31 Mayıs 2018

49. Ferdinand

Boğa güreşine inanmayan "barışçı" boğa Ferdinand'ın çiftlikten kaçış hikayesi. Tüm dünya ondan arenaya çıkıp matadoru yenmesini beklerken, o tarlalarda çiçek kokladığı başka bir dünyanın hayalini kuruyor ve çevresindekileri de bu hayale inandırmayı başarıyor. Blue Sky animasyon şirketi tarafından yayınlanan ve Ice Age filmlerinden hatırladığımız Brezilyalı yönetmen Carlos Saldanha'nın yönettiği film son dönemdeki Disney/Pixar animasyonlarının yüksek kalitesine ve kalıcılığına ulaşamasa da beklediğimden iyi. Yer yer çok başarılı bölümleri de var, örneğin porselen dükkanına dalan boğa sekansı gibi... Bir de o üç Alman atının her göründüğü sahnede çok güldüm. Karakter sayısının fazlalığı hikayeyi biraz sekteye uğratsa da, çocuklarla beraber izlenebilecek keyifli bir animasyon. Bir de içte dışta kabadayılığın zorbalığın bu kadar arttığı bir ortamda, şiddete kayıtsız şartsız karşı çıkan, bu yönde çok güzel mesajlar veren böyle filmlere her zaman ihtiyaç var. Animasyon dahi olsa...

Benim Notum: 7 / 10

29 Mayıs 2018

48. The Beguiled

Amerikan İç Savaşı sırasında, cepheden kaçan yaralı bir Kuzeyli asker (Colin Farrell) Virginia'daki bir yatılı kız okuluna sığınıyor. Okulun müdürü (Nicole Kidman) bu düşman askerini önce hemen Güneyli birliklere teslim etme taraftarı iken, kızların da araya girmesi ile "önce yaraları iyileşsin, sonra teslim ederiz" noktasına geliyorlar. Bu beklenmedik misafir, tamamı kızlardan oluşan o küçük toplulukta zamanla kıskançlık ve ihanet duygularının ortaya çıkmasına sebep oluyor. Francis Ford Coppola'nın yetenekli kızı Sofia Coppola'ya geçen sene Cannes Film Festivali'nde en iyi yönetmen ödülü getiren film, Thomas Cullinan'ın 1966'da yayınlanmış bir romanından uyarlanmış. Tabloya benzer görüntüleri, uçuşan perdeleri ve korseli kostümleriyle sakin bir dönem draması gibi başlayan film, giderek insan ruhunun derinliklerine dalıyor ve son yarım saatinde müthiş bir gerilimi perdeye taşıyor. Coppola klostrofobi duygusunu arttırmak için filmi geniş ekran yerine, son yıllarda artık neredeyse unuttuğumuz 1.66'ya 1 formatında çekmiş. İzole bir ortamda sıkışıp kalmış bir grup hemcinsin dürtülerine odaklanan hikaye akışı bana William Golding klasiği Lord of Flies/Sineklerin Tanrısı'nı hatırlattı. Nicole Kidman ve Kirsten Dunst'ın akılda kalıcı oyunları ve Coppola'nın atmosfer yaratmadaki başarısıyla öne çıkan iyi bir psikolojik gerilim.

