uyarlanan ve Netflix tarafından çekilmiş bir ergen romantizmi hikayesi. Çok düşük beklentilerle izlemeye başladığım ama karakterlerin sempatikliği ve senaryonun kıvraklığı sayesinde sonuna kadar ilgimi ayakta tutmayı başaran şirin bir film olmuş. Yine bir Netflix dizisi olan 13 Reasons Why ile hemen hemen aynı evrende geçen, ama onun gibi depresif ve melodramatik olmayan eğlenceli bir yapım. Şans verilebilir.

Benim Notum: 7 / 10

17 Kasım 2018

102. The Miseducation of Cameron Post

1993 yılında geçen hikayemiz, eşcinsel eğilimleri ailesi tarafından fark edilen lise çağındaki Cameron adlı bir genç kızın Amerika'daki hıristiyan dönüştürme terapisi merkezlerinden (christian gay conversation camp) birine gönderilmesini anlatıyor. Yönetmen Desiree Akhavan’ın Emily M. Danforth'un romanından sinemaya uyarladığı film, bu sene LGBT dönüştürme merkezleri üzerine çekilmiş iki yapımdan biri (diğeri de Türkiye'de henüz gösterime girmeyen Boy Erased). Film gerçek bir olayı anlatmasa da, konu edilen merkezler 90'lı yıllarda Amerika'da gerçekten varmış. Dindar aileler çocuklarını bu merkezlere gönderip onları hem "tedavi" ettirmeye, hem de dindar hale getirmeye çalışırlarmış. Kendini yargılama, geçmişini silme ve dine sarılarak kendini kurtarma üzerine kurulu bu beyin yıkama programları elbette çocuklarda bir suçluluk duygusu yaratmaktan başka bir işe yaramıyor. Filmimizde anlatılan hikayede de öyle oluyor. "İyileşme"nin ne olduğunu anlamadan, kendilerinden nefret ederek iyileştirildiklerine inanan gençler, aslında hiçbir şeyin değişmediğini sonunda görüyorlar. Başroldeki Chloe Grace Moretz ve “American Honey”den tanıdığımız Sasha Lane, filmin genel havasına uygun, sade bir performans sergiliyorlar. Son derece düz bir çizgide ilerleyen senaryo, sanki daha derinlere gitme fırsatı varken böyle bir tercihte bulunmuyor ve film deyim yerindeyse başladığı gibi bitiyor. "Eh işte" denebilecek filmlerden.

Benim Notum: 6 / 10

16 Kasım 2018

101. Climax

Ta 2002'de Monica Belluci'li Irreversible ile seyirciyi sarsan Gaspar Noe 16 yıl sonra (vay be o kadar olmuş mu) benzer atmosferde bir film ile geri dönüyor. Hatta, tıpkı Irreversible'deki gibi filmin en sonunda çıkması gereken kayan yazılar ve bir görüntü en başta perdeye yansıyınca, acaba Noe yine hikayeyi geriye doğru mu anlatacak dedim, ama öyle değil, bu sefer akış kronolojik. Fransız dansçılardan oluşan bir grup gösterilerinin provasını yapmak üzere boş bir okul binasında buluşuyorlar. Önce bir parti havasında başlayan gece, içtikleri sangrianın içine bir ilaç atıldığını öğrendikten sonra bir toplu cinnet seansına dönüşüyor. Climax, aslında birbirinden kalın çizgilerle ayrılabilen üç ana bölümden oluşuyor. Birinci bölümde nefis bir dans sekansı ile açılışı yapıyoruz. Tek plan olarak çekilen ve üzerinde epey çalışıldığı belli olan bu bölümde kamera yukarı çıkıyor, aşağı iniyor, dansçıların arasında dolaşıyor ve o enerjiyi hiç kesintiye uğratmadan seyirciye yansıtıyor. İkinci bölümde dansçıları daha yakından tanıdığımız (ve aşırı 18+ bir içeriğe sahip) ikili üçlü sohbetleri izliyoruz. Son perde ise yine tek plan çekilen, kameranın sadece dans salonunda değil, binanın içindeki odalarda koridorlarda dolaşıp durduğu, kabusa benzer toplu çıldırma bölümü. Gaspar Noe'nun biçimsel denemelerinin, kamera hareketlerinin ilginç olduğunu düşünsem de, bu "ne yapsam da sınırları zorlasam, bir sansasyon yaratsam" motivasyonunu biraz fazla hesaplı kitaplı buluyorum. Climax iyi başlıyor ama giderek izlemesi zor bir hal alıyor.

