31 Aralık 2013

Prisoners

Şükran Günü için bir araya gelen küçük bir kasabadaki iki aile, akşam yemeğinden sonra dışarıya oynamaya çıkan kızlarının bir süre sonra ortadan kaybolduklarını farkediyorlar. Dehşet içinde polise başvuran ailelerden birinin babası Keller (Hugh Jackman) soruşturmanın uzaması üzerine sazı eline almaya karar veriyor. Prisoners, kusursuz bir kurguya ve harika bir sinematografiye sahip son derece derin ve karanlık bir film. Aslında çok da orjinal olmayan bir kaçırılma hikayesi, mükemmel oyunculuklar ve çok iyi yazılmış diyaloglar sayesinde nefesinizi tutarak izlediğiniz bir performansa dönüşüyor. Filmi izlemeden önce süresinin 2,5 saat olduğunu görünce ikiye bölerek izlerim diye düşünmüştüm. Ancak filmin ortasına geldiğimde kendimi öylesine kaptırmışım ki, uykusuz kalma pahasına sonuna kadar devam ettim. Bu arada bu filmin hala Türkiye'de sinemalarda gösterime girmemesi de büyük bir kayıp. İki sene önce Incendies ile karnımıza yumruklar atan Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve bizi sarsmaya devam ediyor. Demek ki artık bu adamı yakından takip edeceğiz. (8,5)

FRAGMAN

19 Aralık 2013

Tamam Mıyız

Çağan Irmak'ı genelde başarılı bulurum. İyi bir hikaye anlatıcısı olduğunu, seyircisini sarıp sarmalayan büyülü bir hava yaratmada ve duygu sömürüsüne kaçmadan duygusal yoğunluk yaşatmada epey becerikli olduğunu düşünürüm. Bir önceki filmi Dedemin İnsanlarını da çok beğenmiş, hatta 2011'in en iyi filmlerinden biri olduğunu yazmıştım. Tamam Mıyız ise benim için küçük çaplı bir hayal kırıklığı oldu ne yazık ki. Elbette yine belli bir standardın üstünde, ilginç bir konuya temas eden, eli yüzü düzgün bir yapım var karşımızda. Ama film bittiğinde, diğer birçok Çağan Irmak filminin aksine, kendimi çok da etkilenmiş hissetmedim. Bunun çeşitli nedenleri var (bundan sonraki satırlar azıcık "spoiler" içerebilir): Birincisi, senaryo çok güçlü değil. Hikaye çok şey vaat edermiş gibi dursa da, sonunda içinizde bir boşluk hissi ile salondan çıkıyorsunuz. Temmuz ile İhsan'ın arkadaşlığı çok hızlı ilerliyor, hani neredeyse üç günde "kanki" olup çıkıyorlar. İki insanın bu derecede birbirine bağlanması için birlikte daha fazla zaman geçirmeleri, daha fazla bir şeyler paylaşmaları gerekmez mi?

Filmin aleyhine çalışan bir ikinci faktör de fragman. Şu aşağıda linkini verdiğim fragman resmen filmin sonunu açık ediyor. Muhtemel bir duygusal zirve yaşatması hesaplanan final, fragmanı önceden izlemiş benim gibi talihsiz izleyiciler için hiçbir sürpriz içermiyor. Son tahlilde, Tamam Mıyız malzemesi güzel ama aceleye gelmiş bir yemek gibi. (6,5)

FRAGMAN

12 Aralık 2013

The Hunger Games: Catching Fire

Bir kere en baştan şunu söylemeli: Açlık Oyunları'nın bu ikinci halkası kesinlikle ilkinden daha iyi. İlk bölümde karakterleri daha doğru dürüst tanımadan paldır küldür birbirini doğramaya girişen gençleri seyretmiştik. Üstelik de "en son hayatta kalan kazanır"  teması fena halde başka bir filmden (Battle Royale) araklanmış gibi duruyordu. Bu bölümde ise herkesi daha yakından tanıma ve anlama fırsatı buluyoruz. Belki de üç kitaptan oluşan serilerin sinema uyarlamaları için genel olarak bu saptama yapılabilir (örneğin Yüzüklerin Efendisi üçlemesinde de her bölüm bir öncekinden daha iyidir). Seyirci ilk bölümde bir karakter bombardımanı ile karşılaşır, kimin ne olduğunu anlayana kadar film biter. İkinci bölümde ise taşlar daha bir yerine oturmuştur, artık duyguların ve entrikanın derinine inilebilir. Catching Fire'da da aynen öyle oluyor: Hem Katniss, hem de Peeta'yı daha iyi anlıyoruz, onların gerçekten mutlu olmalarını istiyoruz, şu beyaz sakallı adama gününü göstermelerini istiyoruz. Ve sinemada yerimizden kalkıp çıkışa yönelirken de bir sonraki bölümü bir an önce görmek istediğimizi düşünüyoruz. (8)

FRAGMAN 

7 Aralık 2013

Muhteşem Rahatsızlık: Stanley Kubrick

Aylık Sonar dergisinde yayınlanmış bir inceleme yazım.

...... ..... ..... .....
..... ...... ....... .....
..... ..... ...... .....
.....


“Ben o filmleri bir daha izleyemem, bana bir kez yetti” dedi eşim. Sözünü ettiği filmler Otomatik Portakal ve Cinnet idi. Bu yazıya başlamadan önce tüm Stanley Kubrick filmlerini bir kez daha  izlemeye karar vermiştim ve elimde DVD’lerle evden içeriye girdiğimde bu tepki ile karşılaştım. Ben ise bu filmlerin bazılarını dört kez izlemiştim, ve her birini dört kez daha bayıla bayıla izleyebilirdim.

Aslında bu çok da şaşılacak bir durum değil. Kubrick filmleri tüm dünya üzerinde benzer kutuplaşmış tepkilere neden oluyor. Çünkü bu Bronx / New York doğumlu sıradışı yönetmen hiçbir zaman seyircisine hoş duygular yaşatmayı hedeflemedi ve hep “zor” bir yönetmen oldu. O, hikayelerini herkesten farklı bir biçimde anlatmayı seçmişti, zaman zaman “soğuk, anlaşılmaz ve sıkıcı” bulunma pahasına…

1960’tan hayata veda ettiği 1999 yılına kadar sadece dokuz film çekmişti Stanley Kubrick. Ve bir yaptığını asla bir kez daha yapmadı: Bu dokuz filmin her birinin türü, konusu ve anlattığı dönem birbirinden farklıydı, her çalışmasında yeni bir keşfe çıktı, yeni bir risk aldı. 2001: Bir Uzay Macerası’nda bilim-kurgu, Otomatik Portakal’da şiddet, Barry Lyndon’da bol kostümlü 18. yüzyıl dönem filmi, Cinnet’de korku, Full Metal Jacket’da savaş, Gözü Tamamen Kapalı’da psiko-drama türünü yeniden tanımladı. Ama hepsinin ortak bir yönü vardı, mükemmel bir “işçilik”. Işık, hareketli kamera çekimleri, zoom’lar, çerçeveler, ve kompozisyonlardaki virtüözlük nefes kesici idi. Bir Kubrick filmini seyrederken her bir kare için saatlerce uğraşıldığını hissedersiniz, ki iki filmi arasına uzun seneler koyan bir yönetmen için bu yanlış bir tahmin değildir.

İlk yönetmenlik denemelerindeki başarısından sonra, Kubrick Hollywood yapımcılarının dikkatini çeker ve 1960’ta bir üstün prodüksiyon Spartacus’ün yönetmenliğini devralması için davet edilir. Filmin yapımcısı ve dönemin yıldız oyuncusu Kirk Douglas, Kubrick’in projenin büyüklüğünden ürkeceğini ve fazla ahkam kesemeyeceğini düşünmektedir. Oysa tam tersi olur, Kubrick kendi standartlarını ve tarzını filme yerleştirir. Öyle ki, Hollywood alışkanlıklarına sahip bazı ekip üyeleri bu durumdan rahatsız olur: Filmin görüntü yönetmeni Russel Metty “benim işime karışıyor” diye yapımcılara şikayete gittiğinde Kubrick’in yanıtı kısadır: “Sen şurada otur ve hiçbir şey yapma”. Metty bu isteğe uyar, ve işin ilginç tarafı “oturup hiçbir şey yapmadığı” bu çalışması ile o sene En İyi Görüntü Yönetmeni olarak Oscar ödülünü kucaklar.

Filmlerinin başarısına rağmen, Amerikan film endüstrisi ile bir türlü geçinemeyen Kubrick Spartacus’ün ardından Amerika’yı terk eder, Londra’ya yerleşir, ve ölümüne dek tüm filmlerini burada çeker. 1962’de çektiği Lolita’da bir tabu ile flört eder, 1964’teki Dr.Strangelove’da kahraman asker öyküleri ile büyümüş bir toplumu nükleer bomba üzerine bir komedi ile şaşkına çevirir. 1968’te çektiği 2001: Bir Uzay Macerası sinemada bir devrimdir, bazı eleştirmenlere göre tüm zamanların en iyisidir. 1971’de yine çok tartışılan bir filme imzasını atar. Otomatik Portakal’da sadece cinsellik değil, filmdeki şiddet de tartışma konusudur, ve kimilerine göre rahatsız edicidir. Bu filmde Kubrick bireysel özgürlüğün sadece “iyi vatandaş”lara özgü bir hak olmadığını anlatmaya girişir, ve sadist bir genç adamın ifade özgürlüğünü şok edici görüntüler eşliğinde savunur. 1975 yapımı Barry Lyndon’da keskin bir yön değişikliği gerçekleştirir, devasa tablolarla süslü 18.yüzyıl odalarını bize müthiş bir görsellikle sunar. Kubrick, soğukluk ve yalnızlık hissini başarı ile perdeye yansıtabilmek için sadece mum ışığı ile görüntü alabilmeyi sağlayan ve bu film için özel olarak geliştirilmiş kamera lensleri ile çalışır. Sinema tekniğine yaptığı katkılar bir sonraki filminde de devam eder. Bugün televizyondaki konser ve maç yayınlarında bol bol gördüğümüz Steadicam (yürüyen bir kameramanın vücudunun önünde özel bir düzenekle taşıdığı ve titreme etkisini sıfıra indiren kameralar) ilk kez Kubrick’in 1980’de çektiği Cinnet-The Shining’de küçük Danny’nin otel koridorlarındaki bisiklet turları ve finaldeki labirent sahneleri için kullanılır. 1987’deki Full Metal Jacket, Vietnam’ı görenler tarafından savaşı en gerçekçi anlatan film olarak değerlendirilir. Ve 12 yıllık bir aranın ardından 1999’da son filmi Gözü Tamamen Kapalı’yı çeker.

