31 Aralık 2016

150. La La Land


Yüz elli filmlik yolculuğumuzu, hem de senenin son gününde, böylesine sinema sanatını kutlayan, sinema tutkusunu böylesine yansıtan bir filmle nihayetlendirmek ne büyük mutluluk!.. Filmi izledikten hemen sonra izlenimini iki kelimelik kısa mesajında mükemmel özetleyen çok sevgili bir arkadaşımın söylediği gibi, La La Land "rüya gibi" bir film. Daha hemen açılışta ağzımızı bir karış açık bırakan, ayağımla ritm tutarak izlediğim Grease benzeri kalabalık bir müzikal bölümle başlayan film, ilerleyen dakikalarda da eski moda müzikallere, Fred Astaire'lere, West Side Story'lere, James Dean'lere ve Hollywood'un altın çağına yazılmış bir aşk mektubu şeklinde devam ediyor. La La Land pamuk gibi, şeker gibi, pamuk şeker gibi bir film! İçimizin karardığı, umutlarımızın köreldiği günlerde güçlü bir panzehir aynı zamanda böyle ışıltılı işler.  

Geçen sene Whiplash ile benim "yılın en iyileri" listeme giren genç yönetmen Damien Chazelle yine odak noktasına müziği alan bir film çekmiş. Sebastian (Ryan Gosling) çok sevdiği caz müziğinin ihtişamlı döneminin geride kaldığını kabul etmeyen ve özgürce caz yapabileceği kendi yerini açmak isteyen idealist bir piyanist. Mia (Emma Stone) ise çocukluğundan beri oyuncu olmak isteyen ama bir türlü başarıya ulaşamayan, Starbucks türevi bir cafe'de çalışırken sürekli oyuncu seçmelerine katılan bir garson. Bu ikilinin yolları çeşitli tesadüfler sonucu birkaç kez kesişiyor ve sonuçta kaçınılmaz olarak ilişki başlıyor. Ama sonrasında ne yazık ki idealler ve hayatın gerçekleri her zaman bir arada yürümüyor. Tıpkı Whiplash'de olduğu gibi, Chazelle'in filmi aynı zamanda bir hayalin peşinde koşanlara, bir işi tutkuyla yapanlara bir övgü manzumesi. Ryan Gosling ve Emma Stone’un kusursuz uyumuyla etkisini daha da artıran La La Land, özenle çalışılmış müzikleri, şahane koreografileri ve yönetmen Damien Chazelle'in samimi, dinamik, enerji dolu üslubu ile seyircisini büyülüyor ve tıpkı Sebastian ile Mia gibi bizi de yıldızların üzerine çıkartıyor. Kesin 2016'nın en iyileri listemde çok yukarılarda olacak; ama tam olarak nerede olacağına karar vermek için birkaç gün istişareye yatmam lazım. Ne final ama!..

Açılıştaki "Another Day of Sun" için şuraya, filmin tüm müziklerini Spotify'da dinlemek için ise şuraya tıklayınız. 


La La Land (2016) on IMDb


Benim Notum: 9 / 10




149. Embrace of the Serpent

Geçen sene En İyi Yabancı Film dalında Oscar'a aday olan Kolombiya yapımı Embrace of the Serpent (El abrazo de la serpiente) kendi kabilesinin hayatta kalan son üyesi olan Amazon yerlisi Karamakate ile bir Alman bilim adamının kutsal bir şifalı bitkiyi bulmak için ormanın içinde gerçekleştirdikleri yolculuğu anlatıyor. Zaman zaman bir belgesel izliyormuşuz hissi veren yapım, gerçekten de Theodor Koch-Grunberg ve Richard Evan Schultes adlı iki bilim adamının Amazon'da yaptıkları seyahatlerin günlüklerinden perdeye uyarlanmış. 1981 doğumlu Ciro Guerra yaşından beklenmeyecek olgunlukta bir film çekmiş. Filmin her karesi sanki bir siyah-beyaz fotoğraf sergisinden alınmış gibi. Şamanizm, etnoloji ve benzeri konularla ilgilenenlerin özellikle izlemesi gereken Embrace of the Serpent çağdaş insanın doğayı katletmesine dair sağlam eleştiriler yapmayı da ihmal etmiyor.

FRAGMAN

Embrace of the Serpent (2015) on IMDb

Benim Notum: 6,5 / 10

148. The Great Wall

Tamamlanması toplamda 1700 yıl süren, 2500 kilometre uzunluğundaki uzaydan görünen tek insan yapımı yeryüzü kütlesi büyük Çin Seddi'nin meğer bilmediğimiz farklı bir inşa sebebi daha varmış: imparatorluğu Yüzüklerin Efendisi'ndeki orklara benzeyen kurt ve dinozor karışımı canavarların saldırısından korumak. Çin ordusu bu yaratıklarla savaşa hazırlanırken, barutu bulup Avrupa'ya götürebilmek niyetiyle "geçerken uğrayan" paralı asker William Garin (Matt Damon) de onlara yardım ediyor. Dağıtım şirketlerinin büyük pazarlardaki gösterim takviminde bu aralar uygun yer bulamaması nedeniyle, pek alışık olmadığımız şekilde Amerika, İngiltere ve Avustralya'dan tam 2 ay önce ülkemizde gösterime giren The Great Wall, görselliği ve görkemli savaş sahneleri ile göz dolduruyor. Görsel ziyafetler yaratmaki becerisine Hero ve House of Flying Daggers gibi filmlerden  aşina olduğumuz Çinli yönetmen Zhang Yimou, yine binlerce okun 3D şekilde gözümüzün kulağımızın yanından geçtiği, yüzlerce gökyüzü fenerinin melankolik şekilde havada süzüldüğü, farklı renklerde kostümleriyle orduların uçarak dövüştüğü sahneleriyle gözümüzü kamaştırmayı başarıyor. Ama filmin senaryosu derseniz, işte o çok fena sallanmakta. Karakterler son derece yüzeysel, konu fazla basit, diyaloglar müsamere düzeyinde. Yirminci dakikadaki o ihtişamlı ve şık koreografili savaş sahnesinden sonra sanki filmin "barutu" tükeniyor. Hoş ama boş bir seyirlik.