Benim Notum: 6,5 / 10 

13 Kasım 2018

100. Bohemian Rhapsody

Arabasında hala Bohemian Rhapsody şarkısına kafa sallayan, elindeki sanal gitarı çalarken bağıra bağıra I Want To Break Free'nin tüm sözlerini baştan sona söyleyebilen büyük bir Queen hayranı olarak bu filmin mükemmel olmasını çok istedim. Bir senedir dönen fragmanlarını her izlediğimde heyecanlandım. Peki sonuç: Queen müzikleri ile iki saat geçirmek ne olursa olsun güzel deneyim. Ama Bohemian Rhapsody iyi bir film değil maalesef. Sanki birisi Queen'in wikipedia sayfasındaki bilgileri alıp, son derece basit bir giriş gelişme sonuç formatı uygulamış, arka plana da Queen'in Greatest Hits albümünü koymuş gibi. Filmin bir sahnesinde Freddie ve grup üyeleri bir plak yapımcısına müziklerinin nasıl basmakalıp ve geleneksel olmasını istemediklerini anlatıyorlar. Eh, Queen'in müziği asla öyle değildi ama onlar hakkında yapılan film ne yazık ki son derece klişe ve sıradan. Aslında yetenekli bir yönetmen diye bildiğimiz Bryan Singer (The Usual Suspects, X-Men) bir müzik yıldızının biyografi filmi reçetesindeki bütün kutucukları işaretlemiş. Gerçek hayattaki Freddie Mercury gibi sıradışı ve cesur olmak yerine, yüzeysel kalmayı ve güvenli sularda dolaşmayı tercih etmiş. Herkeslerin yerlere göklere sığdıramadığı Rami Malek'in performansını da ben fazla teatral, fazla ağdalı, fazla hırslı buldum. Yalnız filmin bir konuda hakkını vereyim, en sondaki Live Aid sekansı çok başarılı. Son 20 dakikaya gelene kadar 6 olan notum, 1985'teki Wembley konserini birebir yeniden canlandıran bu nefes kesici bölüm ile birlikte yarım puan arttı. Filmi izledikten sonra şuradaki gerçek Live Aid görüntülerine göz atanlar ne demek istediğimi daha iyi anlayacak.

Benim Notum: 6,5 / 10




11 Kasım 2018

99. Apostle

Endonezya yapımı The Raid filmleri ile tüm dünyada ciddi bir hayran kitlesine sahip olan (ki o filmleri ben de pek severim) yönetmen Gareth Evans'ın Netflix için çektiği Apostle, kız kardeşi bir tarikat tarafından kaçırılmış bir adamın izole bir adadan onu kurtarma çabalarını anlatıyor. Filmin ilk bir saatini kaplayan, tarikatın içine sızma bölümleri belli bir gerilim ve merak duygusunu uyandırmayı başarıyor. Evans'ın tekinsiz bir atmosfer yaratmadaki becerisi bu bölümlerde seyirciyi hikayeye bağlıyor. Ancak sonra doğaüstü güçlerin, cadıların filan devreye girmesiyle film bir suç geriliminden çıkıp, düpedüz korku filmi sularında seyretmeye başlıyor. Son yarım saatte ise, hikayeye hiçbir katkı sunmayan gereksiz aşırılıktaki şiddet sahneleriyle Hostel ya da Saw tarzı bir işkence pornosuna dönüşüyor. Bu son bölümde hikaye akışındaki kopukluklar da sanki proje biraz aceleye getirilmiş gibi hissettiriyor. Gareth Evans'ın The Raid filmlerinden sonraki işini merakla bekliyordum ama Apostle hevesimi kursağımda bıraktı diyebilirim.

Benim Notum: 6 / 10

10 Kasım 2018

98. American Animals


Sıradan hayatlarına bir heyecan katmak isteyen Kentucky'li dört üniversite öğrencisi bir soygun yapmayı planlıyorlar. Ama bu alıştığımız türde bir banka, müze, vesaire soygunu değil. Üniversite kütüphanesinde bulunan, Charles Darwin dahil bazı önemli bilim adamlarının çok nadir bulunan orjinal kitaplarını çalmak ve koleksiyonculara satmak üzere bir plan yapıyorlar. Ancak hepsi de iyi aile çocukları olan bu akılları bir karış havada gençler bol bol soygun filmi izleyerek bu işi kotarabileceklerine inanıyorlar, ve elbette yüzlerine gözlerine bulaştırıyorlar. 

Daha önce The Imposter adlı ilginç belgeseli ile tanıdığımız İngiliz yönetmen Bart Layton'ın çektiği film 2004 yılında gerçekten yaşanmış bir olayı anlatıyor. Genelde böyle gerçek yaşam hikayelerinde, gerçek hayattaki karakterler filmin sonunda şöyle bir görünürler. American Animals'da ise gerçek kişilerle yapılan röportajlar filmin aralarına serpiştirilmiş. Bu da filme bir yarı-belgesel havası katmış. Filmin son derece ilginç bir kurgusu da var: örneğin sahne geçişlerinde gerçek hayattaki kişi ile başlayan bir cümle, filmdeki oyuncunun repliğiyle devam edebiliyor. Bu geçişler biraz bu senenin başında izlediğimiz "I Tonya"yı da hatırlatıyor. Filmin düpedüz suç işleyen bu dört şaşkına sempati duymamızı isteyen ahlaki duruşunu biraz problemli bulsam da, Bart Layton'ın dinamik anlatımı ve "Reservoir Dogs"dan "Ocean's Eleven"a birçok filme yaptığı göndermelerle eğlenceli olmayı başaran iyi bir suç gerilimi. 

Benim Notum: 7,5 / 10



4 Kasım 2018

97. Müslüm



Müslüm Gürses'in bu topraklardan çıkan en iyi yorumculardan biri olduğunu, o henüz "Nişantaşı eliti" tarafından keşfedilmeden önce de söyleyenlerdenim. Başkalarından dinlemeye alıştığınız şarkıları bir de Müslüm Gürses yorumu ile dinlediğinizde onun o buğulu derin sesiyle aynı şarkıya nasıl bambaşka bir ruh kattığını görürsünüz. 2013'te henüz 59 yaşında vefat ettiğinde çok üzülmüştüm; kıymetini bilemediğimiz değerlerden biri olduğunu düşünürüm. İşte Hakan Kırkavaç (Ketche) ve Can Ulkay'ın yönettiği film, yeterince tanımayan milyonlara onu tanıtacak, bir anlamda bir vefa projesi olmuş. Milyonlar demişken, film daha ilk haftasında yaklaşık 1,5 milyon seyirci tarafından izlendi, toplam rakamın 5 milyona ulaşması bekleniyor. (Sonradan gelen edit: 5 milyonu geçti bile...)

