29 Haziran 2011

70. Senna

Üç kez dünya şampiyonu olduktan sonra 34 yaşında ölen Brezilyalı efsanevi Formula1 yarışçısı Ayrton Senna'nın hikayesi. Senna'yı izlerken insan kameranın gücünü bir kez daha keşfediyor. Belli ki yönetmen Asif Kapadia bu proje için çok iyi bir arşiv çalışması yapmış, Japon televizyon kanallarının yaptığı çekimlere varıncaya kadar Senna ile ilgili kayda geçmiş neredeyse tüm görüntülere ulaşmış, üstelik de 20-30 yıl önce yapılan çekimlerden bahsediyoruz. Sonuçta da ortaya her dakikası gerçek, nefes kesici bir yapım çıkmış. Özellikle rakibi Alain Prost ile gerek pist üzerinde gerekse pist dışındaki çekişmelerinin anlatıldığı bölümler müthiş dramatik sahneler içeriyor. Yarış tutkunları zaten iki elleri kanda olsa görmeli, ama araba yarışları ile hiç ilgisi olmayanlar da Senna'yı ilgiyle izleyeceklerdir. Karşımızda çok iyi anlatılmış, etkileyici bir insan hikayesi var çünkü... (8) 

28 Haziran 2011

69. Super 8

Super 8, iki Steven Spielberg klasiği E.T. ve Jurassic Park'ın bir tür karışımı gibi olmuş. Konunun gelişimi, küçük kasabanın sokaklarında bisikletleriyle dolaşan  çocuklar filan E.T.ye çok benziyor, ancak yaratık E.T. kadar masum değil (film sinemalarda  7+ olarak oynuyor ama 8 yaşındaki bir çocuk epey ürkebilir). Bu kez afişe ismini sadece yapımcı olarak koyduran Spileberg, yönetmenlik koltuğunu bir zamanlar asistanlığını yapan, sonrasında ise Lost ile köşeyi dönen J.J.Abrams'a bırakmış. Bu iki usta isim yan yana gelince beklenti de yüksek oluyor haliyle... Super 8 o beklentiyi karşılayacak derecede, bilim-kurgu tarzında çığır açan bir film değil. Ancak hoş nostaljik lezzetler içeren iyi bir film. Bu nostaljik tad filmin 70'lerde geçmesinden değil, daha çok E.T., Close Encounters of the Third Kind gibi "erken dönem" Spielberg filmlerinin tarzını başarıyla yeniden canlandırmasından kaynaklanıyor.  J.J Abrams 90 sonrasında doğan yeni nesiller için bir "Spielberg filmi" yapmak istemiş, bunu da başarmış. Çocuk oyuncuların hepsi iyi, ama özellikle Alice'i canlandıran Elle Fanning'e dikkat! (7,5)  SİNEMADA İZLENDİ

21 Haziran 2011

68. X-Men: First Class

Marvel çizgi romanlarından X-Men'in sinema uyarlamaları 2000'li yıllarda dahi çocuk Bryan Singer (The Usual Suspects) yönetmenliğindeki ilk iki filmle parlak bir başlangıç yapmış, 2006'daki üçüncü filmle birlikte serinin kalitesi düşmeye başlamıştı. Son olarak iki sene önce çekilen Wolverine ise neredeyse televizyon dizisi kıvamında tatsız tuzsuz bir şeydi. Şimdi tıpkı Fast and Furious'da olduğu gibi beşinci filmle birlikte seriye yeni bir cila çekiliyor, bir nevi ölmek üzere olan hasta elektroşokla diriltiliyor. Bu girişim belli ölçüde başarıya da ulaşıyor: X-Men First Class'ın aksiyon sahnelerine, görsel efektlerine diyecek yok. Sadece bu mutant yaratıkların yeteneklerinin derecesi benim kafamı biraz kurcaladı. Düşünsenize, hem Profesör X hem de Emma Frost başkalarının beynine girip onlara istediği her şeyi yaptırabiliyorlar. Bu müthiş meziyetin yanında diğer mutantların sirk cambazı tadındaki kabiliyetleri çok kifayetsiz kalıyor. Uçaklara gemilere doluşup Küba'lara filan gitmeye ne gerek var, gönder profesörü herşeyi halletsin. (7) SİNEMADA İZLENDİ