Kubrick söz konusu olduğunda sormamız gereken soru şu: Sinema sanatı –ve hatta genelde sanat- biz insanlarda nasıl bir etki bırakmalı? Bizi iyi mi hissettirmeli, bize hoşça vakit mi geçirtmeli? Eğer öyleyse Kubrick bu işi pek beceremiyordu. Ama eğer sanat bize yeni ufuklar açan, sıradandan farklı düşünmeyi  öğreten bir araç ise, Kubrick muhteşem bir dehaydı. Sanırım eşimle ayrı düştüğümüz nokta burası…

29 Kasım 2013

jOBS

Yirminci yüzyılın en yaratıcı girişimcilerinden Steve Jobs'un hayatına odaklanan Jobs, belli ki ikinci bir "The Social Network" yaratma hevesi ile yola çıkılmış bir iş. Gelgelelim ne yönetmenimiz bir David Fincher, ne de başrolü teslim ettiğimiz Ashton Kutcher'da bu karmaşık profili canlandırabilecek yetenek var. Daha çok bir televizyon filmi havasında geçen fazla uzun bir 130 dakikanın ardından, Steve Jobs'un kişiliğinden ziyade Apple firmasının tarihçesi hakkında bilgileniyoruz. Ashton Kutcher film boyunca hoplaya hoplaya yürüyerek "insanların hayatlarını değiştirecek şeyler yapmalıyız" deyip duruyor. Ama nedendir, bu dahi adamın vizyonerliğinin, hırslarının ya da çelişkili duygularının kökeninde neler vardır, asla oralara inemiyoruz. Her şey yüzeysel. (5)

FRAGMAN

8 Kasım 2013

Thor: The Dark World

Bu "Marvel evreni" artık sıkmaya mı başladı nedir? Thor, Iron Man, Captain America, Hulk derken 2-3 senedir bir süper kahraman enflasyonu oluştu sanki. Üstelik de geçen sene perdelerimizi şenlendiren -gerçekten çok sevdiğim- Avengers gibi bir "all-star" geçidinden sonra, böyle tek tek gelmeleri bir nevi tatlının üstüne karpuz/kavun yemek gibi oluyor. The Dark World sonuç olarak takipçilerinin beklentilerini karşılayacak, bol aksiyonlu, bol görsel efektli, bol patırtılı bir eğlencelik. Ama "sıradışı" denebilecek bir tarafı da yok. (6)

FRAGMAN

5 Kasım 2013

Gravity

Film sona erip de yazılar akmaya başladığında "oyuncular" bölümünde perdede sadece iki kişinin ismi geçiyor: Sandra Bullock ve George Clooney. Evet, belki telsiz konuşmalarından başkalarının sesini duyuyoruz ama Gravity tüm film boyunca sadece iki başrol oyuncusunu gördüğümüz son derece ilginç ve zor bir proje. Tabii üçüncü bir başrol oyuncusu daha var, o da uzay boşluğu. Ben filmin bir giriş bölümü olur, işte uzaya çıkmadan önce NASA'daki hazırlık süreci gösterilir, karakterleri daha yakından tanıdığımız bir girizgah yapılır diye düşünüyordum, ama Gravity bu konuda elini korkak alıştırmıyor: film direkt uzay boşluğundaki aksiyonla başlıyor ve yine uzay boşluğunda bitiyor (...neredeyse). Aradaki 90 dakika boyunca bir kaza sonucu yerçekimsiz ortamda kalan astronotların dünyaya dönebilme çabalarını izliyoruz. Yönetmen Alfonso Cuaron, tıpkı Avatar'da James Cameron'ın yaptığı gibi, istediği sonuca ulaşabilmek için 7 sene sinema teknolojisinin gelişmesini beklemiş. Biliyorum, "sadece iki oyuncu ile 90 dakika nasıl dolar" diye düşünüyorsunuz. Aşağıdaki fragmanı bir izleyin ve bunun 90 dakikaya yayıldığını düşünün. Cuaron, inanılmaz CGI efektler ve sizi aksiyonun tam ortasına yerleştiren kamerası ile müthiş bir deneyim yaşatıyor. Sinemada şimdiye kadar gördüğüm en iyi 3D uygulamaları sayesinde siz de kendinizi orada o astronotlarla birlikte hissediyorsunuz. 3D demişken, bu elbette kesinlikle sinemada izlenmesi gereken bir film (benim bu yazıyı yazdığım  tarihlerde film hala Türkiye sinemalarında oynuyordu, bitmeden görün). Gravity sinemadaki zirvelerden biri, senenin en iyi filmlerinden. (8,5)

FRAGMAN

   

9 Ekim 2013

Much Ado About Nothing

Herhalde Anglosakson kültürü ile yetişmiş tüm aktörlerin gönlünde bir gün bir Shakespeare uyarlamasında rol almak, tüm yönetmenlerin aklının bir köşesinde de bir gün bir Shakespeare eserini perdeye uyarlamak var. Baksanıza Avengers gibi bir "blockbuster"ın yönetmeni Joss Whedon, uzun zamandır hayata geçirmeyi düşlediği bu projeyi, hem de Avengers'in çekimleri sürmekteyken aradan çıkarıvermiş. Toplam 12 gün süren çekimleri California'da kendi evinde gerçekleştirerek maliyeti de epey düşürmüş. Whedon, Shakespeare'in klasik eserindeki karakterleri ve olayları günümüze uyarlamış, ama maalesef diyalogları aynen 425 yıl önce yazıldığı gibi bırakmış. Bu ağdalı konuşmalar maalesef filmi izlenmesi zor, hatta yer yer komik hale getiriyor. Düşünsenize gayet modern giyimli, günümüzden bir iş adamı son model arabasından çıkıp şöyle bir cümle kuruyor: "I pray thee, tell me truly how thou likest her". Bu orjinal diyaloğa sadık kalma işini "Romeo+Juliet"te Baz Luhrmann da yapmıştı, ama o film görsel olarak o kadar zengindi ki, bu antika dil pek göze batmıyordu. Burada ise gerçekten dayanılmaz bir hal alıyor. Klasik edebiyata saygımız sonsuz, ama yok, 2013'te ben bunu almayayım. (4)

FRAGMAN

8 Ekim 2013

Despicable Me 2

Fransızların artistik yaratıcılığı ile Hollywood'un animasyondaki ileri tekniğini bir araya getiren Despicable Me (bizdeki tuhaf çevirisiye Çılgın Hırsız) geri dönüyor. Başroldeki Gru bu kez hiç hırsızlık filan yapmadığı için, filmi izleyen çocuklar "bu filmin adı neden Çılgın Hırsız" diye sormuşlardır eminim. Gru'nun küçük yardımcıları Minyonlar bu bölümde daha fazla öne çıkarılmış, çok da iyi olmuş. Bu sarı sevimli ama şaşkın yaratıklar filmin en komik sahnelerini oluşturuyorlar. Despicable Me 2, tıpkı ilk film gibi, çocukları ile birlikte sinemaya giden yetişkinlerin de eğleneceği bir film. Hatta bazı espriler belki de sadece yetişkinleri hedefliyor: örneğin Minyonların filmin sonunda Village People kostümleri ile çıkıp "Y.M.C.A." şarkısını söylemeleri herhalde 45 yaş üstündekilere daha komik gelecektir. Despicable Me 2 ailece izlenecek hoş bir haftasonu eğlencesi. Unutmadan, film bittiğinde hemen yerinizden fırlayıp çıkışa yönelmeyin (bunu da neden yaparlar anlamam). Son jeneriğin arasına yerleştirilmiş çok hoş 3D efektler içeren sürpriz bir bölüm var. (7)

FRAGMAN

3 Ekim 2013

Stories We Tell

Belgesel deyince akla sadece National Geographic'tekiler gelmemeli. Son zamanlarda izlediğim, başta Senna ve Searching for Sugar Man (ya da izleyip de blogda yazamadığım The Imposter) olmak üzere birçok başarılı belgesel,  içlerinde soluksuz izlenen dramatik öğeler barındıran gerçekten yaşanmış insan hikayeleriydi. Stories We Tell de öyle. Daha 6 yaşında başladığı oyunculuk kariyerinde The Sweet Hereafter, Dawn of the Dead gibi filmlerde rol alan ancak daha sonra Hollywood şatafatına sırtını çevirip yönetmenlik eğitimi almaya karar veren Sarah Polley, kameranın arkasında müthiş olgun işler yaratıyor (Away from Her, Take this Waltz). Bu kez son derece kişisel bir projeyle kamerayı kendi ailesine çeviriyor; kardeşleri ve babası dahil tüm aile bireylerini bir dedektif edasıyla sorgulayarak geçmişi ile ilgili bir sırrı ortaya çıkartıyor. Filmin çekim tekniğine dair öyle bir detay var ki, -şimdi burada söyleyip seyir zevkinizi kaçırmayayım- bunun gerçekten bir belgesel olup olmadığını sorgulatabilir. Ama türü ne olursa olsun, izlerken hissettiklerimiz gerçek. Sarah Polley çok etkileyici bir deneysel çalışmaya imza atmış. (8)