Gerçek adıyla Müslüm Akbaş'ın geçmişinde zorluklar yaşadığını duymuştum ama bu kadar acı çektiğini bilmiyordum. Bu hayat hikayesini senaryo diye bir film yapımcısına verseniz "ya yok, dramı biraz fazla kaçırmışsınız, bir insanın başına bu kadar felaket gelemez" der. Ama izlediklerimiz gerçek. Müslüm Gürses'in gittiği "uzun ince yol" meğer çok keskin dikenlerle doluymuş. Filmde, acılarla yoğrulmuş bu hayat izleyiciye etkileyici bir şekilde aktarılıyor. Hayatın sillesini defalarca yese bile sakin kalabilmiş, acısını gizli yaşamış bir adamın hikayesi ciğerimizi delip geçiyor. Yalnız bazı sahnelerde ajitasyonun ayarının biraz kaçtığını düşünüyorum. Örneğin aile içi şiddet sahneleri bu kadar kör gözüm parmağına şeklinde değil de, daha üstü kapalı, daha ima ederek aktarılabilirdi. Hikaye akışında da bazı yerlerde kopukluklar var. Örneğin şarkıcılığının ilk yıllarında Müslüm kardeşi Ahmet'le birlikte yaşamaktayken, filmin ortalarında bir yerde Ahmet bir anda ortadan kayboluyor ve yaklaşık bir saat boyunca hiç görünmüyor. En sonda yapılan bir flashback'le üzücü gerçeği öğreniyoruz  öğrenmesine ama bu arada "Ahmet'e ne oldu" sorusu sürekli aklımızı kurcalayıp duruyor. Burada kurgu daha iyi yapılabilirdi.

Belli ki Timuçin Esen bu rol için çok iyi hazırlanmış ve çok emek vermiş. Müslüm Baba rolünü bir elbise gibi üstüne geçirmiş; birçok sahnede aktör Timuçin gözümüzden kayboluyor, sanki gerçekten Müslüm Gürses'in gençliğini izliyoruz. Ben Muhterem Nur'u oynayan Zerrin Tekindor'un performansını da çok beğendim. Onun senaryoya dahil olması ile birlikte film sanki bir seviye üste çıkıyor. Filmde gözlerimi daha çok yaşartan anların, yukarıda bahsettiğim ajitatif bölümlerden ziyade, Tekindor'lu sahneler olduğunu da söylemeliyim. Müslüm'ün ergenlik dönemini oynayan ve hiçbir oyunculuk tecrübesi olmayan Şahin Kendirci ise belki de filmin asıl sürprizi.

Melodram dozu bazen biraz aşırıya kaçsa da, büyük bir özen ve maharetle çekildiği belli olan, çok iyi oyunculuklarla duygusunu seyirciye geçirmeyi başaran, efsanenin anısına yakışır bir yapım Müslüm. 

Benim Notum: 7,5 / 10 

1 Kasım 2018

96. Mandy

Gözlerden uzak bir ormanda, sakin bir yaşam süren bir çiftin hayatı, bir gece evlerine baskın düzenleyen bir hippi tarikatı tarafından alt üst ediliyor. Eşi Mandy vahşice öldürülen Red (Nicolas Cage) testereli, baltalı aşırı kanlı bir intikam yolculuğuna başlıyor. Üç başlık aşağıda "Sorry to Bother You" için yazdığım yazıda, "daha önce gördüğünüz hiçbir şeye benzemiyor" demiştim; erken konuşmuşum. Panos Cosmatos'un filmi ateşlendiğiniz bir gecede gördüğünüz rüyalara benziyor, hatta kabuslara demek belki daha doğru. Filmin ilk yarım saati boyunca "bu ne deli saçması" diyerek filme direndim biraz. O dakikalarda notum 4,5 filandı. Ama sonra, izlediklerimde mantık ve gerçeklik aramayı bırakıp, kendimi Cosmatos'un halüsinatif  dünyasına bıraktım, o kırmızı renklere ve rahmetli Jóhann Jóhannsson'un büyülü müziklerine teslim oldum. Ve tuhaf bir şekilde kendimi sonuna kadar filmi ilgiyle izlerken buldum. Artık kariyerinin sonlarına geldi dediğimiz Nicolas Cage, filmin grindhouse havasına çok uygun bir seçim olmuş. Bu "kafası iyi" film seyirciyi ikiye bölecek, kimi nefret edecek, kimi bir kült film mertebesine yükseltecek. Ben ortalarda bir yerdeyim. Yeni ve enteresan şeyler denemiş, dikkate değer bir film Mandy. Ama uyarımı da yapayım: herkese göre değil, ve kesinlikle 18+.

Benim Notum: 7 / 10

31 Ekim 2018

95. Halloween

Film başlayıp da, daha ikinci dakikada perdede Haluk Bilginer görününce, önce "acaba yanlış salona mı girdik" diye düşündüm. Neyse sonra Michael Myers lafları filan geçti de hah tamam dedim. Sinemaya gitmeden önce oyunculara detaylı bakmamıştım. Meğer bizim Haluk Bilginer filmde, hem de epey önemli bir role sahipmiş. Bu sanırım bir Türk oyuncunun bir Hollywood gişe filminde en uzun süre aldığı yapım olarak tarihe geçecek. Bilginer'e birazdan yeniden döneceğiz.