FRAGMAN

The Great Wall (2016) on IMDb

Benim Notum: 6 / 10

30 Aralık 2016

147. Storks

Hepimizin bildiği gibi (!) tarihin en eski devirlerinden beri yeni doğmuş bebekleri ailelerine teslim etme görevini üstlenmiş olan leylekler, bir süre sonra ticari kaygılarla o işi bırakıp, bir kargo şirketi işletmeye başlarlar. Yani artık insanlara bebek değil, hepsiburada tarzı bir online alışveriş sitesinin paketlerini teslim etmektedirler. Şirketin en iyi çalışanlarından biri olan Junior adlı leylek, bir gün yanlışlıkla "Bebek Yapma Makinesi"ni çalıştırır ve sevimli bir bebek dünyaya gelir. Patronu bu fiyaskoyu keşfetmeden, Junior'ın bu izinsiz bebeğe bir ev bulması gerekmektedir. Daha önce The Lego Movie ile çıkış yapan Warner Animation Group stüdyolarından, yine farklı bir mizah anlayışına sahip, çocuklar kadar büyüklere de hitap eden (belki daha fazla), eğlenceli bir animasyon. Bu farklı mizah duygusu hiç şüphesiz Forgetting Sarah Marshall ve Neighbors gibi komedilerden hatırladığımız yazar/yönetmen Nicholas Stoller'dan kaynaklanıyor. Looney Tunes tarzı çok hızlı temposu ve arka arkaya gelen absürd esprileri zaman zaman hikayenin önüne geçse de, bana birçok sahnede kahkaha attırmayı başaran iyi bir komedi. Özellikle kurtları hatırladıkça tekrar tekrar gülüyorum!

FRAGMAN

Storks (2016) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10

29 Aralık 2016

146. Train to Busan


Dört başlık aşağıda The Wave için "kim demiş Norveçliler felaket filmi çekemez diye" demiştim. Şimdi de diyorum ki "kim demiş Koreliler zombi filmi çekemez diye"... Nereden çıktığı belli olmayan bir virüs, Kore'nin tüm şehirlerinde hızla yayılıyor. Zombi filmlerinden alışık olduğumuz üzere, ısırma marifetiyle insandan insana geçen ve beş dakikada normal insan evladını kuduz bir yaratığa dönüştüren salgın geometrik artışla tüm nüfusu etkilemeye başlıyor. Olayların başladığı sabah Seul'den Busan'a hareket eden bir hızlı trende güvende olduklarını düşünerek seyahat eden yolcular, son anda trene atlayan bir yolcunun taşıdığı virüs nedeniyle, yolculuk boyunca cehennemi yaşıyorlar. Güney Kore'nin genç kuşak yönetmenlerinden 1978 doğumlu Sang-ho Yeon, birkaç animasyondan sonra çektiği bu ilk uzun metrajda zımba gibi bir zombi filmi yapmayı başarmış. 2016 Cannes Film Festivali'nde yarışma dışı "Geceyarısı Sineması" bölümünde gösterilen film bizde de FilmEkimi programına alınmıştı. Aynı zamanda Güney Kore tarihinde 11 milyon seyirci tarafından izlenen ilk film olarak rekor kıran Train to Busan'ın yeniden çevrim hakları da şimdiden bir Hollywood stüdyosu tarafından satın alındı. Yeon'un filmi George Romero'dan (Night of the Living Dead), Danny Boyle'a (28 Days Later) birçok yönetmenden yansımalar taşısa da, bir trenin içinde klostrofobik bir ortamda zombilerle burun buruna gelinen sahneleri ile farklılık yaratmayı başarıyor. Baştan sona heyecanla izlenen, arada sosyal mesaj vermeyi de ihmal etmeyen, sağlam bir Güney Kore gerilimi.


Benim Notum: 8 / 10

145. Mia Madre

Yeni filmini bitirmeye çalışan kadın yönetmen Margherita (Margherita Buy) annesinin ölümcül bir hastalığa yakalanmasıyla duygusal açıdan yıkılmıştır. Çektiği filmin Amerikalı yıldız oyuncusunun (John Turturro) ukalanın teki çıkması da bardağı taşıran son damla olur. İtalyan yönetmen Nanni Moretti'nin bu yarı-otobiyografik hikayesi tam bir Avrupa filmi kıvamında başlayıp bitiyor. Ana ekseni hayattaki önemli bir figürü kaybetmek üzerine kurulmuş olan senaryo çok fazla şey söyleyecek gibi dursa da, sonuçta hedefe tam olarak varamıyor. Margherita'nın annesi ile ilişkileri dokunaklı ve ilgiye değer. Kaçınılmaz sona yaklaşırken kendini yetersiz hissettiği sahneler belli bir duygusal yoğunluk da taşıyor. Öte yandan, sette geçen "film içinde film" bölümlerinde anlatımda bazı aksaklıklar var. Örneğin Amerikalı oyuncunun Margherita'nın dramından o çok uzak dünyasının, hikayenin ana omurgasına ne şekilde hizmet ettiği pek anlaşılmıyor ve akışta kopukluklar yaşamamıza neden oluyor. Bazı kusurlarına rağmen, İtalyan sinemasının o kendine özgü sıcaklığını sevenler memnun kalabilir.