17 Haziran 2011

67. Kung Fu Panda 2

Üç sene önce Po'yu sevenler (ki bunlardan biri de benim) bu devam filminde de hiç hayal kırıklığına uğramayacaklar: yine çarpıcı görüntüler, iyi espriler ve hiç eksilmeyen bir enerji. Kung Fu Panda 2'nin güzel tarafı, başarıya ulaşan ilk filmdeki akışı aynen tekrar etmek yerine (birçok devam filminin düştüğü hata),  aşina olduğumuz kahramanları alıp onları yepyeni bir öykünün içine yerleştirmesi. İlk filmin sonunda "Ejderha Savaşçı" ünvanını alan Po, bu kez tüm Çin'i hakimiyeti altına almaya kalkışan kötü ruhlu tavuskuşu Lord Shen ile savaşıyor. Bu arada, babasının bir kaz olamayacağı -biraz geç de olsa- kafasına dank ediyor ve kendi kökleri ile de yüzleşiyor. Bu yüzleşmenin sonucunda da Selvi Boylum Al Yazmalım'dan 33 sene sonra bir kez daha "asıl önemli olan biyolojik babanın kim olduğu değil, sana gerçek sevgisini ve emeğini verenin kim olduğudur" temasına  ulaşıyoruz. Kung Fu Panda 2'yi çocuklar çok sevecekler, büyükler de hiç sıkılmayacaklar. Öyleyse, o dondurma reklamının şarkısını hep beraber söylüyoruz: "Hem küçüklere, hem büyüklere işte nefis bir Panda!"  (7,5) SİNEMADA İZLENDİ

15 Haziran 2011

66. Morning Glory

Televizyonda sabah programı yapımcısı hiperaktif Rachel McAdams iflas etmekte olan bir programı yeniden diriltmeye girişiyor, programın birbiri ile kanlı bıçaklı iki sunucusu Harrison Ford ve Diane Keaton'ı da yola getirmeye çalışarak... Tür olarak "romantik komedi" sınıfına girse de, filmin başrollerindeki erkek ve kadın (Ford ve McAdams) arasında hiçbir aşk ilişkisi beklemeyin. Bu daha çok insanların işlerine bağlılıkları ve işlerini nasıl gördükleri ile ilgili bir komedi. Yıllar öncesinin Broadcast News filmi kadar derinlikli olmasa da, Amerikan televizyon dünyasının ekran arkasına ilgi çekici bir bakış atıyor yönetmen Roger Michell (Notting Hill). Haftasonu evde izlemek için ideal (zaten sinemalara da gelmedi) hafif bir eğlencelik. (6,5)  DVD'Sİ ÇIKTI

14 Haziran 2011

65. I Saw The Devil

Seul'de her köşebaşında bir manyak olduğunu düşünmeye başlayacağım yakında... Şaka bir yana, Kore sinemasından hemen her sene böyle sıkı bir psikopat/seri katil filmi çıkıyor. Geçen seneki The Chaser kadar başarılı olmasa da, I Saw The Devil da fazlasıyla sarsıcı. Hassas izleyicileri en baştan uyaralım, son derece kanlı ve rahatsız edici sahnelerle dolu bir film bu... Hamile eşi bir seri katilin son kurbanı olunca, intikam almaya girişen, ama bu arada kendisi de iyilik-kötülük arasındaki sınırı şaşıran bir gizli servis ajanının hikayesinde, yıllar öncesinden "Oldboy" Minsik Choi da kötü adam rolünde çıkıp geliyor. Uzakdoğu sinemasına özgü, "bunu da göstermeye ne gerek vardı şimdi" dedirten bazı kaba sabalıklar (örn. tuvalet sahnesi) ve psikopat katilin inandırıcılığı zorlayan azgınlığı (zorla yürümesine rağmen hala tecavüz peşinde koşması) gibi eksileri olsa da, intikam hikayelerini sevenlerin ilgiyle izleyeceği bir yapım. Ama yine de eşinizle / kız arkadaşınızla birlikte seyretmenizi tavsiye etmem. Yazının başındaki konuya dönecek olursak: eğer "sanat toplumun aynasıdır" sözü doğru ise, Koreli gördüğünüzde kaçın! (7) 

10 Haziran 2011

64. How Do You Know

Reese Witherspoon çok başarılı bir sporcu iken, 30 yaşını geçtiği için takımdan çıkartılıyor. Kimlik bunalımı yaşadığı bir dönemde, eğlenceli ama sorumsuz Owen Wilson ve "temiz çocuk" Paul Rudd arasında kalıyor. Bir zamanlar As Good As It Gets, Terms of Endearment gibi çok başarılı işlere imza atmış, isminin başına  "Oscar'lı" titrini eklemiş yönetmen James L.Brooks'un eski günlerini aradığı açık. Başrollerde Jack Nicholson dahil dört sempatik oyuncuyu bir araya getirmesine  rağmen, hedefi tam vuramayan bir film How Do You Know. Aslında romantik komedi türünün ustası sayılan Brooks, bu gereğinden fazla uzayan filminde ne tam komik ne de romantik olmayı başarabiliyor. Geriye iyi oyuncular ve birkaç tane hoş espri kalıyor. (5)  DVD'Sİ ÇIKTI

