31 Ocak 2017

Jackie

Şilili yönetmen Pablo Larrain'in yönettiği Jackie, 1963 yılında bir suikaste kurban giden Amerikan başkanı John F.Kennedy'nin eşi "First Lady" Jacqueline Kennedy'yi anlatıyor. Ama bu geleneksel anlamda bir biyografik çalışma değil. Jackie Kennedy'nin tüm hayatını gözden geçirmek yerine, çok spesifik bir döneme, suikastten hemen sonraki saatlere ve günlere odaklanıyoruz. Jackie herşeyden önce yoğun bir karakter analizi çalışması. Yönetmen Pablo Larrain, zaman çizgisinde ileri geri zikzaklar yaparak ilerleyen bir kurgu eşliğinde, Jackie'nin suikastten sonra yaşadıklarını aktarırken, onun psikolojisinin derinliklerine inmeye çalışıyor. Jackie bir yandan bu kişisel trajedinin yıkımını yaşarken, bir yandan da toplum gözündeki imajının nasıl olması gerektiğine kafa yoruyor. Mesela, bir yandan çocuklarına babalarının neden öldüğünü anlatmaya çalışırken, diğer yandan o kısacık bir hafta içinde kocasının anısını yüceltmek için elinden geleni yapıyor. Cenazenin nasıl olması gerektiği ve Kennedy'nin nereye gömüleceği gibi konularda aktif rol alıyor.

Jackie tek kişilik bir tiyatro oyunu gibi. Filmin %80'inde perdede Jackie'nin çok yakın planlarla çekilmiş ıstırap içindeki yüzünü görüyoruz. Başka karakterler de zaman zaman Jackie ile aynı kareye giriyorlar, ama onların tek işlevi Jackie ile konuşmak, onun düşüncelerini söyleyebilmesini sağlamak. Örneğin, bir rahiple yaptığı konuşmalar, normalde çevresine karşı soğuk bir duvar gibi görünen Jackie'nin iç dünyasını açtığı nadir anlar olarak kayda geçiyor. Filmin gri puslu görüntüleri senaryonun depresif tonuna eşlik ediyor. Mica Levi’nin bir ayin müziğini andıran, bilerek akordsuz melodileri de bu kasvetli atmosferin yaratılmasına katkıda bulunuyor. Yönetmen Pablo Larrain'in en iyi yaptığı şey, bu görkemli keder duygusunu bıçakla kesilecek kadar somut bir şekilde önümüze koyması. Bunda kuşkusuz kendisini role iyice adamış görünen Natalie Portman’ın büyük katkısı var. Ama bu, insanı alıp götüren, aktörün karakterin içinde kaybolduğu bir performans değil. Reklamcılıkta bir tabir vardır, "ürünün önüne geçmek" diye. Burada da sanki Natalie Portman oynadığı karakterin önüne geçmiş. Perdede sürekli çok çabalayan bir Natalie Portman görüyoruz, Jackie'yi değil. Yine de bu sene Black Swan'dan sonra ikinci Oscar'ını alabilir. Black Swan demişken filmin yapımcısı, daha önce Black Swan'da Natalie Portman'ı yöneten Darren Aronowski.

Jackie'nin kaliteli bir iş olduğunu kabul etmekle beraber, kendimi bu filmi ikinci bir kez izlerken hayal edemiyorum. Çünkü gerçekten çok ağır, kasvetli, insanı karamsarlığa iten, matem havasında geçen bir 100 dakikadan söz ediyoruz. Larrain'in bir önceki filmi, sürgüne gönderilmiş rahipleri anlatan El Club da yine böyle keskin ama izlemesi zor bir filmdi. Bu da öyle. Fularlı arkadaşlar kusura bakmasınlar, ama bu "yeniden izlenebilirlik" kriteri benim için önemli.

Bu yorumun YouTube videosu

FRAGMAN

Jackie (2016) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10








27 Ocak 2017

Passengers

Jennifer Lawrence ve Chris Pratt'in başrollerini paylaştıkları Passengers uzayda geçen bir Robinson Crusoe hikayesi olarak başlıyor. Uzayda yeni kurulacak bir koloniye dünyadan insanları taşıyan Avalon adlı uzay gemisinde tüm yolcular kapsüller içerisinde uyutulmuştur. Çünkü yolculuk 120 yıl sürecektir. Uyku kapsülündeki teknik bir arıza sebebiyle Jim Preston adlı yolcu uyanması gereken zamandan 90 yıl önce uykusundan uyanır. Koca gemide yapayalnız olduğunu anlayan ve yeniden uyumanın bir yolunu da bulamayan Jim uyuyan yolcular arasında görüp aşık olduğu Aurora’yı da kaderine ortak etmeye karar verir ve Adem'le Havvamız uzay yolculuklarına baş başa devam ederler.