Halloween öncelikle yaşattığı nostalji duygusuyla dikkati çekiyor. Bu kez filmin yapımcılığını üstlenen orjinal Halloween'in yönetmeni John Carpenter ve başrol oyuncusu Jamie Lee Curtis, 40 yıl önceki ilk filmi hatırlatmak için ellerinden geleni yapmışlar. Filmin yönetmeni David Gordon Green olsa da birçok sahnede kulağına fısıldayan kişinin usta John Carpenter olduğu çok belli. Bir kere daha açılışta John Carpenter'ın o efsane müziğinin piyano tınılarıyla film maça 1-0 önde başlıyor ("neydi o müzik" diyenler şuraya tıklayabilir). Sonrasında da özellikle Cadılar Bayramı gecesindeki sahneler 80'ler "teen slasher" tür sinemasının bütün klişelerini ardı ardına sıralıyor. Bu janrın öncüsü olan bir filmin yeniden tanıdık sularda dolaşması hoş görülebilir. Ancak filmin korku sinemasında yeni ufuklar açtığını, örneğin geçen seneki Get Out gibi türe taze bir soluk getirdiğini söylemek de zor. Bir de bu 80'ler slasher filmlerinde hep göze batan bir aksaklık vardı, perdedeki karakterler sürekli yanlış tercihler yaparlar, mantıksız kararlar alırlardı; örneğin açmamaları gereken bir kapağı açmak, girmemeleri gereken bir odaya girmek gibi. 2018 model Halloween 80'leri yeniden yaşatırken maalesef bu kusuru da beraberinde almış getirmiş. Bu filmde de Michael Myers'ın kurbanları benzer şaşkınlıkları yapıp duruyorlar. Haluk Bilginer'in canlandırdığı doktor karakteri de çok iyi yazılmamış. Doktorun bazı eylemlerinin nedeni tam anlaşılamıyor, anlaşılsa da pek inandırıcı gelmiyor. Sonuç olarak, orijinal filme, hikayeye ve karakterlere saygıda kusur etmeyen, Carpenter hayranlarını memnun edecek ama geçmişi yad etmekten öte yeni bir şey sunamayan bol kanlı bir korku / gerilim filmi yeni Halloween.

Benim Notum: 6,5 / 10  

28 Ekim 2018

94. First Man

Bilim-kurgu filmleri sağolsun, artık uzay yolculuğu kavramını çok basit bir işlem gibi görüyoruz. Sanıyoruz ki astronotlar sabah evde kahvaltılarını yapıyor, sonra da uzay araçlarının kokpitine kurulup aya gidiyorlar. Whiplash ve La La Land'in Oscar'lı yönetmeni Damien Chazelle'in yeni filmi First Man bu işlerin o kadar kolay olmadığını anlatıyor. Film aya yolculuk ilgili sahnelere en sonda kısıtlı bir zaman ayırırken, asıl ağırlığı bu projenin hazırlık aşamasına ve yapılan fedakarlıklara veriyor. Bunu yaparken de aya ilk ayak basan insan Neil Armstrong'un aile yaşamına ve özellikle de yaşadığı bazı travmaların onu nasıl etkilediğine odaklanıyor. Bu, birkaç sene önceki Gravity misali, görsel efektlerin ön planda olduğu gösterişli bir bilim-kurgu aksiyonu değil. Aile içi ilişkilere önem veren, örneğin bir akşam yemeği sırasında Armstrong'un oğluna görevin tehlikelerini anlattığı sahne gibi dramatik anlar içeren sakin bir film. Yalnız Ryan Gosling'in bilinçli olarak sergilediği duygusuz ve soğuk Neil Armstrong yorumu bence hikayenin aleyhine işliyor. Armstrong mu gerçek hayatta böyle depresifti, yoksa Gosling mi böyle ruhsuz yorumlamayı tercih etti bilemiyorum, ama sonuçta bu "mahkeme duvarı" durumunun filme duygusal olarak bağlanmayı olumsuz etkilediği kesin. Öte yandan, Damien Chazelle eğitim ve görevle ilgili sahnelerde yeniden ilgiyi toplamayı başarıyor. Chazelle mümkün olduğunca gerçeğe sadık kalmaya çalışmış. Örneğin aya iniş bölümünde Houston'la yapılan telsiz konuşmaları gerçek konuşma kayıtları. Apollo 11'de o daracık kabinlerdeki klostrofobik his başarıyla yansıtılmış. Filmi izlerken, binlerce kişinin yıllar boyunca emek verdiği, kan, ter, gözyaşı içeren bu muazzam proje ile ilgili ne kadar az şey bildiğimizi farkettim. First Man, duygusal yönden problemli, ama teknik açıdan mükemmel bir film.