Benim Notum: 7 / 10 

27 Mayıs 2018

47. Solo: A Star Wars Story

Star Wars serisinin bildiğimiz "episode 7, episode 8..." diye giden orjinal akışına ilave olarak, aynı evrende geçen farklı maceraları anlatan "yancı" hikayeler dizisi çift senelerde gelmeye devam ediyor. 2016'daki Rogue One iyi bir denemeydi. Bu seneki Solo ise Harrison Ford aracılığı ile tanıştığımız serseri ruhlu madrabaz pilot Han Solo'nun gençlik yıllarına odaklanıyor. Daha 3-4 ay önce çıkan fragmanlarından, Solo'nun Star Wars filmlerinin alışageldiğimiz yüksek seviyesini tutturamayacağını zaten tahmin ediyordum da, film Rogue One'ın da gerisinde kalmış. Filmin yönetmen koltuğu bir zamanlar Apollo 13 ve A Beautiful Mind gibi harika filmlere imza atmış olan tecrübeli Ron Howard'a emanet edilmiş. Ama Howard ne yazık ki o ışıltılı günlerinden artık uzaklaşmış, daha çok son filmi Inferno'daki modunda. Tıpkı Inferno'daki gibi burada da bir nereye gideceğini bilememe, tempoyu tam ayarlamama durumu var.

Han Solo'yu canlandıran Alden Ehrenreich maça zaten 1-0 yenik başlıyor. Çünkü biz o karakteri Harrison Ford ile tanıyıp sevmişiz. Ayrıca Han Solo'nun gençlik hali hala elimizin altında, arşivlerimizde ve zihinlerimizde duruyor. O yüzden film başladıktan sonra uzunca bir süre Ehrenreich'ı Han Solo olarak benimsemekte zorlanıyoruz. Harrison Ford'un karizmasını zaten beklemiyoruz da, hani bu yeni aktör role kendi yorumunu getirdi, farklı bir enerji kattı diyebilsek keşke, ama öyle bir durum da söz konusu değil. Senaryo da Han Solo karakterini derinleştirmeye, onu daha iyi tanımamızı sağlamaya çalışmıyor. Sadece zaten bildiğimiz bir kahramanı farklı bir-iki macerada daha görüyoruz. O zaman da böyle müstakil bir Han Solo filmine ne gerek vardı sorusu akla geliyor.

Çok da yerden yere vuruyor gibi olmayayım, Solo kötü bir film değil. İzlerken de hiç "ne işim var benim burda" demedim. Özellikle ilk tren takibi bölümü gayet heyecanlı ve iyi çekilmiş. Eski dostlardan Chewbacca'yı bol bol görmek (hatta filmin adı "Solo and Chewie" bile olabilirmiş), onun Han Solo ile ilk tanışma anına şahit olmak da güzel. Ama işte nihayetinde ortalama bir yaz eğlencesi olmuş bu film. Bilim-kurgu sosuna bulanmış zararsız bir soygun hikayesi. Star Wars filmlerinin alıştığımız ağırlığına ve derinliğine sahip olmayan, daha çok "gelsin paralar" dürtüsüyle kotarılmışa benzeyen ve hiç risk almayan bir yapım. Filmin adının altına "bir Star Wars hikayesi" logosunu yapıştırmak, onu bir Star Wars filmi yapmaya yetmiyor ne yazık ki...

Benim Notum: 6,5 / 10  

24 Mayıs 2018

46. Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok

Onur Ünlü'yü ilk olarak 2007 yılında Haluk Bilginer'in başrolünde oynadığı "Polis" ile keşfetmiş, sonrasında 2014 yapımı "İtirazım Var" ile göklere çıkarmıştım. O yılın sonunda ilk 10 listeme de aldığım İtirazım Var'ın hala son yıllardaki en iyi Türk filmlerinden biri olduğunu düşünürüm. Onur Ünlü'yü "takip edilecek yönetmenler" listeme yerleştirip, "bakalım önümüzdeki yıllarda neler yapacak" diye heyecanla beklerken, o son zamanlarda nedense arka arkaya tuhaf işler yapmaya başladı (artık kafasına saksı mı düştü ne olduysa..). Tıpkı kısa zaman önce gösterime giren "Gerçek Kesit: Manyak" gibi, "Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok" da son derece deneysel, had safhada biçimci ve seyirciye sırtını dönen bir film. İki ay içinde görme yeteneğini kaybedeceğini öğrenen bir polis memurunun, bir cinayet soruşturması sırasında aynı zamanda şüphelilerden biri olan kör bir kadına aşık olmasını ve giderek kafayı sıyırmasını anlatan film sanki "beni sevmeyin" diye özel bir çaba harcıyor. Elinin altında aslında ilginç bir senaryo ve başta Demet Evgar olmak üzere çok yetenekli oyuncular olmasına rağmen, Onur Ünlü o çarpık kadrajlarıyla, ters ışıklandırmalarıyla, boğuk atmosferiyle, gerçeküstü sahneleriyle "tarz yapacağım" diye kasıyor da kasıyor. Sanki "beni oyuncaklarımla yalnız bırakın, ben sizinle oynamayacağım" diyor. Biçimcilik bu kadar ön plana çıkınca, elimizdeki son ürün de bir öğrenci filmini andırmaya başlıyor. Nihayetinde alelacele çekilmiş gibi duran, özensiz ve zaman zaman da oldukça itici bir yapım Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok. Sanırım Ünlü'yü bir süre yedek sandalyesine alıp dinlendirmemiz gerekecek.