FRAGMAN

1 Ekim 2013

Blue Jasmine

Woody Allen'ın hiçbir filmini çook sevdiğimi söyleyemem. Yani bir "tüm zamanların en iyi 10 filmi" listesi yapsam, içinde Woody Allen olmaz. Kimbilir belki de bunun nedeni Woody Allen filmlerinin sinemanın tüm imkanlarını kullanan sinemaya ait lezzetler içeren yapımlar olmaktan ziyade, geniş kadrolardan oluşmuş bol konuşmalı bir tiyatro oyununa benzemesidir. Öte yandan Allen'ın senaryo yazmadaki ve insan ilişkilerini aktarmadaki başarısını da teslim etmek lazım. Blue Jasmine artık 78 yaşına gelmesine rağmen her yıla bir film sığdırmaya devam eden emektar yönetmenin en iyi filmlerinden biri. Çok varlıklı bir hayat yaşarken birden etrafındaki herşeyin yalan olduğunu öğrenen, hem eşini hem de tüm o itibarlı yaşantıyı yitirip ağır bir depresyona sürüklenen Jasmine'i başarıyla canlandıran Cate Blanchett filmin en büyük kozu hiç şüphesiz. 100 dakikalık filmin baştan sona neredeyse her karesinde görünen Blanchett, bu sene şimdiye kadar gördüğümüz en iyi kadın oyuncu performansını sergiliyor ve en azından bir Oscar adaylığını (ve muhtemelen de ödülü) hak ediyor. (7,5)

FRAGMAN

25 Eylül 2013

Rush

İki efsanevi Formula1 pilotu James Hunt ve Niki Lauda'nın 1970'lerdeki rekabetinin gerçek öyküsü. Filmin şu yanda da gördüğünüz afişinde ön planda Chris Hemsworth yani James Hunt var, hatta Amerika'da yayınlanan posterde sadece Chris'i kullanmışlar. Eh yakışıklı çocuk sonuçta, filmin pazarlaması da onun üzerinden yapılmış. Ama filmi izleyince, özellikle ikinci yarıdan itibaren şunu farkediyoruz: bu aslında Niki Lauda'nın hikayesidir ve gerçektenden de Lauda'nın hikayesi uçarı playboy Hunt'ın hikayesinden çok daha ilginçtir. İlk olarak 10 yıl önce Goodbye Lenin'de evin oğlu olarak tanıyıp sevdiğimiz, sonra da Inglorious Basterds'ta beğendiğimiz Alman oyuncu Daniel Brühl Lauda'yı büyük bir başarıyla perdeye taşıyor; herhalde Niki Lauda kendini oynasa bu kadar olurdu. Sıkı bir F1 izleyicisi olduğum söylenemez, ama Senna'sından Prost'una, Hakkinen'inden, Niki Lauda'sına, hepsi arıza adamların insanlık limitlerini zorladığı bu yarış dünyası sinemaya da çok iyi malzeme olacak hikayeler barındırıyor. Niki Lauda'nın hikayesi bunlardan en etkileyici olanlarından. Bir süredir Dan Brown romanlarıyla oyalanan A Beautiful Mind'ın Oscar'lı yönetmeni Ron Howard'ı yeniden eski formunda görmek de ayrı bir mutluluk. Filmi izledikten sonra, bu rekabetin gerçek görüntüleri için şuradaki BBC belgeseline göz atabilirsiniz. Ayrıca hazır F1 dünyasına girmişken, bu blogda daha önce yazdığım 2011'in en iyi filmlerinden Senna'yı da kaçırmayın derim. (8)

FRAGMAN

13 Eylül 2013

Elysium

Güney Afrikalı genç yönetmen Neill Blomkamp'in ilk filmi District 9 düşük bütçeyle çekilmiş ama çok özgün bir bilim-kurguydu. Uzaylı istilasını bir alegori olarak kullanan senaryo aslında ırkçılık üzerine yaman laflar etmekteydi. Hem bilim-kurgu sevenlerin hem de eleştirmenlerin beğenisini kazanan film 2009 yılında en iyi film dalında Oscar'a aday bile olmuştu. Blomkamp'in elinde bu kez çok daha fazla bütçe ve Matt Damon ile Jodie Foster gibi A-list yıldızlar var. Senaryo yine bir takım politik mesajlar içeriyor: 2154 yılında suç oranının ve hastalıkların arttığı dünya tamamen bir harabeye dönmüş, zengin ve seçkin sınıf ise dünyayı terkedip Elysium adındaki bir uzay istasyonuna göç etmiştir. Dünyada çürümeye bırakılanlardan fabrika işçisi Max, Elysium'u ele geçirmek üzere yapılan bir plana dahil olur. Kafasını kazıtmış ve omuriliğine bağlı çelik zırhla yarı-robot halini almış bir Matt Damon'ı izlemek elbette tüm aksiyon severler için bulunmaz fırsat. Görsel efektler de çok başarılı. Ancak senaryo için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Sanki Neill Blomkamp kafasında bu iki farklı dünyayı, harabe şeklindeki Los Angeles ve cennet Elysium'u yaratmış, ama sonra bu iki seti nasıl bir öyküyle dolduracağını bilememiş gibi. Jodie Foster ise bir felaket; canlandırdığı Delacourt karakterinin tek boyutlu yazılmış olmasından mıdır nedir, kariyerinin ne yazık ki en kötü performansını sergiliyor. (6,5)  

FRAGMAN

12 Eylül 2013

The Conjuring

İki sene önce, gece gece beni epey korkutan Insidious'ın yönetmeni James Wan yine iş başında. The Conjuring yine 70'lerin klasik korku filmleri havasında, hatta bu kez bizatihi öykünün kendisi de 70'lerde geçiyor. James Wan bir kez daha, hiç şiddete başvurmadan, kafa kol koparmadan, hatta neredeyse hiç kan göstermeden nasıl korku filmi yapılır, nasıl tansiyon yükseltilir, bunun dersini veriyor. Aslına bakarsanız film bu tür "tekinsiz ev" filmlerinde daha önce milyon kez gördüğümüz klişeleri bir kez daha kullanmaktan çekinmiyor: şehirden uzakta göl kenarında eski bir ev, o evde daha önce yaşanmış korkunç olaylar, yeni taşınan ailenin küçük kızının evde kimsenin görmediği bir oyun arkadaşı bulması, ailenin nedense bütün bu nahoş durumlara rağmen tası tarağı toplayıp evden gitmemesi ve tabii meşhur şeytan çıkarma seansı. Bunlar artık bu janrın çiğnene çiğnene paspas olmuş motifleri. James Wan tüm bu aşina olduğumuz öğeleri çok iyi bir sinematografi ve tedirgin edici bir müzik eşliğinde ustaca kullanıyor. Yönetmenin diğer bir sevdiğim tarafı ise filmde bir takım sahte "böö" anları yok; insanları önce yerinden zıplatıp sonra da "o aslında kediydi" demiyor. İşini ustaca ve dürüstçe yapıyor. Dürüst demişken, filmin gerçek olaylardan esinlendiğini, olayları bizzat yaşayan Lorraine Warren'ın çekimler boyunca sette danışmanlık yaptığını, hatta bir sahnede konuk oyuncu olarak yer aldığını ekleyelim. (7)

FRAGMAN


3 Eylül 2013

What Maisie Knew

Sorumsuz bir anne-babanın boşanma ve velayet davası sürecini, ortada kalan dünyalar tatlısı 6 yaşındaki kızlarının gözünden anlatan oldukça dokunaklı bir film. Sevdiğim bir laf vardır: "Araba kullanmak için bile ehliyet şart koşuluyor ama anne-baba olmak isteyene kimse ehliyetin var mı diye sormuyor". Filmi izlerken sürekli bu sözü düşündüm. Henry James'in romanından uyarlama What Maisie Knew, bazı insanların neden anne baba olmamaları gerektiğini, duygu sömürüsüne kaçmadan ama etkileyici bir biçimde aktarıyor. Yönetmenler McGehee ve Siegel, küçük bir kızın dünyasına inerken mevzuyu o kadar naif, ince ve detaylı işliyor ki Maisie’nin bakışları sanki onun o sorumsuz anne-babası bizmişiz gibi derinden yaralıyor. Film boyunca içimiz burkulsa da, neyse ki hikaye umut dolu bir sona sahip. (7,5)

FRAGMAN


27 Ağustos 2013

"No"

Yıl 1988. Şili'de askeri darbe ile yönetime el koyan ve ülkeyi 17 yıl yöneten devlet başkanı General Augusto Pinochet, uluslararası baskılar sonucunda bir referanduma razı olur. "Evet" oyu çıkması Pinochet yönetiminin devamı anlamına gelmektedir. "Hayır" kampanyası yapanlar, propaganda döneminde televizyondaki 15 dakikalık süreyi doldurması için genç reklamcı Renee (Gabriel Gael Bernal) ile anlaşırlar. Renee alışılmamış bir yöntem izleyerek kampanyasını reklamcılığın esasları ve kapitalizmin tüketim ve satış politikaları üzerinden kurgular: Çekilen acıları göstermek yerine, dikta rejimi ile hesaplaşma sürecini mutluluk ve diğer pozitif kavramlarla oluşturur. Negatif bir kavram olan "no"ya bile pozitif anlamlar yükleyerek halkı mutluluğa davet eder. Yönetmen Pablo Larrain 80'ler havasını verebilmek için filmin tamamını eski usul bir VHS video kamerayla ve 4:3 formatında çekmiş. Öyle ki, sanki bir sinema filmi değil de, 80'lerden kalmış bir "home video" VHS kaset izliyoruz. Bu sayede araya atılan kampanyadan gerçek kesitler filmle çok iyi bütünleşmiş (1988 yılındaki "No" kampanyasının gerçek görüntülerini şuradan izleyebilirsiniz). No, özellikle yakın siyasal tarihle ilgilenenlerin ve iletişim öğrencilerinin mutlaka izlemesi gereken, yarı belgesel nitelikte başarılı bir film. (8)  

FRAGMAN

Not: Film Digiturk'te MovieMax Festival kanalında gösterimde.   