Benim Notum: 7 / 10

27 Ekim 2018

93. Sorry to Bother You

Bir telefonla pazarlama şirketinde işe başlayan siyahi genç Cassius Green, bireysel davranıp kariyer basamaklarını tırmanmakla, düzene karşı çıkıp bir isyana liderlik etmek arasında bir seçim yapmak zorunda kalıyor. İlk filmini çeken Boots Riley'nin yönettiği filmin daha önce gördüklerinizden çok farklı olduğu kesin. Riley hem sahne geçişleri, hem de görsel tarz olarak pek alışılmamış bir yöntem izliyor. Örneğin çağrı merkezindeki Cassius bir müşteriye telefonla bağlandığında, birden yer yarılıyor ve masası konuştuğu müşterinin mutfağına düşüyor. Ya da ekrandaki oyuncu durup dururken yan tarafa doğru dönüp "o patatesin hepsini bitirecek misin" diyor ama yanında kimse yok; bir saniye sonra mekan değişiyor ve bu cümlenin restoranda geçen bir sonraki sahneye ait olduğunu anlıyoruz. Aynı zamanda senaryoyu da yazan Boots Riley delice bir kurgu eşliğinde kapitalizm, ahlak, iktidar, yolsuzluk, ekonomi ve çalışma hayatı gibi pek çok konuya değinmeye çalışıyor ama bunların tamamında başarıya ulaştığı söylenemez. Örneğin, "beyaz ses tonuyla konuşan zenci" esprisi o kadar uzun sürdürülüyor ki, bir süre sonra sinir bozucu bir hal alıyor. Sonda yarı insan - yarı at yaratıkların ortaya çıktığı o tuhaf bölüm ise Robert Rodriguez'in "From Dusk Till Dawn"unu hatırlatan "WTF!.." anları içeriyor. Filmin hem tematik bakımdan hem de anlatım stili olarak çok orjinal olduğunu kabul etmekle birlikte, Boots Riley'nin absürd tarzının benim zevkime çok hitap etmediğini söyleyebilirim. Bende daha çok bir öğrenci filmi etkisi yarattı.

Benim Notum: 6 / 10

25 Ekim 2018

92. A Star Is Born


Dördüncü kez sinemaya aktarılmış bir öykünün (hatta bizim Sezen Aksu'lu, Bulut Aras'lı versiyonu da sayarsanız beşinci kez) bizi hala bu kadar etkileyebilmesinin temel nedeni hiç şüphe yok ki oyunculuklar. Kariyerinde artık düşüşe geçmiş alkol bağımlısı bir country rock şarkıcısı ile şöhret basamaklarının henüz başındaki bir yükselen yıldızın nafile aşkını anlatan klasik hikayede Bradley Cooper ve Lady Gaga son derece inandırıcı kompozisyonlar çiziyorlar. Filmi izledikten sonra "acaba bu iki yıldız gerçek hayatta da sevgili olabilirler mi" diye internette araştırma yaparken kendinizi bulabilirsiniz. Aralarındaki kimya müthiş çünkü. 

Lady Gaga'ya da geleceğiz ama filmin merkezinde bence Bradley Cooper var. "Hangover'daki komik adam" olarak tanıdığımız Cooper kariyerinin en iyi performansında, hasarlı bir ruhu nüanslı bir oyunla, minimum kelime kullanarak büyük bir başarıyla canlandırıyor. Bradley Cooper filmin aynı zamanda yönetmenliğini de üstlenmiş. Gerçek hayatta son derece abartılı ve frapan sahne kişiliğine alıştığımız Lady Gaga ise Ally rolünde tam tersine alabildiğine doğal ve samimi bir performans sergiliyor. O aşırı makyajlı şeytani ucube gidiyor, karşımıza İtalyan bir ailenin ürkek kızı geliyor. Lady Gaga, Ally'nin kendine güvensiz bir garson kızdan ışıltılı bir yıldıza evrilişini şaşırtıcı bir gerçeklikle perdeye taşıyor. Film aynı zamanda sanatçının içindeki saflığı öldüren günümüz müzik endüstrisinin ezici dinamiklerine eleştiri getirmeyi de ihmal etmiyor.

Müzikler tartışmasız filmin cazibesini arttıran en önemli faktörlerden. Bir film için özel olarak yazılmış şarkılar dendiğinde, uzun zamandır  bu kadar iyileriyle karşılaşmamıştık. 24 Şubat 2019 gecesi Oscar töreni sahnesinde Lady Gaga ve Bradley Cooper'ı "Shallow"u söylerken canlı canlı izleyecek olmak şimdiden nabzımı yükseltiyor. Umarım ki en iyi şarkı Oscar'ının yanına birkaç heykelcik daha ekleyecekler. Oscar gecesini heyecanla beklerken, şimdilik şununla idare edelim. 

Benim Notum: 8,5 / 10

21 Ekim 2018

91. Mamma Mia! Here We Go Again

ABBA'nın tüm bilinen şarkıları ilk filmde kullanılınca, bu filme daha az bilinen melodiler kalmış. Hikaye de sanki ilk filmde şarkı sözleri ile daha bir organik bağa sahipti. Burada bazı sahneleri şarkıya uyduracağız derken zorlama bölümler oluşmuş (örnek: Waterloo, Fernando, vb..). Filmin afişine ve fragmanına Meryl Streep ismini koymak ise düpedüz seyirciye saygısızlık, çünkü Streep filmde neredeyse 2 dakika filan görünüyor. Gerçi o göründüğü kısacık bölümde "My Love, My Life"ı ABBA'dan da daha iyi bir yorumla söyleyip gözümüzü yaşartıyor, o ayrı (o da ne güzel bir şarkıdır).

On yıl sonra böyle bir devam filmine gerek var mıydı tartışılır. Karakter sayısı iki katına çıkıyor, ama hikaye ilk filme göre zayıf kalmış. Öte yandan tüm aksayan parçalara rağmen, o güneşli Yunan adasına geri dönmek ve nefis müziklerle nostalji yapmak insanı iyi hissettiriyor. Mini bir Cher konseri de cabası. "Feel good movie" denen türün sözlük karşılığına konabilecek, zararsız sevimli bir müzikal.

