30 Temmuz 2010

93. Brooklyn's Finest

Denzel Washington'ın yıllar sonra ilk Oscar'ını almasına vesile olan Training Day'in yönetmeni Antoine Fuqua bir kez daha polislerin dünyasına karanlık ve sert bir bakış atıyor. Film, Brooklyn'de görev yapan ve her biri farklı geçmişlere sahip üç polis memurunun hikayelerini birbirine paralel bir şekilde anlatırken, Richard Gere, Don Cheadle ve Ethan Hawke'dan oluşan başrol üçlüsü etkileyici performanslar sunuyorlar. Solda gördüğünüz afişteki illüstrasyonun tersine film boyunca bu üç karakter hiç bir araya gelmiyor, ta ki silahların konuştuğu o ilginç finale kadar. Biraz izleyicisinden sabır isteyen, depresif bir seyirlik. Ama iyi bir "film noir/kara film" örneği. (7)  

28 Temmuz 2010

94. Daybreakers

Bu filmin herhalde en büyük şansızlığı, her taşın altından bir vampirin çıktığı (Twilight, True Blood, vs..) böyle bir dönemde gösterime girmiş olması. Ama bu oldukça farklı bir vampir hikayesi. Yıl 2019; bir salgın sonucu dünyadaki neredeyse tüm insanlar vampire dönüşmüş. Vampir ırkının devamı için kalan bir avuç insanın kanı çok değerli hale geliyor. Bir yandan vampirler insanları avlamaya devam ederken, kendisi de bir vampir olan adamımız Ethan Hawke bir grup insanla işbirliği yaparak tüm vampirleri yeniden insana dönüştürecek bir sırrın peşinde koşuyor. İyi bir bilimkurgu/gerilim, ben beğendim. Eğer bu sene bir adet vampir filmi izleyecekseniz, izleyeceğiniz film insanın içini bayan Alacakaranlık saçmalıkları yerine bu olsun. Ama filmin David Cronenberg'i kıskandıracak kadar kanlı olduğunu da söylemem lazım: 100 dakika boyunca kimse sessiz sedasız ölmüyor, ya kafalar kollar kopuyor, ya da  vücutlar bomba gibi patlayıp etrafa saçılıyor. Midesi hassas olanlar dikkat. (7,5)

27 Temmuz 2010

95. Banlieue 13

Bu sene, bir alt maddedeki Ultimatum önüme gelince, öncelikle 2004 yapımı ilk filmi izlemem gerekti. Luc Besson'un senaryosunu yazdığı ve Pierre Morel'in yönettiği Banliyö 13 aksiyon meraklılarını fazlasıyla memnun edecek bir Fransız filmi.(Söyleyin bakalım, Besson/Morel ikilisini başka hangi filmlerden hatırlıyoruz? Cevabı bu paragrafın sonunda). Elbette sinema sanatına yepyeni ufuklar açacak oturaklı bir eser bekleyenler başka yere baksınlar. Ama istediğiniz, bir dakika durmayan çılgın bir tempo, müthiş akrobatik hareketler ve güzel uzakdoğu dövüş sahneleri ise Banliyö 13 tam size göre! Filmin başrol oyuncularından David Belle aynı zamanda Parkour denilen ve kısaca "metro otobüs filan kullanmayıp gideceğiniz yere bir çatıdan diğerine hoplayarak ulaşmak" şeklinde özetleyebileceğimiz modern çağ sporunun mucidi.(Yukarıdaki sorunun cevabı: Taken ve From Paris With Love) (7,5) 

96. Banlieue 13 - Ultimatum

Luc Besson 2004 yapımı Banliyö 13'teki formülü altı yıl sonra aynen yeniden uygulamış. Öyle ki, benim gibi iki filmi arka arkaya izlerseniz sanki tek bir uzun filmi iki taksitte izlemiş gibi hissediyorsunuz. Herşey aynı (tek fark bu kez yönetmen koltuğunda Patrick Alessandrin var), ama doğrusunu söylemek gerekirse bu tekrardan pek şikayet eden de yok. Çünkü yine müthiş kovalamaca sahneleri, yine hiç durmayan bir aksiyon. Bu kez parkurcu David Belle'den çok, kung fu'cu Cyril Raffaelli daha bir ön plana çıkmış.  (7)