Benim Notum: 4,5 / 10     

22 Mayıs 2018

45. 12 Strong

New York'taki 11 Eylül saldırılarından hemen sonra Amerikan ordusunda görevli bir Özel Kuvvetler timi gizli bir operasyon için Afganistan'a indiriliyor. Taliban kuvvetlerine ilk kayıplarını verdiren bu 12 kişilik atlı asker ekibinin yaptıkları güvenlik nedeniyle 2014 yılına kadar açıklanmamış. Aslında iyi bir yönetmenin elinde ilginç bir filme dönüşebilecek bu gerçek öykü, tecrübesiz bir yönetmen yüzünden sıradan bir savaş filmi olup çıkmış. Birbirinin hemen hemen aynısı, çok da heyecan yaratmayan çatışma sahneleri 3-4 kez tekrarlanıp duruyor. Adını daha önce hiç duymadığım (zaten duysam da aklımda tutamayacağım) Danimarkalı Nicolai Fuglsig projenin ağırlığı altında ezilmiş. Aslında işbilir bir Hollywood yapımcısı olan Jerry Bruckheimer nasıl olmuş da böyle yüklü bir bütçeyi ömr-ü hayatında sadece tek bir film çekmiş adı sanı duyulmamış yabancı bir yönetmene emanet etmiş, enteresan.

Benim Notum: 5,5 / 10

18 Mayıs 2018

44. Deadpool 2


Çenesi düşük edepsiz kahramanımız geri dönüyor. İki yıl önceki ilk film herkesi hazırlıksız yakalamış, Ryan Reynolds'un kendisi dahil herkesle dalga geçen süper geveze performansıyla, Rhett Reese ve Paul Wernick tarafından yazılan senaryonun sınır tanımaz patavatsızlığıyla, süper kahraman filmlerinin alışılageldik kalıbını alt üst etmişti. Aynı yazarlar bu devam filminde de döktürmeye devam ediyorlar. Hatta Deadpool 2'nin ilk filmden daha komik olduğunu söyleyebilirim. Ama bir şikayetim de var: filmdeki makineli tüfek temposunda üstümüze gönderilen esprilerin ve göndermelerin hızına yetişmeye çalışmaktan yorgun düştüm; iki saniye önceki göndermenin şifresini çözmeye çalışırken bir sonraki espriyi kaçırdım. Bu hınzır senaryoda, seksenler, doksanlar ve günümüz popüler kültürüne dair o kadar çok referans var ki, konuya hakim olduğunu düşünen ben bile herhalde esprilerin yüzde yirmisini filan kaçırmışımdır. Bir de tabii bu her an komiklik yapma telaşı, aksiyon sahnelerinin ciddiyetini ve etkileyiciliğini zedeliyor. Bu "nasıl olsa kimseye bir şey olmayacak, kimse aslında ölmeyecek" kafası aksiyon sahnelerindeki tehlike duygusunu da sanki biraz sulandırıyor. Düşünsenize, başka hangi filmde başroldeki kahramanın vücudunun perdede gözümüzün önünde kanlar içinde ikiye ayrılması salonda kahkahalarla karşılanır? 