FRAGMAN

Mia Madre (2015) on IMDb

Benim Notum: 6 / 10

28 Aralık 2016

144. Collateral Beauty

Açılış sahnesinde başarılı bir reklamcı olarak hayatın anlamını “sevgi, zaman ve ölüm” sözcükleriyle özetleyen Howard (Will Smith), büyük bir trajedi yaşayıp altı yaşındaki kızını kaybedince hayata küsüyor. Ağır depresyon altında olduğu bir gün, yaşamı sorgulamak amacıyla yukarıdaki soyut kavramlara birer mektup yazıyor. Birkaç gün sonra sevgi, zaman ve ölüm kanlı canlı birer insan olarak karşısına çıkıyor. Şimdi buraya kadar olan bölümü aşağıdaki fragmanda izleyince, filmin spiritüel bir tarafı olduğunu filan düşünüyorsunuz. Ama hayır!. Şu söyleyeceğim spoiler değil, çünkü zaten filmin hemen 15. dakikasında bu gerçek ifşa ediliyor: meğerse o sevgi, zaman, ölüm kılığında çıkıp gelen tipler aslında Howard'ın iş arkadaşları tarafından kiralanmış tiyatro oyuncularıymış (onlar da nasıl arkadaşsa artık). Fragmandaki bu utanmaz aldatmacanın yanısıra, filmin devamında da bir sürü mantıksız ve inandırıcılıktan dağlar kadar uzak olay gerçekleşiyor. Will Smith, Kate Winslet, Edward Norton, Helen Mirren ve Keira Knightley gibi her biri ya Oscar almış ya da aday olmuş bir sürü A-list oyuncu felaket bir senaryonun içinde debelenip duruyorlar. Filmin bir yerinde Will Smith yanındakine dönüp "bırak bu entellektüel zırvaları" diyor. İşte Collateral Beauty hakkındaki düşüncelerimi özetleyen cümle!.. Bu kadar iyi oyuncuyu toplayıp sonra da hepsini bu kadar acınası hale sokabilmek de ayrı bir hüner.

FRAGMAN 

Collateral Beauty (2016) on IMDb

Benim Notum: 3 / 10

143. Florence Foster Jenkins

Meryl Streep tam yirminci Oscar adaylığına doğru emin adımlarla ilerliyor. Günümüz sinemasının bu yaşayan efsanesi bu kez 1940'lı yıllarda "dünyanın en kötü sesli opera şarkıcısı" olarak etiketlenmiş Florence Foster Jenkins'in gerçek öyküsü ile karşımızda. Florence aileden gelen büyük bir mirasa konmuş çok zengin bir kadın. Ve bir müzik tutkunu. Çocukken piyanoya başlamış, ama hastalığı nedeniyle devam edememiş. Sonra şarkıcılığa merak sarıyor. Bu konuda çok yeteneksiz olmasına rağmen, o dönemin New York sosyetesi ve sanat alemi üzerindeki karşı konulmaz hakimiyeti ve ona kimsenin “kral çıplak” demeyeceği bir ortamı sağlayan becerikli kocası sayesinde Carnegie Hall'da konser vermeye kadar işi götürüyor. The Queen ve Philomena gibi filmlerden tanıdığımız İngiliz yönetmen Stephen Frears'ın çektiği Florence ilk bakışta bir komedi filmi. Ama hikaye ilerledikçe, bu iyi niyetli, çocuksu, müzik aşığı kadının hayatındaki bazı sırlar ortaya çıkıyor ve yüreğimizi derin bir hüzün kaplıyor. Kuşkusuz bu değişik karakteri bize sevdiren Meryl Streep’in enfes performansı oluyor. Onunla birlikte Altın Küre'ye aday olan, kocası St Clair rolünde Hugh Grant de bence kariyerinin en iyi işlerinden birine imza atmış.

FRAGMAN

Florence Foster Jenkins (2016) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10

27 Aralık 2016

142. The Wave


Norveç'in meşhur turistik fiyordlarından birinde, dağın bir bölümünün çökmesi sonucunda 85 metre yüksekliğinde dev bir tsunami dalgası oluşuyor. Orada görevli bir jeoloji mühendisi bir yandan yetkilileri uyarmak için uğraşırken, diğer yandan da bir otelde kapana kısılmış ailesini kurtarmaya çalışıyor. Kim demiş felaket filmlerini sadece Hollywood yapabilir diye...  The Wave (Bølgen), Norveç sinemasından çıkıp gelen, gerek görsel efektleri gerek baştan sona eksilmeyen gerilim duygusu ile gayet sağlam bir felaket filmi. Filmin tıkır tıkır işlemesinin sırrı sadece spektaküler görüntülerle tribünlere oynama peşinde koşmayıp, karakter gelişimine de zaman ayırmayı bilmesi. Filmdeki ailenin yaşadığı gerilimi bizim de onlarla birlikte koltuğumuzun ucunda oturarak birebir hissetmemizde oyuncuların payı büyük. Geçen sene The Revenant'ta da rol almış Norveçli oyuncu Kristoffer Joner ve yine Norveç'in önde gelen aktrislerinden Ane Dahl Torp gayet inandırıcı performanslar sergiliyorlar. Hikaye örgüsü olarak felaket filmlerinin bilindik formülünü aynen uygulasa da, bunu en azından düzgün ve etkileyici bir şekilde yapabilen, farklı bir coğrafyadan seyri zevkli iyi bir film.  


