22 Haziran 2018

55. On Body and Soul

Yaz sezonunun tembel vizyon takvimi sağolsun, bu aralar kış aylarında izleyemediğim ödüllü filmlere zaman ayırıyorum. Geçen sene Berlin film festivalinde büyük ödül Altın Ayı'yı aldıktan sonra, en iyi yabancı film dalında da Oscar'a aday olan Macar filmi On Body and Soul (ya da Macarca orjinal ismiyle Teströl és lélekröl) Budapeşte'de bir mezbahada çalışan Endre ve Maria'nın hikayelerini anlatıyor. Finans müdürü Endre'nin sol kolu felçli, yani bedenen bir eksikliği var. Kalite kontrol uzmanı Maria ise bir tür otizmden muzdarip, insanlarla sosyal bir ilişki kuramıyor; yani o da ruhen eksikli. Birbirinden son derece farklı kişiliklere ve çevrelere sahip bu iki insan, bir tesadüf eseri akşamları aynı rüyaları gördüklerini fark ediyorlar. Ve iki geyiğin birbirine aşık olduğu o rüyadaki ilişkilerini gerçek hayata taşımaya çalışıyorlar. Kadın yönetmen  Ildiko Enyedi gerçek dünyaya uyumsuz iki karakterin, gerçeküstü bir romantizmle buluşmasını oldukça etkileyici görüntülerle anlatılmış. Ancak filmin oldukça durağan ilerlediğini ve biraz fazla "festival filmi" havasında olduğunu da eklemem lazım.

Benim Notum: 7 / 10 

20 Haziran 2018

54. Loveless (Nelyubov)


Geçen seneye Cannes'daki jüri ödülü ile başlayıp, çeşitli festivallerden ödülleri topladıktan sonra senenin sonunda en iyi yabancı film dalında hem Altın Küre hem de Oscar'a aday olan Loveless'i sonunda izleyebildim. Üç sene önce Leviathan ile tüm dünyada adını duyuran Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev'in çektiği film, boşanmanın eşiğindeki bir çiftin 12 yaşındaki oğullarının kaybolması sonrası gelişen olayları anlatıyor. Zvyagintsev'i aslında ta 2003 yılında çektiği ilk filmi The Return ile keşfetmiştim. O film de yine parçalanmış aileler ve ortada kalan çocukları odak noktasına alıyordu. Ama buradaki bakış çok daha kasvetli. Bir filmin adı kendisine bu kadar uygun olabilir; Loveless'daki sevgisizlik neredeyse fiziksel bir ağırlıkla ekrana oturuyor, katran gibi damla damla ekrandan taşıp ruhumuza akıyor. Yönetmen, ön planda birbirinden nefret eden Boris ve Zhenya'nın bireysel hikayelerini anlatıyor gibi görünse de, kaybolan çocuğu arama sürecinde modern Rusya'daki çürümüşlüğe de parmak basıyor. Bencillik ve vicdansızlığa batmış, empati duygusunu kaybetmiş bir toplumun, aynı zamanda nasıl da sağlıksız evlilikleri ve çocuklarına sahip çıkamayan ebeveynleri yaratan bir laboratuvara dönüştüğünü gösteriyor. Sevginin de yeşermesi, büyümesi için uygun şartlara, uygun toprağa ihtiyacı var ve Zvyagintsev'in Rusya'sı bu anlamda çorak. Loveless kendinizi iyi hissettirecek bir film değil, ama kafanızı meşgul edecek, sonradan üzerinde bol bol düşünmeye sevk edecek, iyi yazılıp çekilmiş, kusursuz biçimde oynanmış sağlam bir film olduğu kesin.   

Benim Notum: 7,5 / 10

18 Haziran 2018

53. Hereditary


Henüz ilk uzun metraj filmini çeken Ari Aster'in yazıp yönettiği Hereditary bir cenaze töreni ile açılıyor. Annesini toprağa veren Annie (Toni Colette), bir yandan akıl sağlığı bozuk annesinin geçmiş sırlarını araştırırken, bir yandan da kendi çocuklarında ortaya çıkmaya başlayan rahatsız edici belirtilerle karşı karşıya kalıyor. Bu seneki Sundance film festivalinde büyük gürültü koparan Hereditary, 70'li yılların The Exorcist ve The Omen gibi klasiklerini hatırlatan başarılı bir korku filmi. Başarısını da büyük ölçüde yönetmen Ari Aster'in yarattığı o tekinsiz, o tedirgin edici atmosfere borçlu. Filmi, bir sabah seansında, sinema salonunda tek başıma izledim ve itiraf ediyorum film boyunca birkaç kere irkile irkile etrafıma bakındım, bir "şey" mi var sağımda solumda diye...