Ama nihayetinde bütün bunları bilerek gittiğinizde yapmayı hedeflediği şeyleri tam olarak yapan, ilk filmi sevenleri fazlasıyla tatmin edecek başarılı bir devam filmi.

Benim Notum: 7,5 / 10

16 Mayıs 2018

43. Insidious: The Last Key

2010 yılı yapımı ilk Insidious, Malezya asıllı Avustralyalı yönetmen James Wan'ın hayaletli ev filmlerine getirdiği yeni soluğu müjdeleyen iyi bir korku filmiydi. Wan daha sonra bu alandaki maharetini The Conjuring (Korku Seansı) filmleri ile daha da yukarıya taşıdı. Insidious'un başarısından sonra kaçınılmaz olarak serinin ikinci ve üçüncü filmleri de geldi; ancak her adımda grafik aşağı doğru gidiyordu. Bu dördüncü halka, hemen söyleyeyim, serinin en kötüsü değil. Ama ilk filmin yanına yaklaşamadığı da bir gerçek. Sanırım eksik olan şey James Wan faktörü. Işığı, gölgeleri ve ses efektlerini çok iyi kullanan Wan tedirgin edici bir atmosfer yaratmada çok başarılıydı. İlk Insidious'ta, çerçevenin bir köşesinde ya da koridorun sonunda belli belirsiz hareket eden gölgeler bizi gerim gerim geriyordu. Evde tek başıma izlerken koltuğumda küçüldüğümü anımsıyorum. Bu film ise daha çok İngilizce'de "jump scare" diye tabir edilen "böö!" anlarına bel bağlamış gibi. Yine de, filmin aile içi meseleleri ön plana taşıyan konusunu ve "gerçek dünyadaki şeytanlar, öteki dünyadakilerden daha kötü olabilir" şeklinde özetlenebilecek temasını beğendim. Bir de, tam 43 yıldır filmlerde oynayan Hollywood'un emektar aktrislerinden Lin Shaye'in 74 yaşında hem de artık franchise'a dönüşmüş bir korku filminde başrol oynaması ve filmi baştan sona taşıması da takdire şayan bir durum.

Benim Notum: 6 / 10

14 Mayıs 2018

42. Den of Thieves

Christian Gudegast'ın yazıp yönettiği Den of Thieves, Los Angeles'daki bir soygun çetesi ile Gerard Butler'ın canlandırdığı "kural tanımaz" polis şefi Nick arasındaki kedi fare oyununu anlatan bir suç hikayesi. Film aslında oldukça yaman bir çatışma sekansıyla açılıyor. "İyi filme geldik galiba" diye ellerimizi ovuşturduğumuz bu parlak başlangıçtan sonra hevesimiz kursağımızda kalıyor. Çünkü bir sonraki aksiyon sahnesi için tam bir buçuk saat beklememiz gerekiyor. Çetenin Amerikan Merkez Bankası'nı soymak için plan yaptıkları, polis ekibinin ise bir muhbir aracılığı ile suçluları takip ettiği gereğinden fazla uzatılmış orta bölümde tempo iyice düşüyor. Neyse ki, son yarım saati kaplayan ve gündüz vakti Los Angeles sokaklarının savaş alanına döndüğü yoğun çatışma sahnesi ile film iyi bir final yapıyor. Bu sondaki çatışma bölümü Michael Mann'in 1995 yapımı harika filmi Heat'ten birebir apartılmış gibi görünse de, en azından kötü bir kopya değil.