Benim Notum: 7,5 / 10




141. Remember


Yıllar önce The Sweet Hereafter ile yüreğimizi sızlatan Atom Egoyan’ın yönettiği Remember, bir yaşlı bakımevinde kalan ve ileri düzeyde demans hastası olan Zev Guttman’ın, soykırımda katledilen ailesinin intikamını almak için bir Nazi’nin peşine düşmesini anlatıyor. Elleri titreyen, yaşlılığın bütün sorunlarını yaşayan ve her uykuya daldığında yakında kaybettiği eşi Ruth’a olan aşkı dışında neredeyse her şeyi unutan Zev, cani Nazi subayı Otto Wallisch’i bulmak için yola çıkar. Cebinde bakımevinden arkadaşı ve yine bir Yahudi olan Max’in yazdığı bir mektup vardır. Her uyanışında mektubu bulup okuyana kadar ne yaptığının farkında değildir. Mektubu okudukça kim olduğunu hatırlar, amacını ve planını nasıl uygulayacağını öğrenir. Bu "hafıza kaybı yaşayan ana karakterin notlarla ne yapacağını öğrenmesi" detayı akla hemen Memento'yu getiriyor. Egoyan, öyküsünü ağır ağır geliştirmeyi seven, seyircinin zihninde beliren soruları cevaplamakta acele etmeyen bir yönetmen. Burada da zamanla bir yol hikayesine dönüşen filminde, bir yandan sürekli bir gerilimi ayakta tutarken, bir yandan da soykırımın günümüze dek yansıyan acılarını etkileyici bir şekilde hatırlatıyor. Her şeyi yeni baştan düşünmemize yol açan finaliyle ise en vurucu darbeyi sona saklıyor. Remember, hafızamızdan kolay kolay silinmeyecek bir film. Aynı zamanda Christopher Plummer ve Martin Landau gibi iki efsane oyuncuyu, hem de bir arada izlemek için son fırsatlardan biri.

FRAGMAN

Remember (2015) on IMDb

Benim Notum: 8 / 10

26 Aralık 2016

The Final Countdown


140 gitti, son 10 kaldı!.

Öyleyse gerisayım başlasın.


140. A Conspiracy of Faith

Denizde bulunan bir şişenin içinden kanla yazılmış bir mektup çıkar. Sekiz yıl önce yazılmış bu imdat çağrısı, kaçırılıp tutsak edilen bir çocuğa aittir. Danimarka polisinden dedektifler Carl ve Esad'ın araştırmaları onları dini bir topluluğa yönlendirecektir. Bizi "Ejderha Dövmeli Kız" üçlemesiyle tanıştıran İskandinav sinemasından yine karanlık bir suç gerilimi. Sonradan öğrendim ki, aslında bu da bir üçlemenin son filmiymiş. Poliste kapatılmış davaları inceleyen Department Q başlıklı bir birimin ele aldığı dosyaları anlatan üçlemenin diğer filmleri The Keeper Of Lost Causes (2013) ve The Absent One (2014). Konular birbirinden bağımsız olduğu için, mutlaka ilk iki filmi izlemiş olmak gerekmiyor. Jussi Adler-Olsen'in romanından uyarlanan film, başroldeki iki dedektifin ilişkileri ve bir dini tarikatta işlenen suçları ele alması bakımından konu olarak "True Detective" dizisini de andırıyor. İskandinav polisiyelerini sevenleri tatmin edecek, karanlık, psikolojik olarak rahatsız edici ama başarılı bir gerilim. 


FRAGMAN

A Conspiracy of Faith (2016) on IMDb


Benim Notum: 7 / 10

25 Aralık 2016

139. Assassin's Creed

Avustralyalı yönetmen Justin Kurzel son olarak tam bir sene önce bu zamanlar gösterime giren Macbeth'i yönetmişti. İşin ilginci, o filmde de yine Michael Fassbender ve Marion Cotillard oynuyorlardı. Hani sanki çekimlerin son günü yönetmen "Mike, Marion! Eşyalarınızı toplayın, şimdi buradan başka bir sete geçiyoruz" demiş gibi... Elbette Assassin's Creed tür olarak Macbeth'ten çok çok farklı bir yapım. Filmin ilk fragmanı çıktığında, Fassbender ve Cotillard isimlerini görünce "hah" demiştim, "ilk defa bir bilgisayar oyunu uyarlaması iyi bir filme dönüşecek galiba". Bu iki yüksek kalibreli oyuncunun kötü bir projede yer alamayacağını düşünmüştüm. Ama heyhat, yanılmışım. Bu iki büyük oyuncu film boyunca kendilerinin birer silik kopyası gibiler. Elde yetenek var ama, filmi yapanlar bu yeteneği nasıl kullanacaklarını sanki bilememişler. Tamam, Assassin's Creed'i Amerikalı eleştirmenler kadar berbat bulmadım. En azından engizisyon İspanya'sında geçen sahneler belli bir çekiciliğe sahip. Ama o aksiyon sahnelerinde de yönetmen öyle çılgın bir kurgu seçmiş ki, ne olup bittiğini anlayamıyorsunuz. Her sahneyi illa üç farklı açıdan göstermek yerine biraz uzun planlar, belki biraz slow-motion kullanılsa çok daha etkili olacakmış. Burada ise slow-motion'ı geçtim, bazı sahneler sanki normale göre daha da hızlandırılmış gibi. Herhalde oyuna sadık kalmak için olsa gerek, hikaye günümüz ile geçmiş arasında gidip geliyor. Halbuki 15.yüzyılda geçen bölümler çok daha ilginç. Öyle ki, Callum Lynch'i filan boşverip, film bize sadece geçmişteki suikastçi Aguilar'ın hikayesini anlatsa, Gladiator tarzı epik bir film izleyeceğiz. Bu gürültülü çorbanın içinde bir yerlerde iyi bir macera var, ama sanki yönetmen onu bizden saklamak için özel çaba harcamış.  