26 Ağustos 2013

The Place Beyond the Pines

Hollywood'un şu aralar en gözde iki genç aktörü Ryan Gosling ve Bradley Cooper'ı bir araya getiren The Place Beyond the Pines üç ana bölümden oluşan uzun bir edebiyat eseri gibi. İlk bölümde motoruyla lunaparkta gösteriler yapan serseri Luke'u (Ryan Gosling) tanıyoruz. Ryan Gosling'i Drive'da çok sevmiştim ama burada Drive'daki rolünün neredeyse birebir aynısını oynuyor. Bu gidişle bu az konuşan, içine kapanık, gizemli ağır abi karakteri bu çocuğun üzerine yapışıp kalacak. İkinci bölümde ise genç polis memuru Avery (Bradley Cooper) ile tanışıyoruz. Bu iki adamın hikayeleri bir şekilde kesişiyor, şimdi çok ipucu vermeyeyim. Üçüncü bölümde ise zaman çizgisinde 15 yıllık kocaman bir zıplama yapıyor ve babaların günahlarının oğulların hayatlarını nasıl etkilediğini izliyoruz. The Place Beyond the Pines, iyi çekilmiş, iyi oynanmış ve başladınız mı kendisini izlettirmeyi başaran kalburüstü bir film. Tek sıkıntı çok uzun olması ve aslında üç ayrı filmi besleyecek bir malzemenin tek seferde çıkarılmaya çalışılması. Hani sanki televizyon dizisi olsa daha uygun olacakmış. Yine de, eğer zaman ayırabilirseniz, Eva Mendes dahil oyuncu performansları ve güzel müziği ile tavsiye edeceğim bir yapım. (7,5)

FRAGMAN
  

22 Ağustos 2013

Mud

Amerikan film dağıtım şirketlerinin farklı coğrafyalardaki alıcılarla yaptıkları satış anlaşmaları zaman zaman ilginç durumlar ortaya çıkarabiliyor: Şu film 10 Mayıs'ta Amerika'da gösterime girdi, Temmuz ayında hala sinemalarda oynuyordu. Ben "bizim sinemalara gelse de gitsem" diye beklerken, film bir akşam televizyonda karşıma çıktı! Evet, D-Smart'ın Temmuz ayında "Kaçak Mud" adıyla gösterime soktuğu "Mud" aynı günlerde Amerikan sinemalarında hala gösterimdeydi. Hani "TV'de ilk kez" diye bir ibare vardır, bu güzel film "tüm dünya televizyonlarında ilk kez" Türk televizyonlarında gösterildi aslında. D-Smart çalışanlarının bu durumun farkında olmaması ve yeterince reklamını yapmaması ise ayrı bir konu elbet.

Mississippi nehrinin kenarında yaşayan ve Mark Twain romanlarından fırlamış gibi görünen iki çocuk nehirdeki bir ada üzerinde bir kanun kaçağıyla karşılaşırlar. Zamanla Mud ile aralarında bir bağ oluşur ve çocuklar bu esrarengiz adamın hem ödül avcılarından kaçmasına, hem de sevgilisi ile yeniden buluşmasına yardım etmeye karar verirler. Take Shelter'ın yönetmeni Jeff Nichols'tan yine doğa, aile ve saplantılar üzerine iyi bir film. Yıllar öncesinden Stand By Me'yi anımsatan öyküde özellikle çocuk oyuncular çok başarılı. Ancak  Matthew McConaughey için ayrı bir parantez açmak lazım: Yıllardır eften püften işlerde kendini paslandıran bu "southern" aksanlı adam bence kariyerinin en iyi performansını sergiliyor ve bir Oscar adaylığını hak ediyor. Mud sakin bir şekilde ilerleyen, sizi yormayan, süresi uzun olmasına rağmen sıkmayan, hayatın acımasız gerçeklerini kitap dilinde anlatan başarılı bir film. (7,5)

FRAGMAN

Not: "Mud" MovieSmart Gold kanalında gösterilmeye devam ediyor, örneğin 30 Ağustos Cuma gecesi izleyebilirsiniz.



15 Ağustos 2013

Side Effects

Filmin yönetmeni Steven Soderbergh, bu filmin çekeceği son sinema filmi olduğunu, bundan sonra televizyon projelerine ağırlık vereceğini duyurdu. Neden böyle bir karar aldı bilmiyorum ama, henüz 50 yaşını doldurmamış olmasına rağmen CV'sine 37 film sığdırabilmiş bu yetenekli ve becerikli yönetmenin en verimli olduğu bir yaşta sinemadan emekli olma kararına üzüldüm. 1989'da daha ilk filmi ile (çok sevdiğim "Sex, Lies and Videotape") Cannes'da Altın Palmiye almayı başaran Soderbergh'in sonrasında inişli çıkışlı bir grafiği oldu. Bu 37 film içinde Traffic, Contagion gibi başyapıtlar olduğu gibi, Ocean's serisi (Eleven, Twelve, Thirteen) ve son olarak Magic Mike gibi çok sıra işi yapımlar da vardı. Ama her filminde asgari bir özen duygusu, ışık ve renk kullanımında bir farklılık, bir detaycılık hep göze çarpardı.

Side Effects yönetmenin ustalığını konuşturduğu kaliteli filmlerinden. Depresyon tedavisi gören bir genç kadının hayatı, kullanmaya başladığı yeni bir ilacın beklenmeyen bazı yan etkileri nedeniyle alt-üst oluyor. Bu yan etkiler nedeniyle önce psikiyatr suçlanıyor. Ancak doktor bazı detayları sorgulamaya başlayınca örtünün altından çok farklı bir polisiye hikaye çıkıyor. Sürprizli ve ters köşeye yatıran finalleri sevenler Side Effects'i beğenecektir. Ancak bana filmin sonu biraz aceleye getirilmiş, biraz paldır küldür olmuş gibi geldi. Sinemadan çıkarken senaryodaki boşlukları ve mantıksızlıkları düşünürken buldum kendimi. Sonuç olarak çok iyi başlayan, sürükleyici devam eden ama olay örgüsündeki entrika gazının biraz fazla kaçması nedeniyle finalde eli ayağına dolaşan bir yapım. Yine de Soderbergh için izlenir. (7)

FRAGMAN

  

14 Ağustos 2013

Before Midnight

Bir kere benim gibi Before Sunrise (1995) ve Before Sunset'i (2004) izlemiş olanlar iki elleri kanda olsa da Celine ve Jesse ile yeniden buluşmaya koşacaklar. Her şey bir tarafa, bir "proje" olarak bu çok ilginç bir fikir: aynı yönetmen ve aynı başrol oyuncularının 9'ar yıl arayla yeniden bir araya gelebilmeleri ve aynı hikayeye devam edebilmeleri başlı başına ilgiye değer ve sinemada pek rastlanmayan bir durum, benim bildiğim başka örneği yok (10 yıl ara verip ikincisi çekilen çok film var da, bunu 18 yıl boyunca devam ettirebilen başka yok).

1995'te bir trende karşılaşan ve sabaha kadar Viyana'yı dolaşan bir Amerikalı delikanlı ve bir Fransız genç kız, 2004'te Paris'te yeniden bir araya gelmişler ve bu kez de akşama kadar sokakları arşınlamışlardı. Bu kez çok daha olgunlaşmış ve çoluk çocuğa karışmış çiftimizi Yunanistan'da buluyoruz. Format yine aynı: Film boyunca uzun tek plan çekimlerle Celine ve Jesse'nin kadın-erkek ilişkilerine, evliliğe, hayata ve ölüme dair konuşmalarını dinliyor, sanki onların peşinde dolaşan bir sinek gibi yürüyüşlerine eşlik ediyoruz. Kötü bir senaryo ya da vasat oyunculuk performanslarıyla böyle bir format çekilmez olabilirdi. Ama Ethan Hawke ve Julie Delpy'nin de yazılmasına iştirak ettikleri senaryo öylesine ilginç ve oyunculuklar öylesine gerçek ki... Film hiç bitmesin ve bu iki insan sabaha kadar konuşsunlar, hatta mümkünse eve gelsinler oturma odamızda da konuşmaya devam etsinler istiyorsunuz.