Benim Notum: 6 / 10

12 Mayıs 2018

41. Film Stars Don't Die in Liverpool

Annette Bening ve Jamie Bell'in başrolleri paylaştığı, bu sene üç dalda BAFTA adayı olan Film Stars Don't Die in Liverpool, ellili yaşlarına gelmiş ve artık eski şöhretini yitirmiş bir Hollywood yıldızı ile Liverpool'lu genç bir tiyatro oyuncusu arasındaki aşkı anlatıyor. Hikayede konu edilen Gloria Grahame ismini hiç duymamıştım. Filmin başında "based on a true story" filan da yazmadığı için, onun gerçekten de yaşamış, hatta 1953 yılında bir de Oscar almış bir aktris olduğunu bilmiyordum. Senaryo da bizzat onunla aşk yaşayan Perter Turner'ın anılarından uyarlanmış. Bu bir spoiler sayılmaz, çünkü anlatılanların gerçek olduğunu en baştan bilerek izlemek filme bence daha fazla değer katıyor. Film çekilirken canlandırdığı karakterle hemen hemen aynı yaşlarda olan Annette Bening, sergilediği oyunculuk ile filmin en önemli kozu olarak parlıyor. Bu sene neden Oscar'a aday olmamış diye hayıflandığım Bening, Gloria Grahame'in yeri geldiğinde ışıltısını yeri geldiğinde de kırılganlığını ve hüznünü çok iyi yansıtıyor. Filmin müziklerini de ben çok beğendim. Eksi puanlara gelirsek, senaryoda bazı aksayan noktalar var: örneğin genç tiyatrocu Peter Turner karakterini pek iyi tanıyamıyoruz, onun Gloria'ya kapılması da çok hızlı geçiştiriliyor, bu nedenle aralarındaki tutkulu aşkı sanki pek fazla benimseyemiyoruz. Ama neyse ki, Annette Bening'in parlak performansı senaryonun gediklerini kapatıyor. Onun oyun gücü sayesinde bu düşmüş yıldızın gerçek hikayesi yüreğimize dokunmayı başarıyor.

Benim Notum: 7 / 10



  

9 Mayıs 2018

40. Game Night

Sessiz sinema, monopoly, jenga, vesaire gibi aile oyunlarını pek seven genç bir çift her hafta bir grup arkadaşlarıyla evlerinde bir araya gelip bol rekabetli oyunlar oynuyorlar. Bu oyun gecelerinden birinde, başta oyun sandıkları gizemli bir bulmaca gerçek suçluların ve gerçek silahların devreye girdiği bir adam kaçırma olayına dönüşüyor. Horrible Bosses (Patrondan Kurtulma Sanatı) filmlerinin senaryo yazarı olarak tanıdığımız John Francis Daley ve Jonathan Goldstein bu kez filmin ortak yönetmenleri olarak görev almışlar. O filmlerde de başrolde olan Jason Bateman bu tür "yanlış zamanda yanlış yerde olan düzgün adam" rollerine çok uygun bir isim. Bu kez kadrodaki diğer oyuncular da filmin ritmine ayak uyduruyorlar. Yıllar önce David Fincher'ın yeni yeni meşhur olmaya başladığı yıllarda yönettiği Michael Douglas'lı bir "The Game" filmi vardı. Game Night'ın senaryosu biraz o filmdeki olay örgüsünü anımsatıyor. Ama onun komedi versiyonu diyelim. "Altı Kahkaha Kriteri"ni* ucundan da olsa yakalayan film, iyi komedi bulmanın zor olduğu şu yıllarda,  pek akılda kalıcı olmasa da idare eder. Özellikle filmdeki diyaloglarda bol bol başvurulan popüler sinema göndermeleri benim gibi film meraklılarının kalbini tavlayacak cinsten. 

*Nedir bu Altı Kahkaha Kriteri: Eğer bir komedi filmi boyunca altı kez sesli bir şekilde gülüyorsanız, o film sınıfı geçmiştir.