FRAGMAN

Assassin's Creed (2016) on IMDb

Benim Notum: 5,5 / 10

24 Aralık 2016

138. Pete's Dragon

Ailesini bir araba kazasında kaybeden beş yaşındaki Pete, olay yerinin yakınındaki ormanın derinliklerinde yaşayan bir ejderha tarafından himaye altına alınıyor ve yetiştiriliyor. Altı yıl boyunca insanlardan uzakta gelişimini sürdüren minik Pete ve sevimli ejderhası ormanın içinde mutlu mesut yaşamaktayken, uygarlık eninde sonunda onları gelip buluyor. Anlattığı öykü açısından biraz E.T., biraz Jungle Book'u andıran Pete's Dragon, Disney'nin çok iyi becerdiği "aile filmi" formatına tam anlamıyla uyan bir yapım. Görüntüler ve karakterler öylesine nostaljik ki, son derece gelişmiş bilgisayar teknolojisi kullanımı olmasa filmin seksenlerden kalma, haftasonları TRT'de gösterilen türden bir televizyon filmi olduğunu düşünebilirsiniz; ama bu kötü bir şey de değil. Tam tersi, bu eski moda tarz bizdeki duygusal yoğunluğu arttırarak sanki filmin lehine işliyor. Yeşil ejderha Elliot'ı yaratmak için kullanılan görsel efektler çok başarılı. Bir süre sonra filmdeki insan karakterleri boşverip, daha çok sevimli bir köpeği andıran bu ejderhayı önemsemeye başlıyoruz. Sonuç olarak, türüne bir yenilik getirmese de tüm ailece birlikte izlenebilecek, zararsız hoş bir masal.

FRAGMAN

Pete's Dragon (2016) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10




22 Aralık 2016

137. Anthropoid

II. Dünya Savaşının başlarında Nazi işgali altındaki Çekoslovakya'da direnişçiler, Prag'daki Alman askerlerinin başındaki isim SS subayı General Reinhard Heydrich'i öldürmek üzere bir suikast planı yaparlar. Bu gizli görevin kod adı Anthropoid'dir. Sean Ellis'in yönettiği filmin neredeyse ilk yetmiş dakikası operasyonun hazırlık aşaması ile geçiyor. Bir takım adamların sürekli gizli köşelerde buluşup fısır fısır konuştukları, çok monoton ilerleyen bu planlama bölümü biraz fazla uzatılmış. Suikast sahnesi ve sonrasında kilisedeki çatışma bölümüyle film vites yükseltiyor, ama bu biraz geç kalıyor. Filmin ilk yarısında tek bir el bile silah sesi duyulmazken, bu açık sonradan fazlasıyla kapatılıyor.

FRAGMAN

Anthropoid (2016) on IMDb

Benim Notum: 6 / 10


136. Absolutely Fabulous: The Movie

Absolutely Fabulous aslında 1994-2003 yılları arasında İngiliz BBC televizyonunda yayınlanmış ve o dönem çok popüler olmuş bir komedi dizisi. Hatta Pet Shop Boys severler ikilinin bu dizi için yaptıkları şarkıyı hatırlarlar (hatırlamayanlar da şuraya tıklayabilir). Dizinin yaratıcısı ve başrol oyuncusu Jennifer Saunders, Edina adında iki kez evlenip boşanmış, sürekli içen orta yaşlı bir halkla ilişkiler sorumlusunu canlandırıyor. En yakın arkadaşı Patsy (Joanna Lumley) ile birlikte Londra moda çevrelerine takılan bu muhteşem ikilinin daima genç görünmek, en pahalı şeyleri giymek ve trendy olmak gibi takıntıları var. Dizinin bitiminden neredeyse 14 yıl sonra gerçekleşen bu yeniden buluşma ise, bir sinema filminden ziyade bir televizyon dizisinin uzatılmış versiyonuna benziyor. Kate Moss'dan, Rebel Wilson'a, Joan Collins'den Emma "Baby Spice" Bunton'a kadar birçok misafir oyuncu hoş anlar yaratsa da, toplamına bakıldığında film maalesef -iki başrol oyuncusu gibi- eski ve modası geçmiş hissettiriyor. Sadece zamanında bir yerlerden diziyi bulup izlemiş nostalji meraklılarına.

FRAGMAN

 Absolutely Fabulous: The Movie (2016) on IMDb

Benim Notum: 4 / 10

20 Aralık 2016

135. The Infiltrator

Bryan Cranston'ın başrolünde oynadığı The Infiltrator, Kolombiya uyuşturucu kartelinin Amerika'daki kara para aklama operasyonlarını ortaya çıkarmak amacıyla mafyanın içine sızan ve en üstteki baronlarla arkadaş olacak kadar ilişkilerini ilerleten, hatta Pablo Escobar'a ulaşan polis memuru Robert Mazur'un gerçek hikayesini anlatıyor. Tabii bu tür köstebek hikayelerinde sık sık gördüğümüz gibi, bir yerde bu "undercover" görev ile gerçek hayat çatışıyor ve kurulan dostluklar, sağlanan güven polisi etkilemeye başlıyor. Bryan Cranston her zamanki gibi iyi oynamış, sahte nişanlı rolündeki Diane Kruger'le de güzel bir kimya yakalamışlar. Yönetmen Brad Furman (The Lincoln Lawyer) kolay tüketilen ve gerçek olayları anlatması nedeniyle ilgiyle izlenen bir film çekmiş. Ancak hikaye yeterince vurucu işlenmemiş. Kahramanlarımız çok tehlikeli ilişkiler içerisine girseler de, o gerilim seyirciye tam olarak geçmiyor. Yukarıda Escobar dedim ama, Narcos dizisi hayranları Escobar göreceğiz diye ekran karşısına geçmesin. Escobar çok kısa görünüyor.

FRAGMAN

The Infiltrator (2016) on IMDb

Benim Notum: 6,5 / 10


19 Aralık 2016

Teaser 2


Sekiz yıldır buradan takip ettiğiniz film incelemeleri artık canlanıyor. 