24 Temmuz 2010

97. Knight and Day

Amerika'da yaz aylarında gösterime çıkan filmler genelde bol bütçeli, bol patlamalı, bol bilgisayar efektli ama akıl fikirden yoksun aksiyon filmleridir (örnek: Transformers, A-Takımı, vb..). Knight and Day'in bir aksiyon/komedi olduğunu duyduğumda açıkçası beklentim hiç de yüksek değildi. Hatta fragmanını gördükten sonra da filmin içi boş bir eğlencelik olduğuna dair korkularım devam ediyordu. Ah ama ne güzel bir yaz sürprizi! Birincisi, bu film gerçekten çok eğlenceli. Amerikalı eleştirmenler böyle durumlar için "a roller-coaster ride" derler, biz Türkçe'ye "sanki lunaparkta 2 saat geçirmişsiniz gibi" diye çevirelim. Gerçekten de öyle... İkincisi ise, bu hiç de "içi boş" bir eğlence değil. Senaryo çok iyi yazılmış, espriler belli bir zekanın ürünü. Tom Cruise ve Cameron Diaz çok iyi bir ikili oluşturuyorlar. Artık yaşlanmaya başladıkları yüzlerindeki çizgilerden açıkça belli olsa da, aralarında bu tür aksiyon ikililerinde ender gördüğümüz bir kimya mevcut. Cruise ve Diaz'ın daha önce Vanilla Sky'ı da performansları ile çakılmaktan kurtardıklarını hatırlatalım. Sonuç olarak, yorucu bir iş günü ya da haftası sonrasında sinemaya gidiyorsanız, tüm stresinizi alacak, gerçekten eğlenceli bir seçenek. (8)

23 Temmuz 2010

98. Toy Story 3

Bu blogun okurları animasyon sinemasına olan ilgimi zaten biliyorlar. İyi bir animasyonun sadece çocuklara yönelik olmadığını bir kez daha anlatmama gerek yok. Toy Story 3, serinin daha önceki halkalarından alıştığımız yüksek standardı koruyor, hatta zaman zaman onların üzerine çıkıyor. Öyle ki, bu filmin 2010'un en iyi animasyonu olduğunu şimdiden söyleyebilirim. Komik ve heyecanlı sahnelerin yanısıra bu üçüncü (ve belki de son) Toy Story özellikle de yetişkinler için son derece duygusal  bazı dakikalar da vaat ediyor. Filmin sonunda yanımdaki oğluma çaktırmadan gözyaşlarımı silerken, Andy'nin oyuncaklarına vedasından neden bu kadar etkilendiğimi düşündüm. Cevabı şu: Hepimizin çocukluğumuz ile hala çok kuvvetli bağlarımız var ve bu hikaye hayalden oyunlar kurduğumuz o en saf, en masum ve en özgür dönemimizi bize hatırlatıyor. Çocuğunuzu alın ve Oyuncak Hikayesi'ne gidin. Çocuğunuz gelmezse, siz yine de gidin (8,5)    

10 Temmuz 2010

99. From Paris With Love

The Big Blue, Nikita ve Leon gibi filmleri ile zamanında bizleri mest eden Fransız yönetmen Luc Besson, son yıllarda yeni bir geçim kaynağı buldu: Bir Hollywood yıldızını Paris'e getirip, senaryosunu bizzat yazdığı ve yapımcılığını üstlendiği aksiyon filmlerinde oynatmak, yönetmenlik koltuğunu ise daha genç Fransız yönetmenlere bırakmak. 2008 yılının bence en başarılı aksiyon filmlerinden Liam Neeson'lı Taken'da bu formül işe yaramıştı. Ancak Taken'ın yönetmeni Pierre Morel'in Luc Besson'la üçüncü ortaklığı (birincisi bizde pek bilinmeyen Banliyö 13'tü) maalesef ki o seviyenin çok uzağında. Taken'daki gerçeklik duygusu gitmiş, tamamen klişelere dayanan ve inandırıcılıktan çok uzak bir öykü gelmiş. "Ah ne sevimli ikili" dememiz beklenen Travolta ile Rhys-Meyers arasında ise o kimyadan eser yok. Ha, ama "senaryo derdimiz değil, arkadaşlarla toplandık, şöyle birkaç güzel patlama sahnesi olsun, bizim olsun" diyorsanız, buyrun, bira, cips ve çerezin yanında sevgilerle tüketin. (5,5)