Benim Notum: 6 / 10

7 Mayıs 2018

39. The Disaster Artist


James Franco'nun hem başrolde oynayıp hem de yönettiği, bu sene uyarlama senaryo dalında Oscar adayı olan The Disaster Artist, "sinema tarihinin en kötü filmi" olarak nam salmış The Room'un çekim hikayesini anlatıyor. 2003 yılında aslen nereli olduğu hala bilinmeyen ama tuhaf bir doğu Avrupa aksanı ile konuşan Tommy Wiseau adlı bir adam aktör olma hayalleriyle Hollywood'a gelir. Son derece yeteneksiz olduğu için hiçbir ajans ona iş vermez. Parasının kaynağı da belli olmayan bu esrarengiz adam, cebinden 6 milyon dolar masraf ederek, senaryosunu kendi yazdığı The Room adlı filmi çeker. Eğer The Room'u izlemediyseniz şuradaki videoya bir göz atabilirsiniz. Bu kısacık kesit bile filmin ne felaket bir şey olduğuna dair bir fikir verecektir. 2003'te bir dram olarak çekilen The Room, tıpkı bizim Cüneyt Arkın'lı Dünyayı Kurtaran Adam gibi zamanla kült bir komedi haline gelmiş ve "o kadar kötü ki, izlememiz lazım" statüsüne kavuşmuş.

James Franco bu ilginç şahsiyetin hikayesini perdeye aktarırken, işin kolayına kaçıp onu alay konusu haline getirmeyi hedeflemiyor. Tam tersine film sona erdiğinde Tommy Wiseau'ya derin bir sempati duyuyor, onun başarılı olmasını istiyorsunuz. Belki de bu yüzden The Room'un geride kalan 15 sene içerisinde tüm masraflarını karşılayıp kara geçmesi ve günümüzde hala festivallerde gösteriliyor olması bizi mutlu ediyor. Film birçok yerinde, özellikle de kamera arkasının anlatıldığı sahnelerde kahkahalarla güldürüyor. Ama filme basit bir komedi gözüyle bakmak haksızlık olur. James Franco'nun filmi esasen bir işe tutkuyla sarılanlara ve hayallerinin peşini bırakmayanlara yazılmış güzel bir saygı mektubu.

Ve tabii sözlerimize son verirken... "I did not hit her, it’s not true! It’s bullshit! I did not hit her! I did naaaht... Oh, hi Mark!.."


Benim Notum: 7,5 / 10


5 Mayıs 2018

38. Isle of Dogs

Eğer daha önce birkaç Wes Anderson filmi izlediyseniz bu eksantrik yönetmenin tarzına aşinasınız demektir. Rushmore, The Royal Tennenbaums, Moonrise Kingdom ve son olarak The Grand Budapest Hotel gibi filmleriyle özellikle film eleştirmenleri tarafından pek tutulan Anderson, aşırı stilize tarzını Fantastic Mr. Fox'tan sonra bir kez daha bir stop-motion animasyonunda kullanmış. Allahtan bu kez bizim film dağıtım şirketleri "animasyon" ibaresini görür görmez hemen Türkçe dublaj olayına girişmemişler. Bu küçüklere değil, yetişkinlere yönelik bir animasyon çünkü. Hayali bir Japon şehrinde, kentteki bütün köpekleri toplayıp bir adaya sürgüne gönderen zalim vali Kobayashi'ye karşı girişilen bir köpek devrimini anlatan hikayenin seslendirme kadrosunda Edward Norton'dan Scarlett Johansson'a, Wes Anderson'ın favori aktörü Bill Murray'den bu sene Oscar alan Frances McDormand'a kadar bir dolu Hollywood yıldızı rol almış. Ama bu kadar yıldıza rağmen filmin başrolünde Wes Anderson'ın "sanat yönetmenliği" var. Stop-motion animasyon yöntemi için harcanan emeğe ve yönetmenin her detaya hakim olma takıntısına şapka çıkarmakla beraber, bu aşırı titizlik bende bir soğukluk yaratıyor, hikaye ile arama sanki bir mesafe koyuyor. Wes Anderson'ı ben yine sevenlerine emanet edip ve sessizce uzaklaşayım en iyisi...