Filmin yönetmeni 2014 yılında benim de çok sevdiğim The Imitation Game - Enigma'yı çeken Morten Tyldum. Passengers öncelikle görsel olarak iyi tasarlanmış, perdede şık görünen bir film. Stanley Kubrick'in 2001: Bir Uzay Macerası başyapıtına selam gönderen set tasarımları ve görsel efektleri gayet başarılı. Bu hafta açıklanan Oscar adaylıklarında filmin prodüksiyon tasarımı dalında adaylık alması sürpriz değil. Filmin diğer Oscar adaylığı ise Thomas Newman'ın müzikleri için geldi. Görsel efektler başarılı demiştim, özellikle gemide yerçekiminin devre dışı kaldığı bir an var,  o bölümde su kütlesinin boşlukta serbestçe dolaştığı havuz sahnesi kesinlikle etkileyici. Passengers hikaye olarak da belli bir potansiyele sahip, ama bu potansiyel tam olarak değerlendirilemiyor.

Filmin üçte ikilik bölümü aslında ilginç olabilecek bir vicdani ve ahlaki muhasebe alıştırması sunuyor bizlere. Hayatının tamamını bir uzay gemisinde yapayalnız geçirecek bir adamın, artık delirmek üzereyken kendine yarenlik etsin diye başka bir yolcuyu uyandırması korkunç bir suç mudur, yoksa bu aşağılık hareket onun açısından bakınca anlaşılabilir bir şey midir? Siz olsanız ne yapardınız? Aurora açısından bakıldığında da hayatının aşkını bulmak ve bütün hayatını onunla başbaşa geçirmek güzel bir şey gibi görünebilir, ama kendisine sorulmadan geleceğinin elinden alınmasına ne diyeceğiz? Film aslında bu sorulara odaklansa, baya felsefi ağırlığı olan daha nitelikli bir yapıma dönüşebilecekmiş. Ama 75.dakikadan sonra "seyirci patlamalı çatlamalı action ister" diyen stüdyo yöneticileri devreye giriyor ve film yüksek bütçeli ama yavan bir "batan gemiyi kurtarma" hikayesine dönüşüyor. Filmin sanki son 40 dakikası ile ilk 70 dakikası farklı iki kişi tarafından yazılmış gibi.

Yönetmen Tyldum bazı tercihlerini daha farklı yönde kullansaymış karşımızda çok daha iyi bir film olabilirmiş. Mesela hikaye akışı aslında böyle kronolojik bir şekilde değil de, sondan başa doğru olsaymış daha merak uyandıran hale gelebilirmiş. Yani filmin başında uzay gemisinde seyahat eden iki yolcu görsek, onları tanısak, filmin sonlarına doğru ise Aurora aslında kendisini Jim'in uyandırdığını keşfetse daha ilginç olmaz mıydı? Böyle düz bir şekilde anlatınca hikaye hiçbir sürpriz ya da yenilik içermiyor. Tıpkı anlattığı uzay gemisi gibi filmin kendisi de sanki otomatik pilotta gidiyor. Çarpıcı set tasarımları ve parlak cilalı görseliyle göz dolduran, ama orjinal olabilecek konusunu kolay bir şekilde harcayarak klişelere boğulan bir film önümüzde. Kaçırılmış bir fırsat.

Bu yorumun YouTube videosu

FRAGMAN

Passengers (2016) on IMDb

Benim Notum: 6 / 10


22 Ocak 2017

Queen of Katwe

Hintli kadın yönetmen Mira Nair'in yönettiği Queen of Katwe, Uganda'da yoksulluk ve sefalet içinde yaşamaktayken satranç sayesinde hayatı değişen 10 yaşındaki Phiona Mutesi'nin gerçek öyküsünü anlatan bir Disney yapımı. Film Türkiye'de gösterime girerken herhangi bir Türkçe isim verilmemiş. Bunun da nedeni şu olabilir: Satrançtaki vezire İngilizce'de "queen" deniyor. Katwe de kızımızın yaşadığı gecekondu mahallesinin adı. Ama şimdi "Katwe'nin Veziri" deseler Phiona'ya uymayacak, o yüzden filmin aslında satrançla bağlantı kuran ismini Queen of Katwe olarak bırakmışlar.

Queen of Katwe, bir Disney filminden beklenmeyecek bir gerçekçiliğe sahip. Uganda'daki yoksul halkın verdiği yaşam mücadelesi, o çamur içerisindeki mahalleler, doğru dürüst duvarı bile olamayan derme çatma barakalar yürek burkan şekilde tüm çıplaklığıyla yansıtılmış. Belgesel yönetmenliğinden gelen Mira Nair, tamamı Afrika'da çekilen filmde, otantik görüntüleri yakalamadaki ustalığını göstermiş.

Elbette Phiona'nın öyküsü "sıfırdan başlayıp zirveye çıkan sporcu hikayesi"nin tüm formüllerini birebir takip ediyor. Hikayedeki virajları ve hikayenin sonunu en baştan tahmin edebiliyorsunuz. Ama film en azından bunu iyi oyuncular eşliğinde ve düzgün bir şekilde yapıyor. Tıpkı canlandırdığı Phiona gibi kendisi de Uganda'nın yoksul bir köyünden gelen ve daha önce hiçbir oyunculuk tecrübesi olmayan Madina Nalwanga bu ilk denemesinde etkileyici bir performans sergiliyor. İki sene önce Selma filminde Martin Luther King olarak izlediğimiz David Oyelowo ve 12 Yıllık Esaret ile Oscar kazanan Lupita N'yongo da ona eşlik ediyorlar.    