Bu üçüncü halka ile ilgili tek eleştirim şu olabilir: İlk iki filmde romantik bir heyecan duygusu da vardı, "acaba bir araya gelecekler mi" diye. Bu kez artık bir arada olduklarını zaten biliyorsunuz, bu da sanki biraz lezzeti azaltıyor. Ama yine de yaz filmlerinin patırtısı arasında kaçırılmayacak bir vaha. Eğer ilk iki filmi izlemediyseniz önce onları bir yerlerden edinin (DVD'leri mevcut), sonra da Before Midnight ile final yapın. (8)  

FRAGMAN

The Wolverine

Filmin afişini görenler "birkaç sene önce de bir Wolverine filmi yok muydu?" diye düşünebilirler. Evet, vardı: 2009 yılında yine Hugh Jackman'ın başrolünde oynadığı bir başka film "X-Men Origins: Wolverine" adıyla gösterime girmişti ve vasatı aşamayan başarısız bir yapımdı. Şimdi sanki hem yapımcılar, hem de Hugh Jackman "ilk denemede beceremedik, bize bir şans daha verin" der gibiler. Teslim etmek lazım, bu Wolverine ilkinden çok daha iyi. Hikayenin neredeyse tamamen Japonya'da geçmesi ve samuray kültürüne dair çeşitlemeler filme daha ağırbaşlı bir hava vermiş. Öyle ki, son yirmi dakikaya kadar (ah o yirmi dakikaya birazdan geleceğim) sanki bir çizgi roman uyarlamasından ziyade, diğer X-Men'lerden bağımsız, dramatik yapısı güçlü farklı bir hikaye izliyoruz. Ama sonra nedense Hollywood kuralları devreye giriyor, yapımcılar seyirciler arasında ellerinde mısırlarıyla oturan ve perdede cümbüş görmeyi isteyen 15-16 yaşlarındaki ergenleri hatırlıyor. Stüdyo yöneticileri "şimdi o çocukların beklentilerini karşılamazsak ayıp olur" diyor ve filmin son yirmi dakikasına garip bir robotumsu canavar ekleniyor. Ve bir anda bütün o samuray felsefesi, o "cool" hava pencereden uçup gidiyor. (6,5)

FRAGMAN

26 Temmuz 2013

Pacific Rim

Uzaydan gelen Godzilla benzeri dev deniz yaratıkları gezegenimizi ele geçirmeye çalışırken, dünyalılar inşa ettikleri dev robotlarla onları durdurmaya çalışıyorlar. Şu hikayeyi duyanlar ve yandaki afişe bakanlar beyinsiz bir Transformers ya da Power Rangers çakması ile karşı karşıya olduğumuzu düşünebilirler. Açıkçası filmden önce benim de beklentilerim çok düşüktü, sadece oğlumla birlikte erkek erkeğe bir yaz eğlencesi olsun düşüncesi ile girmiştim sinemaya... Ama işte yönetmen koltuğunda işini bilen bir ismin oturması, en uyduruk hikayeden bile iyi bir filmin çıkmasını sağlayabiliyor. Yıllar önce Pan'ın Labirenti (El laberinto del fauno) ile çok daha farklı bir izleyici kitlesinin gönlünde taht kuran Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro görsellikteki ustalığını yine konuşturuyor. Filmin büyük çoğunluğu bilgisayar ortamında yaratılmış görüntülerden oluşsa da perdede izledikleriniz hiçbir zaman yapay bir efekt gibi durmuyor. Robotlarla canavarların dövüş sahneleri ise tek kelimeyle nefes kesici. Filmin aksayan yönü ise oyunculuklar. Mareşal rolündeki Idris Elba soğukkanlı performansı ile gemiyi kurtarmaya çalışsa da, özellikle başroldeki Charlie Hunnam'ın ruhsuz ve karizmadan yoksun oyunu, onu "kahramanımız" olarak benimsememize engel oluyor. Hatta bir ara "şu Godzillalardan biri bu adamı eziverse ne hoş olur" diye düşünmedim değil... (7,5)

FRAGMAN

23 Temmuz 2013

Kon-Tiki

Önce biraz tarih dersi: Norveçli bilim adamı ve kaşif Thor Heyerdahl 1947 yılında ilkel bir salla Pasifik Okyanusunu geçmeye kalkar. Amacı Tahiti'nin de içinde yer aldığı Polinezya adalar grubunda yaşayan yerlilerin soyunun sanıldığı gibi Asya'dan değil, Güney Amerika'dan geldiğini kanıtlamaktır. Bu iddiaya o dönemdeki bilim çevreleri inanmak istemezler, çünkü onlara göre 1500 yıl öncesinin denizcilik kültürü ve imkanları ile o insanların Peru'dan Tahiti'ye gelebilmeleri mümkün değildir. Heyerdahl iddiasını kanıtlamak için beş arkadaşı ile birlikte tıpkı 1500 yıl önceki yerliler gibi sadece tomruklar ve ip kullanarak bir sal yapar ve bu motoru olmayan ilkel deniz aracı ile 8000 kilometre ve 100 gün sürecek bir yolculuğa çıkar. Kon-Tiki işte bu inanılmaz (ama gerçekten yaşanmış) yolculuğun hikayesini anlatıyor.

Anlaşılan benim için bu senenin teması İskandinav sineması olacak. Danimarka'dan iki harika filmden sonra (The Hunt ve A Royal Affair) bu kez de Norveç'ten zihin açan, sanki oksijen dolu taptaze bir nefes Kon-Tiki. Avrupa filmi deyince sıkılacağız diye düşünmeyin. Özellikle köpekbalığı sahneleri değme Hollywood yapımlarındaki gerilime taş çıkartır. Sürükleyici hikayesi, iyi oyuncuları ve enfes okyanus görüntüleri ile iki saatin nasıl geçtiğini anlamayacaksınız. (8)

FRAGMAN

17 Temmuz 2013

The Call

Amerikanın meşhur 911 acil yardım hattı operatörlerinden biri, Jordan (Halle Berry), sapık bir katil tarafından kaçırılan bir genç kızdan çağrı alıyor. Bir süre telefon üzerinden genç kıza taktikler veren Jordan, daha sonra "bu iş böyle olmayacak" deyip masasından kalkmaya ve sazı ele almaya karar veriyor. O noktadan itibaren de film sıradanlaşmaya başlıyor. The Machinist ve Transsiberian gibi oldukça iyi filmlerin yönetmeni Brad Anderson'ın elinden çıkma The Call aslında yukarıda bahsettiğim kırılma noktasına kadar ilgi çekmeyi başaran bir gerilim. Sonrasında nedense izleyicisini aptal yerine koyan ve en klişe televizyon filminden çıkıp gelmiş bir olay akışı, filmin ilk yarısındaki tüm artıları çöpe atıyor. (5)

FRAGMAN

16 Temmuz 2013

The Hangover Part III

İlk Hangover ilginç karakterler ve orjinal bir hikayeyi barındıran, aynı zamanda da acayip komik bir filmdi. İzlerken birçok yerde kahkahalarla güldüğümü hatırlıyorum. İkinci Hangover tamamen ilkinin kopyasıydı, sadece lokasyon değişmişti. Bu üçüncü halka ise "zorlama devam filmlerinin şahı" olarak tarihe geçecek. Hikayenin hiçbir komik tarafı yok, hatta bu bir komedi filmi mi o bile tartışılır: 100 dakika boyunca herhalde sadece bir kere "tı-hı" diye bir ses çıkardım. Başta Bradley Cooper olmak üzere tüm oyuncular "ne işimiz var bizim burda" der gibi oynamışlar. Bir de Mr.Chow meselesi var tabii. İlk iki filmde en sinir olduğum karakterin bu filmde çok daha uzun bir rol alması tuz biber ekmiş. "Las Vegas'ta yaşananlar, Las Vegas'ta kalır" diye bir lafı vardır Amerikalıların. Keşke 2009'da o ilk filmde yaşananlar da hep orada kalsaydı. (4)

FRAGMAN

15 Temmuz 2013

Monsters University

Pixar son dönemlerde Brave ve Cars 2 gibi filmlerle biraz vasat çizgisine doğru gerilemeye başlamıştı (Linklerden de ulaşabileceğiniz yorumlarımda bu filmler için sırasıyla 6,5 ve 6 vermişim). Monsters University bu hayal kırıklığı trendinden bir çıkış fırsatı gibi görünüyor. Bir "prequel" (ön hikaye) olan filmde, Monster Inc.den tanıdığımız Mike ve Sully'nin ilk kez birbirleri ile tanıştıkları üniversite yıllarına dönüyoruz.

Monsters University "aman sakın kaçırmayın" denecek bir film değil, ama küçük çocuklarınızla birlikte gidilebilecek güzel bir aile eğlencesi. Çocuklar bu rengarenk canavarlara zaten bayılacaklar; eski Pixar yapımlarından alışageldiğimiz o ince mizah duygusu sayesinde anne-babalar da filmden epey keyif alacaklar. Filmin özellikle son 15-20 dakikasında beylik bir "happy ending" yerine sürprizli bir finali tercih etmeleri nedeniyle ise yapımcılara özel bir tebrik. Sende hala iş var Pixar! (7)

FRAGMAN

5 Temmuz 2013

Now You See Me

Çok yetenekli dört illüzyonistten oluşan ve kendilerine "Mahşerin Dört Atlısı" diyen bir ekip, gösterileri esnasında gerçek bir bankayı soyup paraları da seyircilere dağıtmaya başlayınca, kararlı bir FBI ajanı tarafından takip edilmeye başlıyorlar. İllüzyon gösterileri dünyanın her tarafında ilgi çeker (bakınız: Yetenek Sizsiniz Türkiye). Now You See Me bu cazip konsepti alıyor ve çılgın bir kurgu, dur durak bilmeyen bir tempo ve cafcaflı sahne performansları ile sanki sinema koltuğundaki seyirciyi iki saatliğine bir Las Vegas şovuna götürüyor. Ancak tıpkı "ne sihirdir ne keramet, el çabukluğu marifet" sözünde olduğu gibi, yönetmen Louis Leterrier biraz el çabukluğuna güvenmiş.  Kabataslak çiziktirilmiş karakterler ve senaryodaki "içinden kamyon geçecek" boşlukları kapatmak için seyircinin dikkatini başka yere çekmeyi denemiş. Sonuçta elde kalan bol gürültülü, bol ışıltılı ama şapkadan tavşan çıkarmayı başaramayan bir "Ocean's Eleven" çakması olmuş. (5)