Hereditary için notum yüksek, ama daha da yüksek olmasını engelleyen şey o tuhaf finali. Şimdi burada spoiler vermeyeyim ama, ilmek ilmek ördüğü gerilimle iki saat boyunca seyirciyi avucunun içine alan film, son beş dakikada orjinalliğini yitirip, cinli şeytanlı başka filmlere özeniyor. Aile içi meselelere odaklanan ilk bölüm, etkileyici görsel yapısı, müziği ve ses miksajıyla mükemmele ulaşırken, zayıf final salondan çıkarken ağızda buruk bir tad bırakıyor. Ama yine de, henüz 30 yaşında olmasına rağmen son derece olgun bir sinema diline sahip Ari Aster bundan sonra yapacağı işleri merakla bekleyeceğim bir yönetmen olacak.

Benim Notum: 8 / 10  

11 Haziran 2018

52. Jurassic World: Fallen Kingdom

Üç sene önce yeniden diriltilen Jurassic World sürpriz bir gişe başarısı elde etmiş, tüm dünyada 1.7 milyar dolarlık bir hasılata ulaşmıştı. Demek ki yeni nesillerin de dinozor göresi varmış. Şimdi "biz bu dinozorlardan daha çok ekmek yeriz" diye düşünen yapımcılar bizi bir kez daha o adaya geri götürüyorlar. Ülkemizde Amerika'dan tam iki hafta önce gösterime giren (bunları da mı görecektik, ne mesudum) Fallen Kingdom'da, adadaki yanardağın faaliyete geçmesi neticesinde dinozorların yok olma tehlikesi ortaya çıkınca, eski bakıcıları Owen ve Claire onları kurtarmak üzere bir projeye dahil oluyorlar. Ama sonradan anlaşılıyor ki, mesele nesli tükenen hayvanları kurtarmak filan değil, işin içinde başka numaralar var. Daha önce The Orphanage, The Impossible ve A Monster Calls gibi dikkat çekici filmlere imza atmış Katalan yönetmen J.A. Bayona'nın yönettiği filmin ilk yarısı aslında oldukça başarılı bölümler içeriyor. Özellikle, o dinozorların patlayan yanardağdan kaçtığı sahne görsel olarak nefes kesici. Ancak 10 dakikalık aradan hemen sonra sanki bir film bitiyor, başka bir film başlıyor. Dinozorlarla ilgili farklı bir entrikanın anlatıldığı ve ilk yarının aksine kapalı bir mekanda geçen bu bölümde, kötü yazılmış diyaloglar, karikatür kıvamında klişe karakterler ve yüzeysel bir senaryo yüzünden ilk yarıdaki o tempo ve seyir keyfi uçup gidiyor. Nostaljik tatlar da bir yere kadar karın doyuruyor. 

Benim Notum: 6,5 / 10

7 Haziran 2018

51. Adrift

Bir kasırgaya yakalanmaları sonucu, okyanusun ortasında direği kırık ve su alan bir teknede mahsur kalan bir çiftin hayatta kalma mücadelesi. 1983 yılında Pasifik okyanusunda gerçekten yaşanan bir olaydan uyarlanan filmde Shailene Woodley ve Sam Claflin oynuyorlar. Divergent serisinden hatırladığımız Shailene Woodley bu hikayeden oldukça etkilenmiş olsa gerek ki, filmin aynı zamanda yapımcılığını da üstlenmiş. Yönetmen koltuğunda ise daha önce Everest filmi ile dikkatleri çeken İzlandalı -haşmetli bir isme sahip- Baltasar Kormakur var. Kormakur Everest'te de sergilediği gibi felaket sahnelerini perdeye aktarmakta oldukça başarılı. Kasırganın ortasında yaşanan dehşeti sanki biz de o teknenin içindeymiş gibi hissediyoruz (bu tekne işlerinden zaten anlamazdım, bu filmi izledikten sonra artık hiç işim olmaz).