Benim Notum: 6 / 10

3 Mayıs 2018

37. Avengers: Infinity War

Infinity War'un temel problemi neredeyse otuza yakın süper kahramanı bir hikayeye doluşturup, her birinden anlamlı bir katkı elde etmeye çalışması. Düşünsenize basit bir matematik hesapla dahi filmin 150 dakikalık süresini kahraman adedine böldüğünüzde adam başına 5 dakika düşüyor. Gerçekten de bazı karakterler bir görünüp bir kayboluyorlar, daha fazla dakika almasını arzu ettiğiniz bazı karakterler hevesinizi kursağınızda bırakıyorlar. Örneğin ben iki ay önce izlediğimiz sağlam filmin verdiği motivasyonla Black Panther'ı perdede daha fazla görmek isterdim, ama lateksli kralımız neredeyse sadece "Wakanda forever!" diye bağırmak için kadroya dahil olmuş gibi. Bu aktör enflasyonu arasında Benicio Del Toro, Idris Elba, Peter Dinklage gibi kimi Oscarlı kimi Altın Küreli anlı şanlı isimler, sanki Los Angeles'da ekmek almaya çıkmışken filmin setine uğrayıp senaryodaki iki cümleyi okuyor, sonra "bye bye" deyip stüdyo çıkışında yüklü çeklerini tahsil ediyorlar.

Neyse ki, filmin yapımcıları karakter gelişimine hiç vakit ayırmayarak bu zaman handikapını kısmen aşmışlar. Aslında ekstra bir karakter geliştirme çalışmasına ihtiyaç da yok. Marvel'cılar 2008'deki Iron Man ile başlayarak, geçtiğimiz 10 yıla yayılan 18 film boyunca bu kahramanların "origin story"lerini itina ile bize aktardıkları için, perdedeki karakterleri liseden arkadaşlarımız kadar iyi tanıyoruz. Tony Stark'ın ukalalığını, Thor'un kibirini, Peter Parker'ın heyecanlı ergen hallerini çok iyi biliyoruz. Filmin en güçlü noktası da burada ortaya çıkıyor: Zaten aşina olduğumuz karakterler üzerinden üretilen harika esprilerle Infinity War çok eğlenceli bir iki buçuk saat geçirtiyor. Özellikle de bu macerada ilk kez karşılaşan bazı karakterlerin yarattığı "sen de kimsin" anları izlemelere değer. Zaman zaman üç ayrı mekanda paralel ilerleyen aksiyon sahneleri nefes kesiyor. Tam işler sarpa sardığında "yettim" diye çıkıp gelen tanıdık bir yüz sinemadaki koltuğumuzda hafifçe zıplamamıza neden olabiliyor (benim katıldığım ilk günkü seansta coşkularını epey sesli bir şekilde ifade edenler de mevcuttu).

Marvel sinematik evreninde yıllardır aksayan bir detay olagelen "kötü adam" konusu da Josh Brolin'in başarıyla canlandırdığı Thanos ile halledilmiş gibi görünüyor. Thanos sadece kötülük yapmış olmak için kötülük yapan bir 'villain' değil. Yaptığı kıyımların kendince bir gerekçesi var ve -her ne kadar hak vermesek de- en azından nerden gelip nereye gitmek istediğini anlayabiliyoruz. Adında Avengers kelimesi geçmemesine rağmen şimdiye kadarki en başarılı Avengers filmi olduğunu düşündüğüm Captain America: Civil War'u da çeken Anthony ve Joe Russo kardeşler yine aksiyon ve komediyi çok iyi harmanlayan bir maceraya imza atmışlar. Çok zor bir işin altından kalktıklarını teslim etmekle birlikte, kendi adıma bu kahramanları böyle "bütün kızlar toplandık" şeklinde değil de, kendi bireysel hikayelerinde izlemeyi daha çok tercih ettiğimi de bir son not olarak düşeyim.

Benim Notum: 7 / 10