150Film YouTube kanalı açılıyor. 

Yeni yılda... 

134. Elvis & Nixon

21 Aralık 1970 sabahı, Elvis Presley medyadan gizli bir şekilde tek başına Washington'a uçar ve Beyaz Saray'ın nizamiyesinde belirir. Amacı başkan Nixon'la ülkenin durumu hakkında görüşmektir. Önce "olur mu canım öyle şey" denilerek oteline gönderilir. Ancak sonra, popülerliğini o dönem iyice yitiren Nixon için de bu görüşmenin özellikle gençlerin gözünde puanını arttıracak bir PR hamlesi olabileceğine inanan Beyaz Saray görevlileri bir şekilde başkanı ikna ederler. Ve aynı gün içerisinde  Oval Ofis'te görüşme gerçekleşir. Görüşme sırasında çekilen ve Amerikan ulusal arşivinin tüm zamanların en çok talep gören görüntüsü olan fotoğrafı şurada görebilirsiniz. Genç kadın yönetmen Liza Johnson'ın filmi işte bu ilginç buluşmayı anlatıyor. Film karakterlerinin kişiliklerine dair derin psikolojik araştırmalar yapmaya ya da dönemin olayları ile ilgili siyasi analizlere girişmiyor. Bunun yerine, birbirinden çok farklı ama kendine özgü tuhaf yönleri olan, yirminci yüzyılın bu iki ikonunun bir araya gelmesiyle oluşan komik sahnelere odaklanılıyor. Michael Shannon ve Kevin Spacey'nin sırasıyla Elvis ve Nixon'ı başarıyla canlandırdıkları yapım küçük, sevimli ve eğlenceli bir komedi. 

FRAGMAN

 Elvis & Nixon (2016) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10

18 Aralık 2016

133. Elle

Doksanlı yıllarda Hollywood'da çektiği Robocop, Total Recall ve Basic Instinct gibi filmleriyle şöhretinin zirvesine çıkan, Showgirls felaketinden sonra da bir daha o topraklara uğrayamayan Hollandalı yönetmen Paul Verhoeven, tamamen Fransız bir ekiple Fransızca çekilen ve yukarıda saydığım filmlerden çok farklı (belki provokatör yanıyla Basic Instinct'e biraz benzeyen) bir Avrupa filmi ile karşımızda. Paris'te başarılı bir iş kadını olarak çalışmaktayken bir gün evinde tecavüze uğrayan ve sonrasında kendisine saldıran adamın peşine düşen Michele Leblanc'ın hikayesini anlatan filmde başrolü üstlenen ve 130 dakikalık yapımın neredeyse her saniyesinde görünen Isabelle Hupert buradaki performansıyla Altın Küre'ye aday gösterildi, çok büyük olasılıkla Oscar'a da aday olacak. Huppert'in başarıyla canlandırdığı Michele karakteri yaşadığı travmatik olaya normal bir insanın vereceği tepkileri vermiyor. Öykü ilerledikçe, Michele’in çalışanları, hayatındaki erkekler, oğlu, yakın arkadaşları ve annesiyle ilişkilerine şahit oluyoruz. 30 yıl önce küçük bir kızken başına gelenleri öğrenince, pek de normal olmayan kişiliğini şekillendiren ipuçlarını yakalıyoruz. Paul Verhoeven’in Betty Blue'nun da yazarı olan Fransız Philippe Djian’ın romanından sinemaya uyarladığı Elle, gerilim, cinsellik ve şiddeti alternatif bir aile dramıyla birleştiriyor. Her izleyiciye tavsiye edilemeyecek, yer yer seyretmesi zor, verdiği mesaj olarak da tehlikeli sularda gezindiğini düşündüğüm, ancak Isabelle Hupert'in performansı için izlenebilecek bir psikolojik gerilim.

FRAGMAN

Elle (2016) on IMDb

Benim Notum: 6 / 10




16 Aralık 2016

132. Rogue One


1977 tarihli ilk Star Wars filminin açılışında perdede kayan yazılar aynen şöyle der (merak eden şuradan izleyebilir): "İç savaş zamanı. Gizli bir üsten havalanan isyancı uzay gemileri, kötü Galaksi İmparatorluğu'na karşı ilk zaferlerini kazanırlar. Bu çatışma sırasında isyancı ajanlar imparatorluğun en büyük silahı olan Ölüm Yıldızı'nın gizli planlarını çalmayı başarırlar ve Prenses Leia'ya ulaştırırlar". Star Wars efsanesi bu bilgi notu ile başlar ama o isyancı ajanların Ölüm Yıldızı planlarını nasıl çaldığını hiç bilmeyiz. İşte Rogue One bize bu daha önce anlatılmamış operasyonu anlatıyor.

Star Wars evrenine geri dönmek ne olursa olsun güzel. Daha önce Monsters ve Godzilla'yı çeken Gareth Edwards'ın yönettiği Rogue One, tanıdığımız temalara selam vermeyi ihmal etmeyen iyi çekilmiş, heyecanlı bir bilim-kurgu aksiyonu. Ama eksikleri yok mu, var. En başta gelen kusuru  ise karakterlerinin iyi tanımlanamamış olması. Geçen sene tam da bu zamanlarda gösterime giren Star Wars: The Force Awakens ile karşılaştırarak gidersek; o filmde de seriye yeni katılan isimler vardı, ama oradaki karakterler, Kylo Ren, Rey, Finn, Poe Dameron ve hatta robot BB-8, hepsi çok ilginç ve sevdiğimiz karakterlerdi. Rogue One'da ise bence müthiş bir casting felaketi var. Öncelikle başrol Gyn Erso'yu canlandıran Felicity Jones, sanki İngiltere'de BBC akşam haberleri sunucusuymuş gibi. Nerede geçen seneki Rey'in sempatik hınzırlığı, nerede soğuk nevale Gyn Erso'nun Oxford'dan yeni geldim havaları. Diego Luna'nın canlandırdığı Cassian Andor da gayet silik bir tip, kimdir nedir iyi midir kötü müdür anlayamadan film bitiyor. Yeni karakterlerden sadece muhteşem Donnie Yen'in (Ip Man) canlandırdığı kör savaşçı Chirrut göründüğü her sahnede perdeyi dolduruyor ve keşke daha fazla süre alsa dedirtiyor.