Bu Disney yapımı maalesef Türkiye'de çok az salonda gösterime girdi, örneğin benim yaşadığım İzmir'de tek bir salonda ve sadece bir hafta gösterildi ve apar topar kalktı. Halbuki ilgiye değer bir film. Spor filmi klişelerine fazlaca sahip olsa da ve tahmin edilebilir olsa da, insanı iyi hissettiren, küçük, sıcak bir aile filmi. Filmin satranç hamleleri ile gerçek hayat arasında bağlantılar kuran mesajları da bence başarılı. Özellikle satranca yeni başlamış, ya da satranca başlatmayı düşündüğünüz bir çocuğunuz varsa mutlaka onunla birlikte izleyin.

Bu yorumun YouTube videosu

FRAGMAN

Queen of Katwe (2016) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10

20 Ocak 2017

Snowden


Oliver Stone'un yönettiği Snowden, 2013 yılında bizde de haber bültenlerine ve gazetelere yansıyan gerçek bir olayı anlatıyor. Bir CIA çalışanı olan Edward Snowden Amerikan hükümetinin tüm dünyada milyonlarca kişinin e-maillerini izlediğini, cep telefonu görüşmelerini dinlediğini öğreniyor ve bu bilgiyi basına sızdırmaya karar veriyor.

Snowden iyi bir film, ama eksikleri de yok değil. Öncelikle artılar dersek: oyuncu performansları gayet iyi. Joseph Gordon-Levitt kendini hem görünüş, hem de ses tonu olarak gerçek hayattaki Edward Snowden'a şaşılacak derecede benzetmiş. Divergent serisinden tanıdığımız Shailene Woodley ve kısa bir rolde izlediğimiz Nicolas Cage de iyiler.

Film, Edward Snowden ismini hiç duymamış ya da 2013'teki olayları bilmeyenler için konuya iyi bir giriş teşkil ediyor. Anlatılan olaylar özel hayatlarımızın nasıl gözetlenebildiğini göstermesi açısından birçok seyirciye şaşırtıcı ve sarsıcı gelebilir. Eminim filmi izledikten sonra birçoğunuz dizüstü bilgisayarlarınızın kamerasını bantla kapatacaksınız.

Öte yandan bunun bir Oliver Stone filmi olduğunu düşünürsek, beklentileri tam olarak karşılayamadığını da söylemek lazım. Oliver Stone, filmlerinde politik tavrını keskin bir şekilde ortaya koyan, provokasyonu seven bir yönetmen. JFK, Platoon, Doğum Günü 4 Temmuz gibi çok başarılı filmlerinde Oliver Stone öfkesini güçlü bir sinema diliyle ortaya koyar, sinemadan çıktığınızda sizin de onunla birlikte öfkelenmenizi ister ve bunu da çoğu zaman başarır.

Snowden'da ise Oliver Stone sanki biraz marine edilmiş, biraz sirkeye yatırılmış gibi. Daha önceki filmlerinden bildiğimiz enerjik tarzı yok. Snowden yer yer durağanlaşan, miskinleşen bir yapım. Oliver Stone'un Snowden'ın hayatındaki herşeyi anlatmaya girişmesi de tempoyu düşürüyor. Bu 2 saat 15 dakikalık filmin hikaye örgüsünde aslına bakarsanız iki temel kilometre taşı var: A) Snowden CIA'ye girer ve B) Snowden gizli belgeleri basına sızdırmaya karar verir. Film bizi işte bu A noktasından B noktasına götürene kadar tam iki saat geçiyor. Bu süre boyunca, Snowden'ın yaşadığı hayal kırıklıklarını ve bunun özel hayatına yansımalarını izliyoruz. Bir de tabii filmin anlattığı öykü ilginç olsa da, gerçek hayattaki Snowden'ın karakteri de, hayat hikayesi de sıkıcı.

2014 yılında en iyi belgesel dalında Oscar ödülü alan ‘Citizenfour’ da aynı öyküyü bu kez bir belgesel şeklinde anlatıyordu. “Snowden”, “Citizenfour”un anlattıklarından daha çarpıcı bir şey söyleyemiyor maalesef. Hatta çoğu zaman onun yarattığı etkinin bile altında kalıyor. Ama yine de belgesel izlemek istemeyenler ve bu çarpıcı gerçekten haberdar olmak isteyenler için Snowden iyi bir başlangıç noktası olabilir.

Bu yorumun YouTube videosu

FRAGMAN

Snowden (2016) on IMDb

Benim Notum: 6,5 / 10



14 Ocak 2017

1 Ocak 2017

Yıl Sonu Mesajı


İşte oldu!.. Biraz son dakikaya kalsa da, 150 filmi tamamladım. Takip eden, yorum yazan, destek olan, güzel mesajlarıyla teşvik eden tüm dostlara çok çok teşekkürler. 

Yeni yılda da -bu kez farklı bir mecrada- sinema konuşmaya devam. Bol sinemalı günler herkese. Ben 150 izledim, siz daha çok izleyin.