Benim Notum: 6,5 / 10

19 Ekim 2018

90. Leave No Trace

Filmin açılışında Oregon'daki bir ormanın içinde medeniyetten uzakta kamp hayatı yaşayan bir baba ve kızıyla tanışıyoruz. Will (Ben Foster) ve Tom (Thomasin McKenzie) sanki Survivor'daymışçasına yosun, mantar ve yeşil bitkileri pişirerek, yağmur sularını içerek yaşıyorlar. Kaldıkları yer bir milli park sınırları içinde olduğu için bir süre sonra polis tarafından yakalanıyorlar. Sosyal hizmetler kurumu onlara yaşayabilecekleri bir ev, babaya da bir iş ayarlıyor. Ama anlıyoruz ki, özellikle baba Will toplum içinde yer alma konusunda zorluklar yaşayan bir adam. Yerleşik hayata adapte olma çabaları sonuçsuz kalınca kızıyla birlikte yeniden kaçıyorlar.  Yedi yıl önce Winter's Bone filmi ile Jennifer Lawrence'ı sinema dünyasına kazandıran kadın yönetmen Debra Granik, yine az sözcük kullanarak karakterlerinin duygularını seyirciye aktarmayı başarmış. Granik seyircisine güveniyor ve onları kaşıkla beslemek yerine, bu sakin akan baba-kız öyküsünde bir takım detayları seyircinin izledikçe yakalamasını bekliyor. Örneğin babada ters bir şeyler olduğunu hissedebiliyoruz, ama onun geçmişindeki travmaları ancak filmi izledikçe yavaş yavaş anlıyoruz. Yani en baştan biri çıkıp bize onun hayat hikayesini anlatmıyor. Granik, bir babanın hakları ya da bir aileyi zorla topluma kazandırmanın gerekli olup olmadığı üzerine sorular ortaya atıyor. Ama bu meselelerin herhangi biri üzerinde açık bir tutum sergilemiyor, bunun yerine onları genel anlatının unsurları olarak sunuyor ve izleyicinin kendi kararlarını vermesine izin veriyor. Tecrübeli oyuncu Ben Foster ruhu hasarlı Will'i başarıyla canlandırıyor. Kızı rolündeki Yeni Zelandalı genç aktris Thomasin McKenzie'nin ismini de (tıpkı Jennifer Lawrence'da olduğu gibi) bundan sonra çok duyacağız. Leave No Trace, Debra Granik'ten yavaş ama samimi bir karakter çalışması.

Benim Notum: 7 / 10

17 Ekim 2018

89. Bad Times at the El Royale

Yağmurlu bir gecede, şehirden uzakta başka müşterisi olmayan bir otele dört yabancı giriş yapıyor. Önce farklı farklı fasıllar halinde her birinin geçmişini öğreniyoruz. Sonrasında kaçınılmaz olarak bu dört hikaye otelde birbiriyle kesişiyor. Böyle tek mekanda geçen hikayeler ve zaman içerisinde ileri-geri atlayarak ilerleyen kurgular dediğimizde şüphesiz aklımıza hemen Quentin Tarantino ve özellikle de onun son filmi Hateful Eight geliyor. Filmin yönetmeni -daha önce Cabin the Woods ile dikkatleri çeken- Drew Goddard yetenekli bir genç sinemacı olsa da, bir Tarantino değil ne yazık ki. Evet Tarantino flashback'ler kullanıyor, ama bunun zamanlamasını çok ustaca yapıyor ve aralara da çok nefis diyaloglar serpiştiriyor. El Royale'de olayları farklı karakterlerin bakış açısıyla anlatma fikri önce ilginç geliyor. Ancak Goddard bu flashback meselesini biraz abartıyor ve zaman zaman hiç gereksizken yapılan geriye dönüşler filmin temposuna zarar verir bir hal alıyor. Örneğin tam finalde nefesimizi tutmuş ne olacak diye beklerken, perdedeki karakterlerden birinin askerlik günlerine dönmek bütün heyecanı kaçırıyor. Ve film boyunca "bu ilginç hikayeyi Quentin Tarantino  çekseydi kimbilir ne lezzetli bir şey olurdu" düşüncesi aklımızı terketmiyor.

Benim Notum: 6 / 10

16 Ekim 2018

88. Incredibles 2


Disney Pixar ortaklığının yeni ürünü Incredibles 2, tam 2004 yılındaki ilk filmin bıraktığı yerden devam ediyor. İlk filmin de yönetmeni olan Brad Bird (Ratatouille, Mission: Impossible - Ghost Protocol) "neden 14 yıllık bir ara" sorusuna "sadece devam etmiş olmak için zorlama bir iş yapmak istemedim, Parr ailesi ile ilgili iyi bir hikaye oluşmasını bekledim" diye cevap veriyormuş. İyi ki de beklemiş. Genelde devam filmleri ilk filmin seviyesini koruyamaz ama bu, ilk Incredibles'dan da daha iyi bir film. Yönetmen Brad Bird'ün animasyonlar arasında bir de Tom Cruise'lu Mission Impossible filmi çekmiş olması sürpriz değil, çünkü aksiyon sahnelerini tasarlamakta ve uygulamakta çok usta bir isim kendisi. Bir animasyon olmasına rağmen Incredibles 2'deki aksiyon sahneleri birçok animasyon olmayan aksiyon filminden daha heyecanlı, daha nefes kesici. Pixar'ın artık alıştığımız gösterişli animasyonunun ve özellikle Jack-Jack'in sürüklediği komik sahnelerin yanı sıra, besteci Michael Giacchino'nun 60'ların ajan filmlerini hatırlatan ve bol nefesli çalgılar içeren harika müziği filmin ana unsurlarından biri olup çıkıyor.  Koşuşturmacanın durduğu anlarda, aile bireyleri arasındaki dinamikleri izlemek keyifli. Ayrıca filmin "süper kahramanlık da bir şey mi, asıl zor olan iyi birer anne-baba olmak" şeklinde özetlenebilecek mesajını da beğendim. Kötü adam karakteri ilk filmdeki Sendrom'a göre biraz zayıf kalsa da, ailece keyif alarak izlenebilecek eğlenceli bir yapım.

