29 Mart 2010

2009'un En İyileri

Sinema sanatı ile yakından ilgileniyor ve arkadaşlarıma zaman zaman film tavsiyelerinde bulunuyorum. 2009 yılı için genel bir değerlendirme yapıp, izlediğim 150’ye yakın film içerisinden en iyilerini seçmeye çalıştım. Elbette bu “kişisel” bir listedir, sizin en iyileriniz bambaşka başlıklardan oluşabilir. Benim için bu yazıyı hazırlamanın keyifli tarafı, filmler üzerinde yeniden düşünme ve filmleri izlerken yaşadığım duyguları yeniden yaşama fırsatını bulmak oldu. İşte ters sıralama ile 10’dan 1’e 2009 yılının en iyileri:

10. The Reader – Okuyucu: Film temelde, 15 yaşında tıfıl bir delikanlı iken ateşli aşk yaşadığı kadının, yıllar sonra bir Nazi savaş suçlusu olarak yargılanmasına tanıklık eden bir Alman avukatın iç hesaplaşmalarını anlatıyor. Tek bir gerçeği açıklayarak ömür boyu hapis cezasından kurtulabilecekken, bu sırrı saklamayı tercih eden kadındaki performansıyla Kate Winslet Oscar’ı da kapmıştı. Erotizm dozu yüksek bir aşk hikayesi gibi başlayan ve ilk yarısında biraz sıkan film ikinci yarısında vites değiştiriyor ve gurur, adanmışlık, iyilik/kötülük gibi kavramları yeniden sorgulamamıza yol açan çarpıcı senaryosu ile övgüyü hak ediyor. Sabredilmeli ve izlenmeli.

9. Doubt – Şüphe: “60’lı yıllarda bir kilisedeki bir rahip ve iki rahibenin aralarındaki güç mücadelesi” diye söze girdiğimde esnemeye başlayacağınızdan eminim. Böyle bir hikaye ne kadar ilginç olabilir ki, değil mi? Ama işte aktörlük ya da oyunculuk dediğimiz “zenaat” böyle bir şey. İyi icra edildiğinde bir filmi 100 dakika boyunca gözünüzü kırpmadan tıpkı bir gerilim filmi izler gibi izlemenizi sağlayabiliyor. Meryl Streep, Philip Seymour Hoffman ve Amy Adams tam anlamıyla döktürüyorlar. Tek bir sahnede görünmesine rağmen hafızalarımıza kazınan Viola Davis de onlara eşlik ediyor. Yılın en başarılı filmlerinden biri, “şüphe”niz olmasın.

8. Slumdog Millionaire - Milyoner: Danny Boyle’un, Bombay’lı bir yetimin acıklı öyküsünü “Kim 500 Bin İster” yarışması ile harmanladığı filmi, aslında bir Oscar filminden beklenmeyecek derecede karanlık ve rahatsız edici sahneler de içeriyordu. Ancak tüm trajedik öğelerine rağmen filmin içine sinmiş olan coşku, biraz da sürpriz bir şekilde onları “En İyi Film” Oscar’ına kadar götürdü. Film boyunca günümüz Hindistan’ının gerçeklerini tüm çıplaklığıyla anlatan Danny Boyle, filmin sonunda danslı şarkılı Hint filmlerine bir selam göndermeyi de ihmal etmiyordu.

7. The Hangover – Felekten Bir Gece: Eh, bu kadar iç karartmak yeter. İşte senenin en başarılı komedisi. Bekarlığa veda partisi için gittikleri Las Vegas’ta, ertesi sabah otel odalarında bir kaplan, bir bebek ve eksik bir diş ile uyanan ve bir gece önce ne olduğunu anlamaya çalışan üç arkadaşın müthiş eğlenceli hikayesi. Son zamanlarda sıkça karşılaştığımız, cesur olacağım derken ayarını şaşıran modern Amerikan komedilerinin aksine Felekten Bir Gece baştan sona güldürmeyi gerçekten başarıyor.

6. Public Enemies – Halk Düşmanları: “En beğendiğin yönetmen kim?” diye sorsanız “ölmüşlerden Stanley Kubrick, yaşayanlardan Michael Mann” derim. Michael Mann de tıpkı Kubrick gibi az ama öz film çekenlerden. CV’sinde The Last of the Mohicans (1992), Heat (1995), Collateral (2004) gibi unutulmaz filmleri barındıran Mann, Halk Düşmanları’nda yine detaylara hakimiyetini konuşturuyor. Üstad bu kez 1930’lu yıllar Amerika’sının meşhur banka soyguncusu John Dillinger’ın hayatını, onu sempatikleştirmeye çalışmadan anlatırken, ev eşyaları, giysiler, saç stilleri, hatta insanların konuşma tarzları gibi döneme ait detayları tüm otantikliği ile perdeye yansıtmayı başarıyor.

5. District 9 – Yasak Bölge 9: İşte son senelerin en özgün bilim-kurgu filmlerinden biri. Uzaylı yaratıkların New York, Londra gibi şehirleri pas geçip Johannesburg’u seçmesi ile başlayan ilginçlikler, bir haber program şeklinde kurgulanmış giriş bölümü ile devam ediyor. Sonrasında ise “uzaylı ziyaretçiler” temasının aslında yalnızca bir metafor olarak kullanıldığını ve Güney Afrikalı yönetmen Neil Blomkap’ın vahşi kapitalizm, ırkçılık ve ötekileştirme üzerine yaman sözler sarfetmekte olduğunu yavaş yavaş farkediyorsunuz. Ama “politikayla işim olmaz” diyenlerdenseniz, Yasak Bölge 9 birinci sınıf görsel efektleri ve aksiyon sahneleri ile de sizi tatmin edecektir.