FRAGMAN

2 Temmuz 2013

World War Z

World War Z, büyük kalabalıkların histeri halinde koşuşturduğu, patlamalar ve kaotik yıkım sahneleri içeren 2012 tarzında bir felaket filmi mi olsam, yoksa küçük ve kapalı mekanlarda geçen Alien tarzı klostrofobik bir korku filmi mi olsam, karar verememiş bir yapım. Filmin yapım aşamasında yaşanan problemler geçen sene sektörle ilgili yayınlara bolca konu olmuştu. Çekimlerin tam orta yerindeyken senaryo en baştan yeniden yazılmış, bazı bölümler tekrar çekilmişti. Bu aksaklıklar çıkan son üründe kendini belli ediyor. Her ne kadar başarılı görsel efektler ve etkileyici set tasarımları göz doldursa da, senaryodaki zayıflıklar konuya tam olarak dahil olmamızı engelliyor. (6)

FRAGMAN

23 Haziran 2013

Man of Steel

Neredeyse bir sene önceden dönmeye başlayan fragmanlarıyla, Russel Crowe ve Kevin Costner’ı bir araya getiren parıltılı kadrosuyla, yönetmen Zack Snyder’in (300) yanı sıra projede -yapımcı olarak da olsa- Christopher Nolan isminin yer alması ile yeni Superman filmi bu senenin belki de en fazla merakla beklenen “blockbuster” prodüksiyonuydu. Hemen söyleyeyim, sonuç biraz hayal kırıklığı... Man of Steel kötü bir film değil, ama ben bu ekipten daha iyisini beklerdim. Önce artılarla başlayalım: Man of Steel diğer Superman filmlerinden oldukça farklı bir Kripton bölümü ile açılıyor. “İşte uzakta buzlarla kaplı bir gezegen” deyip geçmek yerine, Kripton’daki hayatı, insanları, onların kullandığı teknolojiyi daha yakından tanıyoruz. Bu bölümde özellikle Russel Crowe çok başarılı. Yıllar önce Marlon Brando’nun uyurgezer performansından sonra, Crowe çok daha canlı ve akılda kalıcı bir Jor El portresi sunuyor bize. Dünyaya gönderilen Kal El’in yani Clark Kent’in süper güçlerini fark edip, kötü adam Zod’la çarpışmaya başlamasıyla filmin eksileri su yüzüne çıkıyor. Filmin son bir saati aksiyon üstüne aksiyon, yıkım üstüne yıkımla geçiyor. Bu kadar CGI bir süre sonra insanı bunaltıyor, “Transformers’a mı geldik, bi durun” dedirtiyor. Halbuki yazının girişinde sözünü ettiğim ve aşağıdaki linkten ulaşabileceğiniz fragmanlar, karakter gelişimine ve  Clark'ın yaşadığı değişimin insani boyutlarına ağırlık veren çok daha derinlikli bir film vaad ediyordu. Sometimes less is more. (6)

FRAGMAN

20 Haziran 2013

Star Trek Into Darkness

Lost'un yaratıcısı J.J.Abrams 2009 yılında efsanevi Star Trek serisine bir gençlik aşısı yapmıştı. Bir yandan Atılgan'ın kadrosunu tamamen gencecik ve nispeten adı sanı duyulmamış oyuncularla yenileyerek günümüzün genç sinema izleyicisini tavlamayı başarmış, öte yandan serinin bir takım ritüellerine bağlı kalarak orjinal Star Trek fan'lerini de küstürmemişti. Abrams dört yıl sonra bu işe yarar formülü şaşılacak şekilde yeniden işletmeyi başarıyor. Film boyunca birçok farklı sahnede neredeyse 50 yıl önce çekilmiş TV dizisine göndermeler yaparak saygı duruşunu ihmal etmezken, karışıma yepyeni elementler ekleyerek hikayenin taze kalmasını da sağlıyor. Bu yeni elementlerden biri hiç şüphesiz kötü adam rolündeki Benedict Cumberbatch. Şimdiye kadar daha çok BBC dizilerinde karakter rolleriyle sınırlı bir ün yapmış bu genç İngiliz aktör, Khan rolündeki soğuk ama keskin performansıyla filmin en akılda kalan portresi olmayı başarıyor. İster benim gibi yıllaar yıllar önce Kaptan Kirk ve Mister Spock'ı TRT'nin siyaz beyaz ekranından izlemiş dinozorlardan olun, ister oğlum gibi Atılgan'la ilk kez karşılaşanlardan, bu Star Trek'i seveceğiniz kesin. (8)    

12 Haziran 2013

Sinister

Bir cinayet romanları yazarı, yeni romanına malzeme toplayabilmek için bir ailenin katledildiği kasabaya taşınıyor. Kasabadaki bir otelde kalsa neyse diyeceğiz ama gidip kendi çoluk çocuğu ile birlikte cinayetin işlendiği evi kiralıyor. Tavan arasında bulduğu eski film şeritlerini izlediğinde, yaşananlara dair aradığından daha fazlası ile karşılaşıyor. Sinister ilk olarak kadrosunda Ethan Hawke ismi ile ilgimi çekti. Gerçekten de genelde ortalamanın üstü yapımlarda boy göstermesine alıştığımız Hawke eğer bu projede yer almayı kabul ettiyse dikkate değerdi. Film ikinci olarak da açılış sahnesi ile sizi şöyle bir sarsıyor. Sonrasında da o ürperten hava film boyu devam ediyor. İlk bir saat boyunca bir seri katil hikayesi gibi gelişen ve ayakları yere gayet sağlam basan senaryo, sonrasında nedense bir hayalet hikayesi olmaya karar veriyor ve inandırıcılığını o noktada yitirmeye başlıyor. Yine de son 2 yıldır izlediğim en korkunç film olduğunu söyleyebilirim, en son 2011 yapımı Insidious'ta böyle tedirgin olmuştum. Korku filmi severlerin beklentilerini karşılayacak bir yapım. (7)

FRAGMAN

5 Haziran 2013

Fast & Furious 6

İki yıl önceki Fast Five tam bir sürprizdi. Gerçekten de isminin sonunda "5" rakamı olan bir filmden herkes artık gazı kaçmış, yorgun ve zorlama bir yapım beklerken Justin Lin serinin en gösterişli ve aksiyon dozu en yüksek halkası ile çıkıp gelivermiş, o müthiş adrenalin fırtınası hatta benim "2011'in en iyileri" listeme bile girmişti. O filmin bıraktığı güzel izlerden sonra,bir sonraki maceraya da yüksek bir beklentiyle gittik haliyle... Açılış jeneriğinde ilk beş filmin görüntüleri eşliğinde Wiz Khalifa'nın "We Own It" parçasıyla iyice havaya da girdik. Ama sonrası tam anlamıyla tatmin edici değil ne yazık ki... Evet yine insanın ağzını açık bırakacak müthiş aksiyon sahneleri var. Ama senaryo ve diyaloglar öyle zayıf ki. Sanki önce hızlı arabalar, tanklar, uçaklar, patlamalar vesaire içeren o aksiyon sahneleri kurgulanmış sonra da "hmm, şimdi buna uygun bir hikaye yazalım" denmiş gibi. Ayrıca takip sahnelerinin genelde gece çekilmiş olması ve çılgın bir kurgu neyin ne olduğunu anlamamızı zorlaştırıyor. Yaz eğlencesi olsun da, "akil" olmasa da olur diyenlere... (6,5)  

31 Mayıs 2013

A Royal Affair

Artık karar verdim, bu Danimarka sinemasında -hatta biraz daha genellersek İskandinav sinemasında- iş var. O topraklardan şu aralar çıkan  en parlak yıldız da Mads Mikkelsen kuşkusuz. İlk olarak James Bond macerası Casino Royale'de kötü adam Le Chiffre olarak karşımıza çıkan bu Danimarkalı aktörü, geçen ay izlediğim The Hunt'da da çok başarılı bulmuştum. Şimdi ise bir tarihi dramada, The Hunt'takinden çok daha farklı bir rolde yine göz dolduruyor. Henüz izlemedim ama, Mikkelsen bu sene başlayan NBC dizisi Hannibal'da başrolü kapmayı da başardı.

18.yüzyılda Danimarka kraliyet sarayında yaşanan bir yasak aşkın gerçek hikayesini, dönemin aydınlanma hareketi ile harmanlayarak anlatan, teknik açıdan mükemmeliği ile benzerlerine fark atan bir yapım A Royal Affair.  62. Berlin Film Festivalinde en iyi senaryo ve en iyi erkek oyuncu dallarında gümüş ayı alan film, aynı zamanda en iyi yabancı film dalında bu seneki Oscar adaylarından biriydi. Saray entrikaları için her hafta Muhteşem Yüzyıl'ı ayıla bayıla izleyenler mutlaka bu filme de bir göz atmalı, tarihi drama nasıl çekilir görmeli. (8)

FRAGMAN

30 Mayıs 2013

Seven Psychopaths

"Yedi Psikopat" adını koyduğu ama hikayesini bir türlü tam olarak kurgulayamadığı kitabını zar zor yazmaya çabalayan senarist Marty'nin başı, tuhaf arkadaşlarının bir mafya babasının köpeğini kaçırması sonrasında belaya dolanıyor. Olaylar gelişirken bir yandan Marty'nin senaryosundaki farklı psikopat katil hikayelerini dinliyor, bir yandan da bizzat Marty'nin yaşadıklarının aslında yazmaya çalıştığı filmi oluşturduğuna şahit oluyoruz. Yani bir tür "film içinde film" durumu. Biraz Guy Ritchie'nin erken dönem filmlerini (Lock Stock, Snatch, RocknRolla), çoklukla da Quentin Tarantino tarzını anımsatan olay örgüsü başta ilginç gelse de, bir süre sonra çok fazla hikaye, çok fazla karakter ve çok fazla diyalog nedeniyle insanın dikkatini dağıtmaya başlıyor. Elbette kadrodaki Christopher Walken, Sam Rockwell ve Woody Harrelson gibi yetenekli aktörleri izlemek bir keyif. Ancak filmde genel bir akıcılık sorunu var. (6) 