İlginç olmayan karakterleri tanıştırmakla geçen ilk yarı biraz sıksa da, neyse ki film son bir saatinde toparlıyor. Özellikle sahildeki savaş sahnelerindeki görsel efekt kullanımı inanılmaz; gerçek insanlarla bilgisayarda yaratılmış görüntüler son derece başarılı ve inandırıcı bir şekilde bir araya getiriliyor. Rogue One'ın son sahnesi ise (spoiler vermeyeyim) belki de önceki bütün kusurlarını affettiriyor ve sinemayı bulutların üzerinde terketmemizi sağlıyor. Seviyoruz Star Wars dünyasını!.. 


Rogue One: A Star Wars Story (2016) on IMDb


Benim Notum: 7,5 / 10



15 Aralık 2016

131. Sausage Party

Aman baştan uyarayım da, bir önceki başlıkta Finding Dory'yi izleyen ailemiz, "eveet sırada ne varmış" deyip çoluk çombalak bu filmi izlemeye girişmesin. Evet, Sausage Party bir animasyon, ama Dory'ye göre yelpazenin tam diğer ucundan. Bol küfürlü, bol bel altı esprili ve sadece yetişkinlere hitap eden patavatsız ve bilinçli olarak görgüsüz bir komedi. Bir süpermarketteki gıda maddeleri insanlar tarafından raftan alınıp eve götürüldüklerinde bir tür cennete kavuşacaklarına inanıyorlar. Önce eve götürülüp sonra markete iade edilen bir ürünün anlattıklarıyla korkunç gerçeği öğrendiklerinde, bu kez insanlara karşı organize olup bir kurtuluş savaşı başlatıyorlar. Sosisinden, sandviç ekmeğine, ketçapından, lavaşına çeşitli gıda ürünlerini Seth Rogen, Jonah Hill, Edward Norton, Salma Hayek gibi ünlü isimler seslendiriyor. Konuyu böyle anlatınca masum bir öykü gibi görünüyor ama inanın gerek diyaloglar, gerek olaylar çok fazla 18+ malzeme içeriyor. Yetişkinlere yönelik abaza çizgi film konsepti ilk başlarda ilginç gelse de, sonlara doğru bu "edepsizlikte sınırları acaba ne kadar zorlayabiliriz" çabası artık yorucu olmaya başlıyor.

FRAGMAN

Sausage Party (2016) on IMDb

Benim Notum: 5,5 / 10

14 Aralık 2016

130. Finding Dory


İlk başta, Finding Nemo'nun başarısından sonra Pixar bir koyundan iki post çıkarmaya çalışacak galiba diye biraz mesafeli yaklaşmıştım. Ama hayır, Finding Dory kendi ayakları üstünde duran, bağımsız bir hikayesi olan, gayet hızlı tempolu ve gayet de komik bir film. Ellen DeGeneres'in mükemmel bir şekilde hayat verdiği kısa süreli hafıza kaybından muzdarip Dory'nin maceralarını izlerken, Married with Children'dan Al Bundy'nin seslendirdiği Ahtapot Hank başta olmak üzere birçok iyi yazılmış ilginç karakterlerle ilgimiz hep ayakta kalıyor. Pixar zaten, küçükleri eğlendirirken büyükleri de duygusal olarak işine içine katma konusunda master yapmış bir şirket. Burada da, Dory ile birlikte bir yolculuğa çıkıyor, onun başına gelenleri önemsiyor ve ailesini bulmasını istiyoruz. Bu arada Dory bu kez "kayıp balık" değil, ailesi kayıp; yani aslında Finding Dory yerine Dory Finding daha doğru olacak gibi :) 


Finding Dory (2016) on IMDb

Benim Notum: 7,5 / 10

11 Aralık 2016

129. Nocturnal Animals


Daha açılıştaki David Lynch filmlerinden fırlamış gibi görünen 2-3 dakikalık bölümden, farklı ve tuhaf bir şeyler izleyeceğimizi anlıyoruz. Amy Adams Arrival'dan hemen sonra beynimize fazla mesai yaptıran bir diğer filmle yeniden karşımızda. Adams'ın canlandırdığı Susan karakteri Los Angeles'da bir sanat galerisi sahibi. Bir gün eski kocası Edward'dan (Jake Gyllenhaal) bir paket alıyor. Paketin içinde Edward'ın yazdığı ve Susan'a ithaf ettiği Nocturnal Animals / Gece Hayvanları adlı bir roman var. Susan romanı okumaya başlar başlamaz, biz de perdede üç ayrı öyküyü birbirine paralel olarak izlemeye başlıyoruz. Bir şimdiki zaman, iki romandaki ailenin Teksas'ta bir gece başlarına gelen korkunç olaylar ve üç Susan'ın Edward'la tanışıp evlendikleri yıllar. Ve bu üç hikayedeki ayrıntılar film ilerledikçe birbirleriyle kesişiyor. Örneğin şimdiki zamanda bir karakterin neden belli bir şekilde davrandığını romandaki bir detaydan çözüyorsunuz. Ya da evliliğin ilk yıllarında söylenen bir söz, romanın içindeki bir karakterin ağzında yeniden anlam buluyor.