Benim Notum: 7,5 / 10

13 Ekim 2018

87. Tully

Zaten iki küçük çocuğunun dertleriyle yeterince bunalmış olan 40'ına dayanmış orta sınıf aile annesi Marlo, yeni bir bebek daha dünyaya getirince fiziksel ve ruhsal olarak iflas etme noktasına geliyor. Önce itiraz etse de, kardeşinin ısrarıyla bir bebek bakıcısını işe almaya razı oluyor. Genç, güzel ve coşkulu dadı Tully çerçeveye girdikten sonra, Marlo'nun hayatı gözle görülür şekilde değişiyor. Bu değişimler önce olumlu yönde giderken, sonraları işler biraz raydan çıkmaya başlıyor. Charlize Theron tıpkı yıllar önce Oscar aldığı Monster filminde yaptığı gibi, bu rol için de kendini özellikle çirkinleştirmiş ve tam 20 kilo almış. Senaryo yazarı Diablo Cody ve yönetmen Jason Reitman'ı Juno ve Young Adult filmlerinden sonra yeniden bir araya getiren film, temelde postnatal depresyon (doğum sonrası depresyonu) denilen bir rahatsızlığı odak noktasına alıyor. Genç dadı Tully ile tükenmiş anne Marlo arasındaki ilişkiler önceleri ilgi çekici bir mecrada seyrediyor. Ama sonra bu ikilinin diyalogları ve eylemleri tuhaflaşmaya başlıyor ve hatta sonlara doğru "olur mu canım öyle şey" noktasına kadar geliyor. Gerçi en sondaki ifşaat ile taşlar yerine oturuyor ve bu garipliklerin nedeni anlaşılıyor (spoiler vermeyeyim), ama o noktaya gelene kadar hikayenin inandırıcılığı oldukça zedelendiği için yeniden filme bağlanmak biraz çaba istiyor.

Benim Notum: 7 / 10

10 Ekim 2018

86. Thoroughbreds


Bu aralar arka arkaya ilk filmini çeken genç yönetmenlerin sürpriz başarıları ile mest oluyorum. Michael Pearce (Beast), Bo Burnham (Eighth Grade) ve Aneesh Chaganty'den (Searching) sonra, şimdi de Cory Finley, belki diğerlerinden de parlak denebilecek bir giriş yapıyor yönetmenlik kariyerine. Aynı mahallede yaşayan, ilk bakışta birbirinden çok farklı iki çocukluk arkadaşı genç kızın karanlık bir hedef uğruna yakınlaşmalarını anlatan Thoroughbreds, nefis bir kara mizah da içeren bir gerilim filmi. Başrollerdeki Anya Taylor-Joy ve Olivia Cooke'un başarılı oyunları filmin hipnotik havasına katkıda bulunuyor.

Hikaye aslında oldukça basit, ama yönetmen Finley kamera hareketleri, kaydırmalı çekimleri ve simetri kullanımı ile filmi bambaşka bir deneyim haline getirebiliyor. Henüz 28 yaşındaki bir yönetmenin böylesine kendine güvenli, denemelere açık ama ne yaptığını bilen bir tarz tutturması gerçekten şaşırtıcı. Örneğin filmin sonlarına doğru önemli bir sahnede, kamera çerçevenin ortasındaki karaktere doğru çok yavaşça zoom yaparken, etrafta neler olduğunu görmüyoruz, ama seslerden anlayabiliyoruz. Herkesin herşeyi göstermek için can attığı bir devirde, böylesine soğukkanlı ve bilerek kendini kısıtlayan bir stili uygulayabilmek çok cesurca. Bu ismi bir yerlere yazmalı: Cory Finley. 

Benim Notum: 7,5 / 10

8 Ekim 2018

85. Venom

Özellikle Amerika'da eleştirmenler bu son Marvel çizgi-roman uyarlamasını yerin dibine batırmışlar, ama ben kötü bulmadım. Bir kere, sadece Tom Hardy'nin varlığı bile filmi suyun üzerinde tutmayı başarmış. Ayrıca gazeteci Eddie Brock (Tom Hardy) ile vücudunu ele geçiren simbiyot arasındaki dinamikleri keyifle izledim. Film sona erdiğinde bu "ikili"nin bir sonraki maceralarını görmek isteyeceğimi düşündüm. Filmin sorunları yok mu, var elbette. Öncelikle, Brock/Venom dışında neredeyse bütün karakterler  çok kötü yazılmış ve çok kötü oynanmış. Kız arkadaşı canlandıran, dört kez Oscar'a aday olmuş Michelle Williams kariyerinin dip noktası olarak bu rolünü gösterebilir. Kötü adamı canlandıran televizyon dizileri ile meşhur olmuş Riz Ahmed de sanki hala bir televizyon projesinde mesai yapıyormuşcasına ruhsuz, sıkıcı. Ayrıca senaryo da yer yer biraz aceleye getirilmiş gibi. Örneğin, uzaylı organizma Venom beş dakika önce "dünyanızı yok edeceğiz" diye dehşet saçarken, bir çay içme süresi içinde kendi türünü satıp "Save the World" şarkısı söyleyen bir meleğe başlıyor. O geçiş nasıl oldu anlayamıyoruz.