FRAGMAN

27 Mayıs 2013

The Great Gatsby

Yirminci yüzyıl Amerikan edebiyatının en önemli yazarlarından F.Scott Fitzgerald'ın The Great Gatsby romanı, aynı zamanda sinemaya en çok uyarlanan eserlerden biridir. Gerçekten de IMDb'de "The Great Gatsby" diye aratsanız bir dolu film ile karşılaşırsınız, ki bunların arasında en çok akılda kalanı 1974 yapımı Robert Redford'lu olanıdır. Şimdi Avustralyalı yönetmen Baz Luhrmann bu meşhur romana kendi tarzı ile yaklaşıyor. Burada "tarz" kelimesi önemli, çünkü Luhrmann'ın önceki filmleri Romeo+Juliet (yine Leonardo vardı) veya Moulin Rogue'u izlemiş olanlar, yönetmenin bir edebi esere kendi damgasını vurmaya ne kadar meraklı olduğunu hatırlayacaklardır. Evet, bu son Gatsby her şeyden önce bir "yönetmen filmi". Leonardo DiCapprio her ne kadar Gatsby rolünde çok iyi bir iş çıkarmış olsa da, bu filmin başrolünde Baz Luhrmann var. Luhrmann 1920'lerin eğlence ve şatafat içerisindeki New York'unu perdeye taşırken, çok başarılı kostümler, etkileyici dekorlarla rüya gibi bir atmosfer yaratıyor ve müthiş bir görsel ziyafet sunuyor. Kullanılan müzikler de sanki filmin oyuncularından biri gibi... Müzik demişken, filmdeki Jay Z parçalarını duyup "1920'lerin caz çağında hip hop müziğin işi ne" diye filmi eleştirenler olmuş. Ben bu post-modernist yaklaşımı hiç rahatsız edici bulmadım. Ayrıca, o parti sahnelerinde aslında önce caz müziği duyuluyor, sonra melodinin altyapısında caz devam ederken R&B tınıları giriş yapıyor, ki akraba müzik türleridir bu ikisi. Bir anlamda Baz Luhrmann'ın kafasında yarattığı bir hayale ortak oluyor, gördüğü bir rüyada ona eşlik ediyoruz. Son günlerin moda deyimiyle "bu neyin kafası Baz?" diyenler yanılmış olmazlar. Öte yandan, yönetmenin dinmeyen gösteriş tutkusu, görsel bir bombardıman şeklinde gelen coşku ve fütursuzluk sanki eserdeki edebi lezzeti zedeliyor. Çok yoğun kullanılan bilgisayar destekli görüntüler perdede bir plastiklik duygusu yaratıyor ve izleyiciyi yabancılaştırıyor. Sonuç olarak,  filmin Türkçe adındaki gibi "muhteşem" olmasa da göz dolduran bir yapım. Sinemaya gitmeden önce "ne, aşk filmine mi gidiyoruz" diye söylenen 13 yaşındaki oğlumun, filme hayran kaldığını ve 10 üzerinden 9 puan verdiğini de ekleyeyim. (7,5)

FRAGMAN


21 Mayıs 2013

De rouille et d'os (Rust and Bone)

Beş yaşındaki oğluna bakmak zorunda kalan işsiz Alain, geçinebilmek için Belçika'dan ayrılıp güney Fransa'daki ablasının yanına sığınıyor. Bir sahil kentindeki gösteri merkezinde balina eğiticisi olarak çalışan Stephanie ile tanışıyor. Stephanie'nin geçirdiği kaza sonucu iki bacağını kaybetmesi sonrasında, zorlukların bir araya getirdiği tamamen ayrı dünyaların insanı bu iki karakter arasında farklı bir ilişki gelişiyor.

Bunca film izledikten sonra artık kendimce şöyle bir teori geliştirdim: "Bir filmin konusunu anlatmaya çalışıp da anlatamıyorsanız, o iyi bir filmdir". Burada da öyle oldu; yukarıdaki paragraf aslında film ile ilgili o kadar az şey anlatıyor ki... Sadece genel çerçeveyi veriyor diyelim.

"Tekerlekli iskemleye mahkum entellektüel ile işsiz cahil serserinin yakınlaşması" teması geçen senenin -yine bir Fransız filmi- Intouchables'ını anımsatsa da, bu filmi Intouchables ile aynı kefeye koymak biraz ayıp kaçar. Bir kere Intouchables daha eğlenceli, daha "light" bir filmdi. Burada ise yoğun bir dram ile karşı karşıyayız. Oynadığı her rolde o filmin çekim merkezi olmayı başaran Marion Cotillard, yine gözleriyle çok şey anlatıyor. İfadesiz performansı ile Matthias Schoenaerts da tam bir keşif. Eminim filmi izlemiş olanlar "keşke şu Ali (Alain) bu kadar kalas olmasaymış" demiştir. Ama işte var böyle adamlar... Pas ve Kemik klasik Hollywood kalıplarının çok dışında, hırpalanmış insanlar hakkında zor bir film. Bu yüzden izleyicinin de hem duygusal hem görsel açıdan biraz tartaklanmayı göze alması gerekiyor. İnsan ruhunun gücü ve her zorluğa rağmen hayata tutunma arzusuna dair etkileyici bir dram. (8,5)      

15 Mayıs 2013

Iron Man 3

2013 yılı yazlık aksiyon filmleri sezonu Iron Man 3 ile açılıyor. Geçen seneki Avengers'ın büyük başarısının ardından, serinin yapımcıları akıllıca bir kararla  özel efektlerle dolu ihtişamlı sahneler bakımından Avengers'ı geçmeye çabalamak yerine kostümün içindeki adama, Tony Stark'a odaklanan daha "küçük", daha samimi bir film çekmişler. Elbette Iron Man 3'te de bol bol patlama ve yıkım var (özellikle son 15 dakikada), ama filmin ortalarındaki uzunca bir bölüm Tony Stark'ın o meşhur zırhından ve her türlü teknolojik oyuncaktan uzakta, zekasını kullanarak bir nevi MacGyver'cılık oynamasıyla geçiyor. Senaryoda bazı mantık hataları olsa da (örneğin, madem evin bodrumunda küçük bir Iron Man'ler ordusu var, neden Tony Stark onları yardıma çağırmak için ta filmin sonuna kadar bekliyor) bunlara takılmayacağız, mısırımızı yiyip "escapism"in tadını çıkaracağız. (7)    

2 Mayıs 2013

Stoker

Eminim haftasonu birçok izleyici "Lanetli Kan" ismine bakıp korku filmine gittiğini düşünmüştür. Film şirketlerimiz de Türk sinema seyircisinin korku filmlerine düşkünlüğünü hesaba katıp böyle "kan"lı "lanet"li Türkçe isimler koymayı pek severler. Oysa Stoker'da öyle hayaletler, cinler filan yok. En fazla bir psikolojik gerilim. İnternet ortamlarında ufak çaplı bir fenomene dönüşmüş Oldboy'un yönetmeni Güney Koreli sinemacı Chan-wook Park'ın Amerika'da çektiği ilk film olan Stoker, babasının ölmesiyle annesiyle bir başına kalan India'nın ilk kez tanıştığı gizemli amcasıyla arasındaki öfke, nefret ve arzuyla karışık tuhaf ilişkiyi anlatıyor. İlk yarısında uzun sessiz boşluklar ve yönetmenin farklı bir tarz yapacağım sevdası biraz sıkıntıya yol açsa da, ikinci yarıda arka arkaya gelen cinayetlerle film Hitchcock'vari bir gerilim öyküsüne dönüşüyor. Yine de Oldboy hayranları Chan-wook Park'tan aynı seviyeyi beklemesinler. Stoker, görüntü yönetmenliği ile farklılaşan, biraz tuhaf, ama sonuçta iyi bir gerilim. (7)

29 Nisan 2013

The Hunt (Jagten)

Danimarka sinemasından sosyal psikoloji üzerine arka arkaya çok ilginç filmler geliyor. İki sene önce en iyi yabancı film Oscar'ını alan In a Better World intikam ve affetme duygularına odaklanıyordu. Thomas Vinterberg'in filmi The Hunt ise bir çocuğun çok hassas bir konuda söylediği küçük bir yalanın, bir insanın hayatını nasıl alt üst edebileceğini anlatıyor. Önyargının insanoğlu üzerindeki etkisi ve linç kültürü dünyanın her yerinde aynı, söz konusu toplum gelişmiş Avrupa'nın en aydınlık ülkesi Danimarka olsa bile... Bu filmdeki rolü ile Cannes film festivalinde en iyi erkek oyuncu ödülünü alan Mads Mikkelsen, taciz suçlamasıyla karşı karşıya kalan öğretmeni gerçekten mükemmel oynamış. Bir kitlesel histeri halinin yaratabileceği tahribata dair, izlemesi kolay olmayan ama son derece etkileyici bir film... (8) 

26 Nisan 2013

Warm Bodies

Warm Bodies bir zombi filmi. Ama bildiğiniz zombi filmlerinden oldukça farklı. Bu sene daha yeni Jack the Giant Slayer'da izlediğimiz Nicholas Hoult'un başrolünde oynadığı film, aşık bir zombinin kaybettiği insani özellikleri teker teker yeniden kazanmasını anlatıyor. Olayları, alışılmadık biçimde bir zombinin bakış açısıyla anlatan senaryo yer yer epey gırgır sahneler içeriyor. Filmin "sevgi tüm güçlükleri yener" teması etrafında toplanan iyimser mesajlarını da beğendim. İki entry alttaki Evil Dead'in aksine bu filmi rahatlıkla ailecek izleyebilirsiniz, tabii yine de küçük çocuklar hariç diyelim. Guns'n'Roses'dan "Patience", Scorpions'tan "Rock You Like a Hurricane" gibi unutulmaz hard rock klasiklerini barındıran soundtrack ise filmin notunu bir yarım puan daha arttırmamı sağladı. (7,5)

25 Nisan 2013

Oblivion

Üç yıl önceki Disney yapımı Tron Efsanesi'nin yönetmeni Joseph Kosinski, yine bir bilim-kurgu ile karşımızda. Bu kez daha ünlü yıldızlar ve daha yetişkinlere yönelik bir prodüksiyon ile... İki filmi yanyana getirdiğinizde yönetmenin tasarıma olan düşkünlüğünü hemen farkediyorsunuz. Oblivion, her şeyden önce perdede çok "şık" görünen bir film. Tüm o uzay araçları ve kullanılan aksesuarlar için titizlikle uğraşıldığını hissediyorsunuz. Özellikle hasbelkader izleme şansına eriştiğim IMAX perdesinde filmin görsel üstünlükleri çok daha çarpıcı bir hale geliyor (İstanbul ve Ankara'daki okuyucularımın Oblivion'ı mutlaka IMAX'de izlemelerini hararetle tavsiye ederim). Fransız elektronik müzik grubu M83'ün film için yazdığı müzikler harika. Anlaşılan Kosinski bu konuda da alışkanlıklarından vazgeçmiyor: Tron'un müziklerini de yine bir Fransız elektronik müzik grubu Daft Punk yapmıştı ve o da nefisti .