Başrollerdeki Amy Adams ve Jake Gyllenhaal da iyiler, ama asıl büyük performanslar yardımcı erkek oyunculardan: Psikopat katil rolünde Aaron Taylor-Johnson ben bu yazıyı yazarken Altın Küre'ye aday oldu. Şerif rolündeki her daim güvenilir Michael Shannon için de bir Oscar adaylığı bekliyorum. Nocturnal Animals bizim daha çok moda tasarımcısı olarak bildiğimiz Tom Ford'un hem yazıp hem yönettiği çok katmanlı ve sofistike bir psikolojik gerilim. Tom Ford artistik hassasiyetini gerek kostüm ve dekorlarda, gerekse filmin farklı planlarındaki görsel detaylarda zaten gösteriyor. Ancak bence gerçek sürpriz, asıl branşı sinema olmayan bir sanatçının hikaye anlatımındaki bu farklılığı ve cesareti. Nocturnal Animals izledikten sonra üzerine düşündükçe içinizde büyüyen ve giderek ruhunuzu daha çok kaplayan bir film. Yılın en büyük sürprizlerinden. 

FRAGMAN

Nocturnal Animals (2016) on IMDb

Benim Notum: 8 / 10


10 Aralık 2016

128. War Dogs

Şimdiye kadar sadece komedi filmleri ile tanınan, meşhur Hangover serisinin de yönetmeni olan Todd Philips'in bohçasında meğer başka bilezikler de varmış. ABD’de 2008 yılında gerçekten yaşanmış bir olayı konu alan War Dogs, ordunun ihtiyacı olan silah ve mühimmat için Pentagon'un açtığı küçük ihalelerle işe başlayan, sonradan kimi sahtekarlıklarla işlerini iyice büyüten ve son olarak 300 milyon dolarlık Afganistan ihalesini kazanan iki genç arkadaşın serüvenini anlatıyor. Ana fikriyse, her türlü savaşın ardında bir ekonominin olduğu ve savaşların en çok sermayeye yaradığı. Yıllar önce Nicholas Cage'in başrolünde oynadığı Lord of War ve geçen seneki The Big Short'un bir karışımı gibi okunabilecek War Dogs baştan sona ilgiyle izlenen bir yapım. Filmin en önemli ve cezbedici özelliği izlediklerimizin gerçek olması. Ama bu dokümanter özelliklerinin dışında, karakterlerin arasında yaşananların pek de bir cazibesi yok. Yani sanki işin dramatik kısmını boşverip, bu iki genç girişimcinin Amerikan sisteminin boşluklarından yararlanıp nasıl milyarder olduklarını anlatan bir belgesel çekseler daha etkili olacakmış gibi. Çok kısa bir rolde görünen, filmin aynı zamanda yapımcısı olan Bradley Cooper ise War Dogs'un asıl gizli cevheri.

FRAGMAN

 War Dogs (2016) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10

9 Aralık 2016

127. Kubo and the Two Strings

Stop-motion tekniğiyle çekilmiş filmleriyle (Paranorman, Caroline, The Boxtrolls) tanınan Laika stüdyolarının dördüncü filmi Kubo and the Two Strings, bize Disney ve Pixar filmlerinden çok farklı bir dünya sunan şiirsel bir animasyon. Öyle ki filmi izlerken Japon yapımı olduğunu düşünebilirsiniz, ama değil Amerikan yapımı, tabii yapım ekibinde bir dolu Japon var. Büyüleyici görselliği, hüzünlü öyküsü ve yer yer korkutucu sahneleriyle Kubo sanki çocuklardan çok büyüklere hitap eden bir macera gibi. Bilgisayarlarda üretilmiş imajlar yerine, neredeyse tamamı el yapımı figürlerin hareketlerinin kare kare kameraya alınmasıyla çekilen filmde, harcanan emeğe saygı duymamak mümkün değil. Bir fikir vermesi için, kamera arkasını anlatan şu kısa videoya bir göz atabilirsiniz. Kubo görselliği ile nefes kesse de, hikayesi sanki yeterince etkileyici ve doyurucu değil. Temposu da zaman zaman çok düşüyor. Bir de, filmin kötü adamı olarak sunulan büyükbabanın bu kötülükleri neden yaptığı sorusu tam olarak aydınlatılamıyor ve havada kalıyor. Ana mesajı "anlatacak bir hikayeniz olsun" olan bir filmin hikaye anlatımında tökezlemesi manidar. Yine de, farklı bir animasyon izlemek isteyenleri memnun edecek bir yapım Kubo.

FRAGMAN

Kubo and the Two Strings (2016) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10

8 Aralık 2016

126. The Secret Life of Pets

Özellikle evinde bir köpek ya da kedi besleyenlerin çok daha fazla keyif alarak izleyecekleri bir film The Secret Life of Pets. Despicable Me ve Minions gibi filmlerin yapımcısı Illumination stüdyoları tarafından çekilen film, insanlar sabahları işe gittikten sonra evde kalan hayvanların o gün neler yaptığı sorusuna komik bir cevap sunmaya çalışıyor. Toy Story'deki oyuncakların yerini evcil hayvanların aldığı bir olay akışı ile ilk 15-20 dakikada ilgiyi ayakta tutan film, sonrasında pek de sağlam bir hikaye sunamayınca bocalamaya başlıyor. Yer yer güldüren esprileri olsa da, filmin mizahı ve aksiyonu daha çok oradan oraya atlayan, uçan, düşen hayvan görüntülerinden oluşuyor ve bu haliyle sanki birbirine eklenmiş Looney Tunes çizgi filmlerini andırıyor. Bir yıl sonra aklımızda kalmaz, ama eğlenceli olduğu kesin.

FRAGMAN

The Secret Life of Pets (2016) on IMDb

Benim Notum: 6,5 / 10