29 Ağustos 2016

72. Keanu

Bizim pek bilmediğimiz, Amerika'da ise Comedy Central kanalında yayınlanan Key & Peele dizisi ile epey popüler olan Keegan-Michael Key ve Jordan Peele ikilisi birlikte oynadıkları ilk sinema filmleri ile karşımızda. Sevgili kedisi Keanu'yu geri alabilmek için, onu kaçıran çete üyelerinin arasına sızmaya çalışan ve bu arada sert gangster rolü yapmak zorunda kalan Rell ve kuzeni Clarence'ın hikayesi, daha çok "zenci mizahı" diyebileceğimiz esprilere yaslanıyor. Bu tarzı pek kendime yakın bulmasam da, arada popüler kültüre yapılan göndermeler komik. Örneğin George Michael hayranı Clarence'ın, yiğitliğe toz kondurmamak için onu ilk kez dinleyen çete üyesi arkadaşlarına, George Michael'ın bir zenci olduğunu iddia ettiği bölüm harika. Ancak ne yazık ki filmin geri kalanında espriler pek hedefi tutmuyor ve en fazla "tıh" sesiyle geçiştiriliyor.

FRAGMAN

Keanu (2016) on IMDb

Benim Notum: 5,5 / 10

27 Ağustos 2016

71. Race

Race, 1936 Berlin olimpiyatlarında tarih yazan Amerikalı atlet Jesse Owens'ın gerçek hikayesini anlatıyor. Filmi izlemeden önce, "Race" adını çok basit ve sıradan bulmuştum. Ancak izledikten sonra anladım ki, İngilizce'de "yarış"ın yanı sıra "ırk" anlamına da gelen bu kelime filmin asıl meselesini özetleyen güzel bir buluş olmuş. Çünkü Jesse Owens'ınki sıradan bir spor başarısı hikayesi değil. Almanya’da yükselen faşizmin tüm dünyayı tehdit ettiği yıllarda, Adolf Hitler yaklaşan 1936 olimpiyatlarını, ideolojisini dayadığı ‘ari ırkın üstünlüğü’ düşüncesini sağlamlaştırmak için bir büyük fırsat olarak görmektedir. Böyle bir ortamda, uluslararası kamuoyundan yükselen olimpiyatları boykot etme çağrılarına rağmen Jesse Owens gider ve Berlin'de piste çıkar. Üstelik zenci düşmanlığının kendi ülkesinde de zirvede olduğu yıllarda. Böylece ülkesinde ikinci sınıf insan muamelesi gören bir zenci, ırkçılığın başkentinde kendisini hor gören ülkesi adına yarışır ve rekor üstüne rekor kırar. Predator 2 (1990) ve The Ghost and the Darkness (1996) gibi filmleri yönettikten sonra ortalardan kaybolan ve kendini televizyon dizilerine veren yönetmen Stephen Hopkins bu etkileyici hikayeyi anlatırken, biraz TV filmi kıvamında olsa da, eli yüzü düzgün bir iş çıkarmış. Owens'ın antrenörü ile ilişkisi, karısı ile ilişkisi, olimpiyat komiteleri arasındaki politik çekişmeler, yarışları filme alan kadın yönetmen vesaire gibi birçok alt hikaye ise, temponun düşmesine ve filmin gereğinden fazla uzun hissedilmesine yol açmış.

FRAGMAN

Race (2016) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10

25 Ağustos 2016

70. Cafe Society

Cafe Society, tam anlamıyla klasik bir Woody Allen filmi. Hazretin bütün takıntıları yine mevcut: Yine kalabalık bir kadro, yine Woody Allen'ın dış sesi, yine bir aşk üçgeni, yine New York, yine 1930'lar, yine caz müziği. Bir Woody Allen filmine "kötü" diyebilmek mümkün değil elbette, sinema tanrıları çarpar adamı. En azından iyi oyunculuklar, iyi tasarlanmış dönem sahneleri ve iyi yazılmış diyaloglar izleyeceğiniz kesin. Ama bu filmi çekmeye gerek var mıydı diye sormadan da edemiyor insan. Çünkü Cafe Society, sanki birkaç farklı Woody Allen filminden parçaları birleştirip oluşturulmuş gibi duruyor. İlk defa bir Woody Allen filmi izleyecekseniz problem yok, tavsiye ederim. Ama her sene sektirmeden mutlaka bir film çeken bu üretkenliğin dibine vurmuş yönetmenin (toplam 53 film yönetmişliği var) benim gibi en az 20-30 filmini izlediyseniz, bazı muhabbetler de artık "öeh" dedirtiyor.