Çizgi-romanın hayranları daha karanlık bir Venom beklentisi ile sinemaların yolunu tutmuş ve perdede gördükleri bu eğlenceli, esprili karakter yüzünden hayal kırıklığı yaşamış olabilirler. Ben çizgi-roman karakterine pek aşina olmadığım için öyle bir beklentim de yoktu. Evet, filmin genel düzeyi sanki biraz 90'lardan kalmış gibi hissettirse de, ben eğlendim. Tom Hardy'nin oyunu, Brock ile Venom'ın diyalogları ve nefes kesen bir arabalı takip sahnesi de içeren başarılı aksiyonu için izlenebilecek bir yapım.

Benim Notum: 6,5 / 10

7 Ekim 2018

84. Three Identical Strangers


1980 yılında 19 yaşındaki New Yorklu Bobby üniversiteye başlıyor. Daha ilk gününde, kampüste karşılaştığı insanların kendisine gülümsediğini ve "yaz tatilin nasıl geçti" diye sorduğunu görünce, önce "buradaki insanlar ne kadar sıcak kanlıymış" diye düşünüyor. Ancak herkesin ona "Eddie" diye hitap etmesi biraz kafasını karıştırıyor. Sonradan ortaya çıkıyor ki, doğumda annesinden ayrılan ve bir aileye evlatlık olarak verilen Bobby'nin meğer Eddie adında bir ikizi varmış ve o da başka bir aileye evlatlık olarak gitmiş. Bu iki kardeşin 19 yıl sonra birbirlerini tesadüfen bulmaları tabii olay oluyor ve gazeteye haber olarak çıkıyor. Asıl büyük sürpriz, David adında başka bir gencin gazetedeki haberi görmesiyle başlıyor. Haberdeki fotoğrafa bakan David "aa bunlar ne kadar da bana benziyor"  diyor ve diğerleri ile buluşmaya gidiyor. Evet bildiniz, kardeşler ikiz değil üçüzmüş. Daha önce sadece yerel basınla kısıtlı kalan haber, iş üçüze dönüşünce tüm ülke çapında patlıyor. Üçüzler haber bültenlerine, talk show'lara çıkıyor, dergilere kapak oluyor. Önceleri bu şan şöhretin tadını çıkaran, gençliğin de etkisiyle zevküsefaya kendilerini bırakan üçüzler, daha sonra ailelerinin araya girmesiyle neden doğumda birbirlerinden ayrıldıklarını araştırmaya başlıyorlar. Ve korkunç gerçekle yüzleşiyorlar. Seyir zevkinizi bozmamak için bundan sonrasını anlatmayayım, ne kadar az bilirseniz o kadar iyi, ama filmimiz asıl bu noktadan sonra başlıyor.

Bir hafta ara ile ikinci kez (ilki "Won't You Be My Neighbor" idi) belgesel sinemanın karşı konulmaz lezzetini yaşıyorum. İngiliz belgesel yönetmeni Tim Wardle kişiliğimizi oluşturan faktörler üzerine etkileyici bir yapıma imza atmış. Üçüzlerin inanılması zor ama gerçek hayat öykülerini aktarırken, etkili araştırmacı gazetecilik yeteneğini güçlü bir hikaye anlatma becerisi ile birleştirmiş. İlk dakikaları haber bültenlerinin sonlarında verilen "ilginç haberlerle dünya turu" tadında ilerleyen film, yavaş yavaş bol katmanlı bir psikolojik gerilime dönüşüyor. En sonda ise üçüzlerin üzücü hikayesi yüreğimizi burkarken, sevgi dolu bir ailede yetişmenin, duyarlı birer anne-baba olmanın müthiş önemini daha derinden anlıyoruz. İşte o anlarda Türkan Şoray'ın "sevgi neydi, sevgi emekti" sözleri kulaklarımızda çınlıyor.

Benim Notum: 7,5 / 10

  


4 Ekim 2018

83. Eighth Grade

Eighth Grade, içine kapanık orta son sınıf öğrencisi Kayla'nın okuldaki son iki haftasını anlatıyor. Daha önce televizyon dizilerinde aktör olarak tanıdığımız Bo Burnham, bu ilk yönetmenlik denemesinde günümüzün telefon ekranına yapışık yaşayan ergen kuşağını büyük bir gerçeklik ve dürüstlükle perdeye taşımış. Yalnız "sekizinci sınıfı anlatıyormuş" deyince, sakın bunun tatlı bir gençlik komedisi olduğunu filan düşünmeyin (14 yaşındaki kızınızla beraber oturup izlemenizi de pek tavsiye etmem). Sosyal anksiyete problemine sahip, çevresiyle iletişim kurmakta zorluk çeken Kayla'nın, etrafındaki dünyaya adapte olma çabalarını izlerken çoğu zaman bir korku filmi izler gibi kendimi kastığımı farkettim. Teknoloji gelişse de, hayatın bu en çalkantılı dönemindeki zorluklar değişmiyor. Hatta günümüzdeki bu sosyal medya bağımlılığı bence içe kapanıklığı ve kendine güvensizliği daha da arttırıyor. Canlandırdığı karakter ile aynı yaştaki Elsie Fisher'ın ağzı açık bırakan bir performansla hayat verdiği Kayla'yı gördüğünüzde, "evet ben bu çocuğu tanıyorum" diyeceğiniz kesin. Çünkü çekirdek ailenizde olmasa bile yakın çevrenizde, bugünde olmasa bile geçmişte bir yerlerde eminim en az bir adet Kayla var.

Benim Notum: 7 / 10