Öte yandan yönetmenin hikayeyi anlatmak için seçtiği yöntemde bazı kusurlar var: Film kazanın hemen sonrasında açılıyor, ancak sürekli geri dönüşlerle çiftin ilk tanışmalarını, birbirlerine aşık olmalarını, turistik yerlerde dolaşmalarını filan izliyoruz. Bu kurgu, kaza sonrasında şimdiki zamanda yaşanan gerilimi ve çaresizlik hissini azaltıyor. Örneğin tam "eyvah suları bitiyor, acaba şimdi ne olacak" derken hop kamera geçmişe dönüyor ve neşeli çiftimizi egzotik bir sahil barında samba yaparken izliyoruz. Bu tür gereksiz geri dönüşler filmin aleyhine işliyor. Shailene Woodley tüm benliğini bu projeye adamış gibi görünüyor ve iyi iş çıkartıyor. Ne yazık ki aynı şeyi Sam Claflin için söylemek zor. Rol arkadaşı Woodley ile bir türlü kimyayı tutturamayan İngiliz aktör sanki "şu çekimler bitse de, bir an önce evime gitsem" der gibi oynuyor.   

Benim Notum: 6,5 / 10 

5 Haziran 2018

50. Ahlat Ağacı


Nuri Bilge Ceylan neredeyse kariyerini şekillendiren "bir Anadolu kasabasında sıkışıp kalmış taşra insanları" temasına geri dönüyor. Bu kez üniversiteyi bitirdikten sonra Çanakkale'nin Çan ilçesindeki baba evine gelen, burada bir yandan yazdığı ilk kitabı bastırabilmek için para bulmaya çalışırken, bir yandan da ailevi meselelerle uğraşmak zorunda kalan genç öğretmen adayı Sinan'ın hikayesini izliyoruz. Her Nuri Bilge Ceylan filminde olduğu gibi Ahlat Ağacı'nın da sinematografisi, özellikle o doğa görüntüleri nefes kesici. Ancak bu, diyalogların ön planda olduğu bir film. Filmin 188 dakikalık süresi boyunca Sinan'ın babasıyla, annesiyle, eski platonik aşkıyla, kasabadaki arkadaşlarıyla, köyün imamıyla ve başka bir yazarla yaptığı upuzun tartışmaları arka arkaya izliyoruz. Senaryo ön planda baba-oğul arasındaki kuşak çatışmasını ana eksenine alsa da, Ceylan bu diyaloglar aracılığı ile yaratıcılık, varoluş ve toplum üzerine birçok soruyu ortaya atıyor. Ama bu sorulara bir cevap vermeyi de hedeflemiyor. Sanki daha çok bir sanatçı olarak kendi kafasını meşgul eden kaygılarını ve korkularını izleyici ile paylaşıyor. Bunu yaparken güncel siyasete, ülkemizdeki genç işsizlik sorununa ve dinin toplumdaki yeri üzerine dokundurmalar yapmayı da ihmal etmiyor. 

Bu oldukça konuşkan filmde diyaloglar zaman zaman kelimelerle yapılan bir düelloya dönüşüyor. Öyle ki, filmin senaryosu -sektörde genel kabul gören "bir dakika eşittir bir sayfa" formülünü de zorlayarak- zannederim 300 sayfayı geçiyordur. Yanlış anlaşılmasın, bu diyaloglar gerek Sinan'ın gerek çevresindekilerin (ve kuvvetle muhtemeldir ki bizzat Nuri Bilge Ceylan'ın) iç dünyalarıyla ilgili önemli ipuçları veren çok iyi yazılmış metinler. Ama bence filmin asıl vurucu gücü kelimelerde değil, görüntülerde yatıyor; mesela rüzgarla hışırdayan renk renk yapraklarda, karlarla kaplı bembeyaz bir ovada kıvrıla kıvrıla ilerleyen yollarda, evin gölgeli koridorunda ailenin dört bireyinin tartıştıkları sahnedeki ışık oyunlarında ya da uyurken yüzü karıncalarla kaplanmış bir bebeğin irkiltici görüntüsünde. 

NBC kariyerinin zirvesi olarak ben hala "Bir Zamanlar Anadoluda"yı görsem de, Ahlat Ağacı yönetmenin yüksek standartlarını koruduğu Türk sineması adına gurur duyulacak, yüz akı yeni bir iş. Kalbimize ve aklımıza seslenen entellektüel bir gıda takviyesi. "Bu topraklardan çıkmış bir Nuri Bilge'miz var, ne güzel!.." demeye devam.

Benim Notum: 8 / 10