6 Haziran 2011

62. The Tourist

Ben buraya ne yazarsam yazayım Angelina Jolie ve Johnny Depp'i zaten izleyeceksiniz (ya da izlediniz). The Tourist kötü bir film değil, ama kağıt üzerindeki potansiyeli düşününce bir hayal kırıklığı yarattığı da kesin. 2007'de yabancı film Oscar'ını alan Alman filmi "Başkalarının Hayatı"nın yetenekli yönetmeni Florian Henckel von Donnersmarck ve Olağan Şüpheliler'in yine Oscar'lı senaryo yazarı Christopher McQuarrie bir araya geliyor, başrollere de içinde bulunduğumuz dönemin en çok peşinde koşulan, en merak edilen starlarından ikisini getiriyorlar, ne beklersiniz? Çok özel bir deneyim, değil mi? Ama ortaya çıkan sonuç son derece vasat, klişelerle dolu bir seyirlik. Hadi yine Angeline Jolie gizemli ve güzel kadın rolünde üstüne düşeni yapıyor, çok da çaba sarfetmesi gerekmiyor zaten, şöyle bir salınması yetiyor. Ama Johnny Depp'e ne demeli? Depp sanki bir televizyon programına konuk olmuş gibi, film boyunca "şu çekimler bitse de eve gitsem" havasında, "benim ne işim var bu filmde" diye bas bas bağırıyor, o sıkıntısı da perdeden bize kadar yansıyor. Yine de şık mekanları, güzel Venedik görüntüleri, tahmin edilebilir olsa da merak uyandıran öyküsü ve tabii ki Angelina Jolie için izlenebilecek bir film. Ama fazla bir şey beklemeden...  (6) DVD'Sİ ÇIKTI

3 Haziran 2011

61. Hop

Bizim için pek tanıdık olmayan Easter/Paskalya gelenekleri (tavşanı, yumurtası, vs..) üzerine kurulu bir çocuk filmi. Çocuklarını sinemaya götüren anne-babalar 1,5 saatlik bir sıkıntıya -aile saadeti hatrına- katlanmak zorunda kalacaklar, çünkü günümüzdeki birçok başarılı animasyonun tersine Hop'ta büyüklere de hitap edebilecek eğlenceli ayrıntılar pek yok. Hem çekim tekniği (gerçek oyuncularla animasyonun birleşimi) hem de konunun gelişimi bir iki sene öncesinin Alvin ve Sincaplar'ına çok benziyor, zaten yönetmenleri de aynı. Sadece çocuklara, hatta çocukların da 7 yaş altında olanlarına... (4) SİNEMADA İZLENDİ

2 Haziran 2011

60. Pirates of the Caribbean: On Stranger Tides

Filme geçmeden önce şu 3D meselesi ile ilgili bir çift laf etmek isterim: Önce animasyonlarla başlayan üç boyutlu film çılgınlığı, artık neredeyse tüm büyük prodüksiyonlarda karşımıza çıkıyor. Öyle ki bir gişe filmi 3D değilse şaşıracağız yakında. Burada "gişe" kelimesi önemli, çünkü artık 3D teknolojisi yaratıcılığı besleyen, filmden alınan keyfi arttıran bir araç olmaktan ziyade, bir para tuzağı haline gelmeye başladı (Avatar'ı hariç tutuyorum). Film şirketleri, "gözlük bedeli" adı altında bilet fiyatının üzerine 5 TL daha ekleyip ciroyu arttırıyorlar. Bize de o ağır ve rahatsız gözlükleri 2,5 saat boyunca takıp, karanlık görüntülerle cebelleşmek kalıyor. Arada bir üç boyutlu olmayan sahnelerde gözlükleri çıkarıp perdeye bakın, görüntünün aslında ne kadar parlak ve net olduğunu göreceksiniz. Karayip Korsanları da maalesef bu kötü modaya uymuş. İki sahnede gözümüze uzatılan kılıçlar dışında, üç boyutun filme hiçbir katkısı yok. Tam tersine, iki boyutlu bir gösterimini izlemek filmden alınan keyfi arttırabilir. Ama işte sorun da burada, çünkü AFM, Cinebonus gibi büyük zincirler bize seçme imkanı tanımıyorlar.

Karayip Korsanları'nın bu dördüncü halkası, serinin aşina olduğumuz tüm unsurlarını yeniden perdeye taşıyor. Ancak gerek senaryoda, gerek aksiyon sahnelerinde hiçbir yenilik de yok. Açılıştaki Londra sahneleri eğlenceli, ama denize açılmalarıyla birlikte tansiyon da, filme olan ilgimiz de düşmeye başlıyor. Johnny Depp, ilk üç filmde yapa yapa artık ezberlediği  Jack Sparrow mimiklerini ve el kol hareketlerini aynen bir kez daha tekrarlıyor. Böyle bakınca, bu dördüncü bölüme gerek var mıydı diye sormadan da edemiyor insan. Sorunun cevabı yine yukarıdaki "gişe" kelimesinde saklı. (5) SİNEMADA İZLENDİ