FRAGMAN

Café Society (2016) on IMDb

Benim Notum: 6 / 10

24 Ağustos 2016

69. Midnight Special

Özel bazı güçleri nedeniyle bir tarikatın çiftliğinde yıllarca alıkonulmuş olan bir çocuk, babası tarafından kaçırılıyor ve peşlerine hem FBI hem de tarikat takılıyor. Take Shelter ve Mud gibi benim de beğendiğim iki ilginç filmin yönetmeni Jeff Nicols, bu kez bir bilim-kurgu ile geri dönüyor. Filmdeki hikayeyi giriş, gelişme, sonuç diye üç dilime ayırırsak, aslında filmin oldukça merak uyandırıcı bir şekilde açıldığını ve bu merak duygusunun ilk iki bölüm boyunca sürdüğünü söyleyebiliriz. Ancak üçüncü perdede film bir çuval inciri berbat ediyor ve merak ettiğimiz soruların bir çoğunu havada asılı bırakarak son derece muğlak ve sıradan bir final yapıyor. Tarikat, olağanüstü güçler, FBI filan, bunların hepsi ilgi çekici motifler. Ama bu proje 110 dakikalık bir film değil de şöyle sekiz bölümlük bir mini dizi olsaymış, sanki daha tatmin edici olacakmış gibi görünüyor.

FRAGMAN

 Midnight Special (2016) on IMDb

Benim Notum: 6 / 10

22 Ağustos 2016

68. The Shallows

Meksika'nın "gizli cennet" bir körfezinde sörf yapmaya giden bir genç kız, bir büyük beyaz köpekbalığının saldırısına uğruyor ve denizin ortasında küçük bir kayalığın üstünde mahsur kalıyor. The Shallows 2000'li yılların gençleri için bir Jaws hikayesi. Tek bir mekanda geçmesi ve mahsur kalan ana karakterin geçmişe dönmesi ise James Franco'lu 127 Hours'ı hatırlatıyor. Son yıllarda arka arkaya sıraladığı Liam Neeson filmleriyle (Unknown, Non-Stop, Run All Night) tanınan yönetmen Jaume Collet-Sera, güzel görünen, parlak, şıkır şıkır bir film çekmiş. Bu "güzel görünme" olayına bizzat katkıda bulunan ve hemen hemen filmin tamamında perdede arz-ı endam eyleyen Blake Lively de fiziksel olarak oldukça zorlayıcı bir rolde iyi iş çıkarmış. Gel gelelim, Steven Spielberg klasiği Jaws'la yetişmiş bizim nesil için The Shallows'daki köpekbalığı biraz "light" kaçıyor. Film onca pırıltılı görüntüsüne ve janjanlı video klip estetiğine rağmen, taa 41 yıl önce çekilen Jaws'daki insanı koltuğunun köşesinde oturtan gerilimi yakalayamıyor. Bizim Jaws'ımız bu tatlı su balığını çiğ çiğ yer.

FRAGMAN

The Shallows (2016) on IMDb

Benim Notum: 6,5 / 10

18 Ağustos 2016

67. Sing Street


80'lerin ortalarında Dublin'de fakir bir ailede büyüyen 14-15 yaşlarındaki Conor, sevdiği kızı etkileyebilmek ve gergin ailesinden uzaklaşmak için bir müzik grubu kuruyor. Lise ve üniversite yılları Duran Duran'larla, The Cure'larla geçmiş benim gibi bir "seksenler çocuğu" için bu filmi sevmemek mümkün değil. Ama Sing Street'de güzel olan şu: 80'lerin bazı klasikleri filme sadece soundtrack'te güzel dursun, nostaljinin dibine vursun diye monte edilmiş hoşluklar değiller; bu şarkıların filmin hikayesi ile direkt organik bağları var. Conor, bir yandan evdeki abisinden hayat üzerine taktikler alırken, bir yandan da kendi müziğini bulmaya ve yazdığı şarkılarla sevdiği kıza kendini ifade etmeye çalışıyor. Dinlediği müzikler de zamanla hem kurduğu grubun müzik tarzını hem de kendi yaşam tarzını belirliyor. Örneğin The Cure dinlediği bir dönemde Robert Smith gibi giyinmeye başlıyor. Ya da Hall and Oates dinledikten sonra yazdığı ilk şarkı Maneater'ın unutulmaz riff'lerini içeriyor. Sing Street herkesin kendi ergenlik çağından bir şeyler bulacağı, yıllar önceki The Commitments tadında, sıcak ve samimi bir film.  

FRAGMAN

Sing Street (2016) on IMDb

Benim Notum: 7,5 / 10

17 Ağustos 2016

66. Fan

Three Idiots ve PK gibi Aamir Khan filmlerini gördükten sonra, Bollywood yapımlarının bende her zaman bir miktar kredisi var. Hint sinemasının diğer bir han'ı Shah Rukh Khan'ı ise şimdiye kadar hiç izlememiştim (zaten bunlar üç tane: bir de Salman Khan var). 1996 Amerikan yapımı Robert De Niro'lu The Fan'e konu olarak çok benzeyen filmde, Shah Rukh Khan hem kendisi gibi çok ünlü bir yıldızı, hem de o yıldıza obsesif bir şekilde bağlanmış olan Gaurav isimli bir hayranını canlandırıyor. Oscar'lı makyaj sanatçısı Greg Cannon'ın marifeti ve biraz da görsel efekt yardımıyla aslında 53 yaşında olan SRK, 20 yaşındaki Gaurav'a başarıyla dönüştürülmüş. Fan, Aamir Khan filmleri gibi dudakları büze büze seyrettiğimiz, insana "ağlamıycam, ağlamıycam...aha ağlıyorum" dedirten bir film değil. Zaten filmin bence en büyük sorunu ne olacağına bir türlü karar verememesi; yoksul bir delikanlının yürek burkan dramı mı, çatılarda koşturulan bir aksiyon mu. teknolojik cihazların kullanıldığı, Londra senin, Dubrovnik benim dolaşılan bir ajan filmi mi, yoksa bir komedi mi? Film bu farklı tonlar arasında vites değiştirip duruyor, bu da konsantre olmayı zorlaştırıyor. Özellikle Gaurav karakterinde çok başarılı olduğunu düşündüğüm Shah Rukh Khan'ın performansı ise filmi dağılmaktan kurtaran en önemli faktör.

FRAGMAN

Fan (2016) on IMDb

Benim Notum: 6 / 10

9 Ağustos 2016

65. Jason Bourne

Hafızasını bir türlü toparlayamayan ajanımız Jason Bourne dördüncü kez bizlerle (arada Jeremy Renner'ın oynadığı The Bourne Legacy'yi de sayarsak beşinci Bourne filmi). Matt Damon'ın yaklaşık on yıl sonra yeniden yönetmen Paul Greengrass ile bir Bourne filminde buluşması heyecan verici bir haberdi elbette. Ama ortaya çıkan sonuç maalesef bir hayal kırıklığı. Bu son Bourne macerası vasatın üzerinde bir aksiyon sunsa da ilk üç Bourne filminin (Identity, Supremacy, Ultimatum) seviyesine ulaşamıyor. Aslında Atina sokaklarındaki nefes kesen motosikletli kovalamaca sahnesiyle hayli ümit verici bir şekilde açılıyor film. Bu bölümde, diğer Bourne filmlerinden alıştığımız üzere bir intikam hikayesinin tohumları da atılıyor. Ama sonra sosyal medya ile ilgili anlamsız ve gereksiz bir entrika senaryoya dahil ediliyor. Sanki bir yerlerde muhtemelen elli yaş üzeri üç yazar kafa kafaya vermişler ve "sosyal medya şu sıralar pek moda, onunla ilgili bir şeyler koyalım filmimize" demişler. Oysa ki, filmin akışı sadece Jason Bourne'un intikamına odaklansa sanki daha iyi bir film izleyeceğiz gibi. İlk üç Bourne filminin ortak özelliği iyi aksiyon sahnelerinin yanısıra, etkileyici, zıpkın gibi, kütür kütür bir konuya da sahip olmalarıydı. Burada ise orasına burasına kötü diyaloglar serpiştirilmiş tembel bir senaryo var karşımızda. İyi aksiyon sahneleri ve Matt Damon/Tommy Lee Jones ikilisinin hatrına izlenebilir.  

FRAGMAN

 Jason Bourne (2016) on IMDb
 
Benim Notum: 6 / 10

8 Ağustos 2016

64. Dheepan

Fransız yönetmen Jacques Audiard'ın 2015 Cannes Film Festivali'nden büyük ödül Altın Palmiye ile dönen filmi, Sri Lanka iç savaşında bir Tamil gerillasıyken, savaştan kaçıp Fransa'ya iltica eden Dheepan'ın hikayesini anlatıyor. Ailelerin mülteci başvuruları daha kolay kabul edildiği için, Dheepan hiç tanımadığı bir kadın ve bir kız çocuğu ile birlikte bir aileymiş gibi iltica başvurusunu yapıyor. Böylece, Paris'in dışında bir kasabaya yerleştirilen bu "toplama" ailemiz bir yandan birbirlerini tanımaya, bir yandan da dilini hiç bilmediklerini bu yepyeni dünyada hayata tutunmaya çalışıyorlar. Jacques Audiard benim "2013 yılının en iyileri" listesine aldığım Rust and Bone'un da yönetmeniydi. Dheepan belki Rust and Bone kadar beni etkilemedi, Altın Palmiye'yi hak ediyor mu, o da tartışılır, ama Audiard'ın yine karakterlerinin ruh durumlarını içtenlikle yansıtmayı başardığını da kabul etmek lazım. Özellikle göçmenler konusunun hem Avrupa hem de ülkemiz için çok gündemde olduğu şu günlerde, bu talihsiz insanları daha iyi anlamak ve empati kurabilmek adına iyi bir fırsat Dheepan.

FRAGMAN

Dheepan (2015) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10

7 Ağustos 2016

63. Anomalisa

Yani herhalde bende bir eksiklik var: Ben bu Charlie Kaufman'ın yazdığı senaryoları bir türlü sevemiyorum: Being John Malkovich'i de, Nicholas Cage ve Meryl Streep'li Adaptation'ı da, Jim Carrey ve Kate Winslet'li Eternal Sunshine of a Spotless Mind'ı da, herkeşler ayılıp bayılırken, ben soğuk ve bağlantı kurması zor bulmuştum. Kaufman bu kez hep yazıp hem yönettiği Anomalisa'da yine yalnız, insanlarla iletişim kuramayan, depresif bir adamın hikayesini bu kez yetişkinlere özel bir animasyon şeklinde sunuyor. Filmin görselliğine ve stop-motion tekniği ile çekilen animasyonuna lafım yok. Ama artık Charlie Kaufman'ın bu "sıradan yaşamın monotonluğu altında boğulan" karakterlerinden de gına geldi. Ayrıca tıpkı anlattığı ana karakteri Michael Stone gibi filmin kendisi de narsist ve seyircisi ile iletişim kurmakta zorlanıyor bence. Kaufman'ın yukarıda saydığım filmlerini beğenenler ve en iyi animasyon Oscar'ına aday ilk 18+ film nasıl oluyormuş merak edenler izleyebilirler.

FRAGMAN

Anomalisa (2015) on IMDb

Benim Notum: 5 / 10

2 Ağustos 2016

62. Victoria


Vay vay vay!... İşte böyle arada bir farklı ülke sinemalarından çıkıp gelen olağanüstü parlak işler insanda nefes açıcı bir etki yapıyor, bir tür aydınlanma yaratıyor. Victoria benim bir filmden beklediğim her şeye sahip: baştan sona gözünüzü kırpmadan ekrana yapışıp kalacağınız gerçek zamanlı bir olay akışı, çok emek harcandığı belli olan bir işçilik ve teknik anlamda da "nasıl yapmışlar" dedirten bir ustalık. 

48 yaşında olmasına rağmen şimdiye kadar sadece dört film çekmiş olan titiz Alman yönetmen Sebastian Schipper'in, baştan sona tek çekim (plan sekans) halinde kotardığı film, sabaha karşı Berlin'de bir gece kulübünde tek başına dans eden Victoria'nın yüzü ile açılıyor. Sonraki beş dakikada Victoria'nın gece kulübünden çıkışını ve sokakta Berlinli dört serseri ile karşılaşmasını izliyoruz. Konuyu anlatma faslını burada keseyim, çünkü filmin konusu hakkında ne kadar az şey bilirseniz o kadar iyi. Ben konuyu hiç bilmeden izlemeye başladım ve film ilerledikçe, ilk dakikalarda düşündüğümden çok daha farklı bir senaryo ile başbaşa kaldım. Filmlerin fragmanlarını aşağıda hep veriyorum ama bu defa Victoria'nın fragmanını izlememek filmden aldığınız keyfi arttırabilir. 

Filmin ilk saniyesi ile birlikte "rec" tuşuna basılan Sebastian Schipper'in kamerası 140 dakika boyunca bizi kesintisiz bir şekilde Berlin sokaklarında dolaştırıyor. Bu tek çekim meydan okumasını iki yıl önce Birdman ile Inarritu da yapmıştı, ama o filmde aslında farklı zamanlarda çekilmiş sekanslar "akıllı" geçişlerle birleştiriliyor ve bir tek plan algısı yaratılıyordu. Filmi izlerken önce "burada da herhalde öyle yapmışlardır" dedim. Ama sonra filmin çekim notlarını okuyunca teknik ekibin becerisine hayranlığım bir kat daha arttı: Victoria gerçekten de bir tiyatro oyunu gibi 140 dakikalık tek bir planla çekilmiş, yani sonradan kesilen birleştirilen hiçbir bölüm yok, hiçbir kurgu masası faaliyeti yok, kamera ne çektiyse onu görüyorsunuz. Bunun için ne kadar detaylı bir planlama ve ön hazırlık gerektiğini varın düşünün. Oyuncular için de bu çok zor bir sınav, çünkü "ben bu sahnede ne diyecektim" diye durup text'e bakma şansları yok. O yüzden bol bol doğaçlama yapmışlar, ama bu rahatsız etmiyor. Aksine bu doğaçlamalar filmi, konuşmaları ve karakterleri daha doğal kılmış. Schipper ve ekibi aylarca süren provalar ve iki başarısız çekim girişiminden sonra, bir Nisan sabahı gerçekleştirdikleri üçüncü denemede, saat 04:30 - 07:00 arasında bu kesintisiz çekimi yapmayı başarmışlar.

Victoria, yıllar önce bizi Run Lola Run ile yine şaşırtan Alman sinemasının son dönemde beyazperdeye bıraktığı en yenilikçi, en cesur ve en nitelikli eserlerden. Kesinlikle seyredilmeli.


Victoria (2015) on IMDb


Benim Notum: 9 / 10



1 Ağustos 2016

61. Lights Out

Bu yaz iyi korku filmlerinden gidiyoruz. Benim övmelere doyamadığım The Conjuring filmlerinin yönetmeni James Wan bu kez sadece yapımcı olarak bu projede yer almış. Lights Out, Conjuring'lere göre her şeyiyle daha "küçük" bir film. Daha düşük bütçeli ve süresi de daha kısa (sadece 80 dakika). Zaten film İsveçli yönetmen David F. Sandberg'in daha önce çektiği bir kısa filmin genişletilmiş versiyonu; o kısa filmi de şuradan izleyebilirsiniz. Lights Out aslında kısa filmde de göreceğiniz tek bir basit fikre yaslanıyor: Çocukluğumuzdan beri korkularımızın en çok ortaya çıktığı anlar karanlıkta olduğumuz zamanlardır. Burada da sadece karanlıkta yaşayabilen, ışığı açtığınızda yok olan bir kötü ruh bir aileye musallat oluyor. Bu "ışıklar sönünce" numarasının film boyunca tekrar etmesi sıkıcı da olabilirdi, ama neyse ki yönetmen David F. Sandberg merdiven otomatiği, bir dükkanın yanıp sönen ışıklı tabelası, bir cep telefonunun ekranı gibi zeki buluşlarla bu ışık esprisini her seferinde ilginç kılmayı başarıyor. Filmin Amerika'da PG-13 yaş sınırı ile gösterime çıkması hedeflenince, şiddet dozu da ona göre azaltılmış. Sonuç olarak her ne kadar küçük ölçekli olsa da ürpertmeyi başaran bir yapım var karşımızda. Lights Out birkaç gece ışık açık yatmanıza sebep olabilir.

FRAGMAN

Lights Out (2016) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10