4. Up – Yukarı Bak: Animasyon deyip geçmemeli. Disney Pixar ortaklığı tıpkı geçen senelerdeki Wall-E ya da Kayıp Balık Nemo’da olduğu gibi, iyi bir animasyonun sadece çocuklara yönelik olmayabileceğini kanıtlıyorlar. Hatta Yukarı Bak belki de benzerleri arasında en “her yaşa göre” olanı (ben oğlumdan daha çok beğendim, öyle söyleyeyim). Filmin teknik düzeyi her zamanki gibi üstün, grafik çalışması ve renk kullanımı son derece başarılı. Ancak bence Yukarı Bak’ın gerçek başarısı filmin geneline yayılmış o yoğun duygusallıkta yatıyor. Yaşlı çiftin yaşam özetinin sessiz sinema üslubuyla ve en iyi müzik Oscar’ını alacak unutulmaz bir müzikle verildiği giriş bölümü ile başlayan o duygusallık sizi tüm film boyunca bırakmıyor.

3. The Hurt Locker – Ölümcül Tuzak: Bağımsız şirketlerin çektiği filmlerin başına Türkiye’de bazen ilginç şeyler gelebiliyor. Efendim bu film 3-4 ay kadar önce sessiz sedasız Türkiye sinemalarında gösterildi, sonrasında Kasım ayında D-Smart’ta ekranlara geldi. Son olarak da birkaç gün önce Hürriyet gazetesi tarafından DVD’si verildi. Sizin belki görüp de gazete promosyonu diye burun kıvırdığınız Ölümcül Tuzak bu yıl En İyi Film ve En İyi Yönetmen dalında Oscar’a aday olacak (sonra demedi demeyin). Irak’ta görevli bir bomba imha uzmanının hikayesini, savaşta kimin haklı olduğuna hiç girmeden anlatan Kathryn Bigelow çok sağlam bir iş çıkarmış.

2. Inglorious Basterds – Soysuzlar Çetesi: En beğendiğim yönetmenler listesinin ikinci sırasını rahatlıkla alacak olan Quentin Tarantino bu sene bence Pulp Fiction’dan sonraki en iyi çalışmasıyla döndü. Kendi yazdığı cüretkar senaryosu ile alternatif bir II.Dünya Savaşı öyküsü anlatan Tarantino, yine ustalığını konuşturuyor. Kimi eleştirmenler tarafından, eğlendirme pahasına yakın tarihin çok iyi bilinen üzücü gerçeklerini sorumsuzca deforme etmekle suçlansa da Soysuzlar Çetesi müthiş gerilim içeren diyalogları (baştaki kır evi sahnesi, lokantada geçen ve silahların konuşması ile biten bölüm, vb..) ve Nazi subayında Christopher Waltz’ın unutulmaz oyunu ile (yardımcı erkek dalında bir kesin Oscar ödülü daha) hafızalarımıza kazınıyor.

1. Avatar: Hadi bakalım, “tüm zamanların en çok gişe hasılatı” ünvanını almış bir filmi popülist yaftası yemeden nasıl översiniz? Belki önce teknik unsurlarından başlamak lazım: Avatar müthiş bir beklenti ile gösterime girdi ve bu beklentiyi hiç boşa çıkarmadı. Son yıllarda ilk kez bir film 3D teknolojisinin gerçek potansiyelini tam anlamıyla kullanmayı başarıyordu. 1997 yılında çektiği Titanic’ten bu yana 12 yıldır bu film için hazırlanan James Cameron hiç görmediğimiz bir dünyayı tüm detayları ile (ağaçları, hayvanları, yerlileri) en baştan yaratıyor ve bizi o dünyanın içinde gezintiye çıkarıyordu. Ve bu gezintinin hiçbir anında gördüklerimiz bize yapay gelmedi, herşey çok gerçekti. Film nefes kesen bir görselliğe sahip olsa da, sadece bilgisayar efektlerine yaslanmış içi kof bir eğlencelik değildi. Düzgün bir hikayesi vardı, karakterler üzerinde iyi çalışılmıştı. Öyle ki, film 3 boyutlu izlenmese de hemen hemen aynı beğeni düzeyini tutturuyordu. Elbette eleştirenler de oldu Avatar’ı. Onlara göre Cameron bir yandan savaş karşıtı gibi görünüp, öte yandan savaşın araçlarını (acayip helikopterler, dev robotlar, vs..) ve onların yol açtığı yıkımı tüm ihtişamıyla sergileyerek aslında bir bakıma savaşı yüceltiyordu. Çok katılmasam da, anlayabiliyorum. Filmin tek kusuru da bu olsun. Ama diğer tarafta görülmemiş bir görsellik, insanı çekip içine alan bir masal dünyası, sinema sanatının eriştiği en yüksek zirvelerden biri olan ve başyapıt tanımlamasını hakeden şaşırtıcı bir film var. Sanat eserlerini sadece beynimizin sol yarısını kullanarak (“şimdi burada aslında nasıl bir mesaj var?” diyerek) analiz etmemek lazım. Bir filmin (ve giderek tüm sanatın) asıl gücü bizde yarattığı etkidir: kalbimizi daha hızlı çarptırması, içimizde bir coşku yaratması,… Avatar’ı izlediğim salonda Türkiye’de hiç rastlamadığım bir sahne yaşandı: Filmin sonunda Jake Sully Na’vi olarak yeniden doğup perdede Avatar yazısı belirdiği anda tüm salon alkışlamaya başladı. Bu, işte az önce sözünü ettiğim başarılı bir sanat eserinin içimizde yarattığı coşkunun dışavurumuydu (alkışları başlatan ben miydim yoksa).

Emre Çoğulu, 30.01.2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder