29 Ekim 2017

Blade Runner 2049


Son yedi yıla sıkıştırdığı Incendies, Prisoners, Sicario ve Arrival gibi filmleriyle yaşayan yönetmenler arasında en iyilerden biri olduğunu kanıtlayan Denis Villeneuve, sanırım benim de yönetmenler listemde 2 numaradan 1 numaraya doğru hareketleniyor (Nolan'ı tahtından indirerek). Bir röportajında "neden Blade Runner gibi bir kült filmin devamını çekme ateşten gömleğini giydiniz" sorusuna, "çünkü başka birinin gelip bunu mahvetmesine seyirci kalamazdım" diye yanıt veren Villeneuve, gerçekten de hem Blade Runner fanatiklerini hem de has bilim-kurgu severleri fazlasıyla tatmin edecek bir iş çıkarmayı başarmış. "Has bilim-kurgu severler" diyorum, çünkü bu filme bir bilim-kurgu aksiyonu diye bakarak izleyenler hayal kırıklığı yaşayabilir. Toplam aksiyon herhalde 10 dakikayı filan geçmez. Ama tıpkı ilk filmde olduğu gibi, yapay zeka nerede biter insanlık nerede başlar, bize kimliğimizi kazandıran hatıralar mıdır gibi felsefi sorular üzerine düşünmek ve beynimize kazınıp kalan muhteşem görüntülerin tadını çıkarmak isteyen gerçek bilim-kurgu meraklıları bu filmi gönüllerinde ilk Blade Runner'ın hemen yanına (hatta belki biraz üzerine) yerleştirecekler.

1982'deki ilk Blade Runner bilim-kurgu janrını yeniden tanımlayan bir yapım olmuştu. Öyle ki, ondan sonra çekilen tüm "distopik gelecek" öyküleri bir şekilde hep Blade Runner'dan izler ya da esinlenmeler taşıyordu. Şimdi Blade Runner 2049 ise altından kalkılması çok zor bir işi başarıyor: Blade Runner ruhunu aynen koruyarak, aynı evrende 30 yıl sonra geçen farklı bir öyküyü anlatıyor. Günümüzdeki pek çok devam filminin aksine, Villeneuve sadece bir nostalji duygusuna yaslanıp kalmamış. 2049 pek çok yönüyle ilk filme hürmetini sergiliyor; ama bu asla bir reboot / yeniden çevrim değil. Yeni fikirleri, yeni amaçları olan ve kendi ayakları üstünde duran yepyeni bir hikaye. Bu bakımdan, ilk filmi seyretmiş olmak bence bir "ön koşul" değil. Ama faydası olur. 

Filmin afişinde ve tüm fragmanlarında göründüğüne göre, Harrison Ford'un Deckard rolüyle geri döndüğünü söylemek bir spoiler sayılmaz. Zaten Harrison Ford perdede görünene kadar filmin üçte ikilik kısmı geride kalıyor, ama hikayeye dahil olduktan sonra filme öyle bir enerji katıyor ki, beklemeye değdi diyorsunuz. Deckard'ın dönüşü bir sürpriz değil belki ama, senaryoda güzel sürprizler ve beklenmedik virajlar var. O yüzden mümkün olduğunca konuyu önceden öğrenmeden izlemek bence en iyisi. Yazının girişinde de söylediğim gibi, Denis Villeneuve'ün bir önceki filmi geçen senenin en beğendiğim yapımlarından Arrival'dı. Tuhaf bir şekilde Blade Runner 2049'un DNA'sında da Arrival'dan izler var. Yönetmen seyircisinin perdedeki olayları izlerken bir yandan da düşünmesini istiyor ve bir gizem duygusunu sürekli canlı tutuyor. En sonda da şaşırtıcı ama tatmin edici bir çözümlemeyle seyirciyi koltuğuna yapıştırıyor.  

Şimdiye kadar tam 13 kez Oscar'a aday olup, bir türlü ödülü eve götüremeyen emektar görüntü yönetmeni Roger Deakins nefes kesen sinematografisiyle bu kez heykelciği kucaklayacak gibi görünüyor. Bu şüphesiz son yılların perdede en "güzel" görünen filmi. Bundan sonra 2049'u düşündüğümde, gece duvara çarpan dalgaların, büyük bir alandaki sessiz karların, endüstriyel çöplüklerin, Las Vegas'taki dev heykellerin muazzam görüntüleri zihnimden çıkmayacak.  Her zaman güvenilir Hans Zimmer'in orjinal Vangelis tınılarıyla uyumlu elektronik müziği de yine başarılı. 

Denis Villeneuve çok saygı duyulacak bir iş çıkarmış. Blade Runner 2049, ilk filmin felsefesini ve atmosferini de yanına alarak seyirciyi insan olmanın anlamı ve hafızanın değeri üzerine devamlı düşünmeye iten, görsel yönetimi ile parmak ısırtan, kıymeti belki önümüzdeki yıllarda daha fazla anlaşılacak bir üstün yapım. Bilim-kurgu sevenler için paha biçilmez bir armağan ve bu senenin (şimdiye kadarki) en iyi filmi. 

Benim Notum: 9 / 10


Blade Runner 2049 (2017) on IMDb




     





22 Ekim 2017

American Made

Jack Reacher 2 ve The Mummy fiyaskolarından sonra Tom Cruise neyse ki yeniden "cruise control" modunda. Daha önce Edge of Tomorrow'da birlikte çalıştıkları Doug Liman tarafından çekilen American Made, 80'li yıllarda önce CIA sonra ise Medellin karteli için çalışan Barry Seal adında Amerikalı bir pilotun inanılması güç gerçek hikayesini anlatıyor. El Salvador ve Honduras'taki gerilla kamplarının havadan fotoğraflarını çekmek üzere CIA tarafından işe alınan Seal, Orta Amerika yolculukları sırasında bir süre sonra Pablo Escobar ile tanışıyor ve uyuştucu kaçakçılığı işine giriyor.

Tom Cruise karizmatik ve yüksek enerjili performansıyla filmin en büyük kozu. Pilot gözlüklerinin ardına yerleştirdiği meşhur sırıtışıyla zaten tam bu rollerin adamı. Hikaye bir suç organizasyonunun başlangıcını ve inanılmaz bir hızla büyümesini GoodFellas ya da Wolf of Wall Street tarzı dinamik bir kurguyla anlatıyor. Bu bakımdan izlemesi eğlenceli. Ama elbette Scorcese'nin filmlerine getirdiği derinlik burada yok. Doug Liman hikayeyi daha "light" bir tonda anlatmayı tercih etmiş. Barry Seal sürekli yeni adamlarla tanışıyor, yeni işler kabul ediyor, ordan oraya uçuyor ve sonunda paralarını yerleştirecek yer bulamıyor. Ama bütün bu tekinsiz işleri sanki bir parti havasında yapıyor. Seçtiği yolun getirdiği riskleri, kendini ve ailesini attığı tehlikenin boyutlarını biz seyirci olarak pek hissedemiyoruz. Senaryo yazarı Gary Spinelli, Barry'nin karakterine dair psikolojik bir bakış açısı getiremiyor. Örneğin, tüm bu maceranın sonunda başının derde gireceği çok belliyken, harcayabileceğinden daha fazla para kazanmaya neden bu kadar kararlı olduğunu anlayamıyoruz.

Yine de American Made, Tom Cruise'un star ışığı için izlenebilecek keyifli bir kara komedi. Bir yandan da, Amerikan dış politikasının günümüze de yansıyan kepazelikleri üzerine düşünme fırsatı sunan gerçek bir suç hikayesi.

FRAGMAN

American Made (2017) on IMDb

Benim Notum: 6,5 / 10

18 Ekim 2017

Mother!

Sinemada hemen arkamızdaki sırada oturan 17-18 yaşlarındaki kızlı erkekli genç grup filmin 75. dakikası civarlarında birbirlerine dönüp "bu ne ya, Orçun bizi nasıl bir filme getirdin!" diye söylenmeye başladı. Belli ki, "şöyle hayaletli mayaletli bir korku filmi izleyelim" diyerek Cumartesi eğlencelerini planlamışlardı. Gerçekten de filmin aşağıda linkini verdiğim fragmanını izleyenler, Mother'ın bir korku filmi olduğunu düşünmekte çok haklılar. Filmi böyle pazarlamak stüdyonun fikri miydi bilmiyorum, ama Darren Aronofsky'nin filmi geleneksel anlamda bir korku filmi değil... çok dehşet verici sahneler içerse de.

Eğer izleyeceğiniz filmle ilgili hiçbir şey bilmek istemeyenlerdenseniz, bu satırdan sonrasını okumayın. Öte yandan, normalde ben de spoiler'a karşı olsam da, Mother'ı, asıl meselesinin ne olduğunu bilerek izlemenin daha iyi bir seyir deneyimi sunacağına inanıyorum. Çünkü filmin yaklaşık üçte ikilik bölümünü genç bir kadın ve kendinden yaşça hayli büyük narsist bir şair kocanın, bir kır evinde hem evlerini hem de hayatlarını yeniden inşa etme çabaları olarak okuyorsunuz. Anlatılanların tamamen bir alegori olduğunu, (DİKKAT SPOILER) adamın Tanrı'yı, kadının da doğa anayı simgelediğini, yaşananların ise uygarlık tarihinin iki saate sıkıştırılmış bir temsili olduğunu anladığınızda ilk bölümdeki bazı detayları yeniden değerlendirmek istiyorsunuz, ama iş işten geçmiş oluyor. Şöyle söyleyeyim: hikayenin içine bazı metaforlar yerleştirilmiş demek eksik olur, filmin tamamı bir metafor. Bundan önce The Fountain ve Noah ile yine dinler, Tanrı, yaradılış gibi teolojik konularla haşır neşir olan Aronofsky, bu kez dünya ahvaline kafasının bozukluğunu son derece ajitatif bir meydan okuma ile göstermek istemiş. Filmin, bir oturma odasının ortasında minyatür bir kıyameti andıran cinnetli son yarım saatini izlediğinizde, adındaki ünlem işaretinin boşuna olmadığını anlıyorsunuz.

Yıllar önce Requiem for a Dream ile midemize yumruklar atan Darren Aronofsky, Mother'da yine izleyicisini sarsıyor. Ama bu herkesin seveceği bir sarsıntı mı, tartışılır. Mother, ateşli bir hastalığa yakalandığınızda gece gördüğünüz kabusları andırıyor. Tıpkı Requiem for a Dream'de olduğu gibi, bu filmi gördüğüm için memnunum, çünkü çok benzersiz bir deneyim, ama bir daha görmek ister miyim emin değilim. Darren Aronofsky'nin Mother'ı son yıllarda bir büyük stüdyo (Paramount) tarafından yapılmış en tuhaf, en deneysel ve en cüretkar film. Seveni olduğu kadar nefret edeni de çok olacak. Ben ortalarda bir yerdeyim.

FRAGMAN

Mother! (2017) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10


11 Ekim 2017

Kingsman: The Golden Circle

İki buçuk sene evvel gösterime giren ilk Kingsman filmi 2015'in sürpriz hit'lerinden biriydi. Eski usül Bond filmlerine bir saygı duruşu şeklinde ilerleyen öykü, patavatsız mizah duygusuyla eğlendirirken, fazlasıyla grafik şiddet içeren ve bir bale gibi tasarlanmış aksiyon sahneleriyle şaşırtıyordu. Yönetmen Matthew Vaughn bu devam filminde ilk filmdeki o "anarşik" enerjiyi yeniden yaratayım demiş, ama gaz pedalına biraz fazlaca yüklenmiş. Demek ki neymiş, "daha fazla" her zaman "daha iyi" olmayabiliyormuş. Kingsman: The Golden Circle ilk filmin orjinalliğinden ve yaratıcı zekasından yoksun.

Aslında film fena başlamıyor: Londra'nın dar ve işlek caddelerinde geçen hızlı takip ve aksiyon bölümü, Vaughn'ın ilk filmden aşina olduğumuz 360 derece dönen kamera hareketleri ve dar mekândaki dövüş koreografisiyle yine adrenalimizi yükseltiyor. Ama sonrasında senaryo o kadar uçuk ve absürd ki, izlediklerimizi ciddiye almak zorlaşıyor. CGI kullanımının çok bariz olduğu aksiyon sahneleri de artık daha çok bir bilgisayar oyunundan alınmış kayıtlara dönüşüyor. İlk film eski Bond filmlerini anımsatıyorsa, bu film zeka düzeyiyle maalesef daha çok Spy Kids serisine yakınlaşıyor.

FRAGMAN

Kingsman: The Golden Circle (2017) on IMDb

Benim Notum: 5,5 / 10


5 Ekim 2017

It


It ile Netflix dizisi Stranger Things arasında paralellikler kurmamak mümkün değil. İkisi de seksenlerde küçük bir Amerikan kasabasında geçiyor, ikisinde de hikayenin merkezinde bisikletleriyle dolaşan bir grup dışlanmış ve zorbalığa maruz kalmış çocuk var, ikisinde de bir kız sonradan gruba katılıyor, ve elbette ikisinde de başka bir boyuttan gelen bir yaratık etrafa dehşet saçıyor. Üstüne üstlük çocuklardan birinin (Finn Wolfhard) iki yapımda da oynaması benzerlik duygusunu daha da arttırıyor. Ama bizim sinemalarda şimdi izlediğimiz It filmi için "Stranger Things'den esinlenmiş" demek haksızlık olur, çünkü aslında It korku romanları yazarı Stephen King'in ta 86'da yazdığı bir eser. Yani aslında "meğer televizyon dizisi Stranger Things birçok fikri o romandan apartmışmış" demek daha doğru bir tespit.

Derry kasabasında bir grup çocuğun, palyaço kılığındaki kötü bir ruha karşı verdikleri mücadeleyi anlatan It elbette Stranger Things'in daha korkunç bir versiyonu. Arjantinli yönetmen Andy Muschietti, bu korku klasiğini romandan beyazperdeye uyarlarken, Stephen King hayranlarını tatmin edecek bir sonuç almayı başarmış. Ben şiddet dozunu beklediğimden daha fazla buldum. Bir Hollywood kuralıdır, özellikle çocukların ön planda olduğu sahnelerde şiddet seviyesi belli bir sınırda tutulur. Ama daha açılışta canavar ruhlu palyaço Pennywise altı yaşındaki küçük Georgie'nin kolunu kopardığında, filmin bu kuralı pek umursamadığını anlıyoruz. İyi çekilmiş korku sahneleri bir yana, yönetmen Muschietti bence çocukların dünyasını ve aralarındaki ilişkileri anlatırken daha iyi bir iş çıkarıyor. Ve o 13 yaş gençliği tasviri filmin asıl güçlü yanı haline geliyor.

Sondaki final kapışması biraz fazla uzatılmış ve gereksiz tekrarlara düşülmüş olsa da, It iyi çekilmiş, iyi kurgulanmış, dengeli bir mizah duygusu da içeren etkili bir Stephen King uyarlaması.

FRAGMAN

It (2017) on IMDb

Benim Notum: 7,5 / 10