Senaryosu The Matrix'ten Total Recall'a daha önce izlediğimiz birçok diğer filmi anımsatsa da, Oblivion görüntüleri, müzikleri ve yarattığı havalı atmosfer ile başarılı bir bilim-kurgu. (7,5)

   

23 Nisan 2013

Evil Dead

Evil Dead, 1981 yapımı Sam Raimi klasiğinin yeniden çevrimi. Bir ortaokul öğrencisi iken İzmir'de Çınar sinemasında ilk filmi "Şeytanın Ölüsü" adıyla izlediğimi hatırlıyorum. (Bu arada, biz ne tuhaf bir çocukluk geçirmişiz, ne sinemalarda yaş sınırlaması vardı, ne de anne-babalar "acaba oğlumun gittiği film yaşına uygun mu" diye kafa yorardı, tam bir "saldım çayıra" durumu...) Sam Raimi daha sonra aynı serinin ikinci ve üçüncü filmlerini de çekmişti. Raimi ve orjinal serinin başrol oyuncusu Bruce Campbell, bu yeni projede yapımcı olarak ekibe dahil olmuşlar. Yönetmenliği ise Uruguaylı genç yetenek Fede Alvarez'e teslim etmişler.

Evil Dead 1980'lerin korku filmlerine bir saygı duruşu niteliği taşıyor. Bilgisayar destekli efektler yerine tıpkı o yıllardaki gibi bol bol makyaj, aksesuar ve kırmızı boyaya yaslanılmış. Yapımcıların filmin afişine kocaman harflerle yazdıkları "the most terrifying film you will ever experience / izleyebileceğiniz en korkunç film" iddiasına pek katılmasam da, şimdiye kadar izlediğiniz en kanlı film olduğu kesin. Bu 2013 model Evil Dead o kadar kanlı ki, eve döndüğünüzde bir banyo yapma ihtiyacı duyabilirsiniz. Film boyunca her türlü kesici delici alet (bıçak, falçata, boy boy elektrikli testereler, çivi çakma makinaları) düşünebileceğiniz en vahşi şekilde kullanılıyor. Orjinal Evil Dead serisinin taraftarları ya da genel olarak 80'li yılların korku filmlerini sevenler bu güncellenmiş versiyondan da memnun kalacaklardır. Ama kesinlikle 18+ olduğunu aklınızdan çıkarmayın. (7)      



   

4 Nisan 2013

Jack the Giant Slayer

Hollywood'un dönem dönem bazı takıntıları oluyor: Şu son iki senedir de çocukluğumuzun masallarını yeniden yorumlayarak gösterişli, bol efektli ve tabii ki 3D filmler çekmek moda oldu. Alice Harikalar Diyarında, Pamuk Prenses ve Avcı, Kırmızı Başlıklı Kız, Hansel ve Gretel derken şimdi de Jack ve Fasulye Sırığı masalı perdelerimizde. Bu kez yönetmen koltuğunda tanıdık bir isim var: Bryan Singer. Bir zamanlar The Usual Suspects gibi artık kült seviyesine yükselmiş bir filme imza atmış olan bu usta yönetmen, son birkaç yıldır daha çok X-Men ve Superman Returns gibi süper kahraman hikayeleri ile oyalanıyordu. Jack the Giant Slayer, izledikten sonra hemen unutulacak filmlerden olsa da, yine de yeterince eğlenceli bir seyirlik. Eğer 10-17 yaş aralığında bir çocuğunuz varsa, birlikte izleyip heyecanlanmak için ideal bir seçim. 10 yaşın altındaki çocuklar ise gerçekten başarılı bir CGI ile yaratılmış devlerin ürkünç görüntülerinden korkabilirler. (7) 

21 Mart 2013

Searching for Sugar Man

1970'lerde Detroit'te barlarda çalan Rodriguez adında bir rock gitaristi iki albüm çıkarıyor. Albümler eleştirmenler tarafından beğenilse de hiç satmıyor ve bir süre sonra Rodriguez ismini Amerika'da kimse hatırlamıyor. Birkaç yıl sonra Cape Town'a tatile giden bir Amerikalı üniversite öğrencisinin yanında götürdüğü albümler sayesinde, Rodriguez şarkıları ilk kez Güney Afrika'ya ulaşıyor. Kasetten kasete çoğaltılarak ufak çapta bir fenomene dönüşen bu müzik, Güney Afrikalı bir plak yapımcısının bu albümleri lisanslı olarak piyasaya sürmesi ile tam anlamıyla patlıyor ve Rodriguez plakları Güney Afrika'da Beatles ve Elvis Presley'den daha fazla satılıyor. Ancak işin garibi, ülkede kimse Rodriguez'i tam olarak tanımıyor. Kulaktan kulağa dolaşan bir rivayete göre, esrarengiz gitaristin bir gün sahnede herkesin gözü önünde kendini yakarak intihar ettiğine inanılıyor. O yılların ırkçı Apartheid rejimi nedeniyle tüm dünyanın ambargo uyguladığı bu kendi içine kapalı toplum, kendi yarattığı efsanelere inanmayı tercih ediyor. Ta ki 1996'da, yani Rodriguez ilk albümünü çıkardıktan tam 25 yıl sonra, Güney Afrikalı iki müziksever bu gizemli adamın izini sürmeye karar verene kadar... Gerisini anlatmayayım.  Bu sene en iyi belgesel dalında Oscar ödülü alan Searching for Sugar Man'i mutlaka bir yerlerden bulun izleyin. (8)

28 Şubat 2013

Kelebeğin Rüyası

Tesadüf, tam bir sene önce, 27 Şubat 2012'de bu blogda "Fetih 1453" için yazdığım yazıyı şu cümlelerle bitirmişim: "Yatırılan paraların fazlasıyla geri dönmesi, yüksek bütçeli yeni prodüksiyonlar konusunda yapımcıları iştahlandıracaktır. Bunu da son tahlilde Türk sinema endüstrisi için olumlu bir gelişme olarak kabul etmek lazım. Belki bundan sonraki yüksek bütçeli yapımlarda teknik üstünlüğün yanısıra biraz zeka pırıltısı da olur". İşte Yılmaz Erdoğan'ın 11 milyon TL bütçeli son filmi tam da bunu beceriyor: Kelebeğin Rüyası tüm teknik departmanlarda dünya standartlarını -yakalamayı bırakın- epey bir geçmeyi başarırken, oyunculukları ve hikayesiyle de "harcanan her kuruş helal olsun" dedirtiyor.

1941 yılının Zonguldak'ında yoksulluk ve dönemin illeti verem hastalığı ile boğuşan iki genç şairin oldukça hüzünlü hikayesini anlatan Kelebeğin Rüyası, fragmanını gördüğüm ilk andan itibaren görüntülerine vurulduğum bir filmdi. Filmin kendisi de beklentilerimi hiç yanıltmadı. Daha açılışta, madendeki o kesintisiz 4 dakikalık tek plan çekimle birlikte "n'oluyoruz, nereye geldik, bu hakkaten bir Türk filmi mi?" diyorsunuz. Sonrasında da film görselliğiyle izleyiciyi tereddütsüz sarıp sarmalıyor. Görsellikte filmin çıtayı bu kadar yükseğe koymasını sağlayan şüphesiz ki usta sinematograf Gökhan Tiryaki’in varlığı. "Bir Zamanlar Anadolu’da” ve “Dedemin İnsanları” gibi filmlerin vazgeçilmez görüntü yönetmeni Tiryaki’nin bu kusursuz atmosferi yaratmadaki payı büyük.

Peki ya Kıvanç Tatlıtuğ'a ne demeli? Bir zamanlar Best Model of the World seçilerek magazin basınının radarına giren bu genç adam, televizyonda Gümüş ve Behlül (Aşk-ı Memnu) olduğu dönemlerde -genç kızların hayranlığı dışında- açıkçası pek de ciddiye alınmıyordu. İlk olarak Kuzey Güney dizisindeki performansıyla "bunda iş var galiba" dedirten Tatlıtuğ, Muzaffer rolü ile yılların önyargısını yıkarak oyunculuktaki rüştünü herkese ispat ediyor. Rolü için geçirdiği fiziksel değişim bir yana, o solgun, hastalıklı şairi canlandırırken sergilediği üstün performanstan sonra artık kimsenin kalkıp da Tatlıtuğ’a "hoş ama boş manken çocuk" muamelesi yapması mümkün değil. Oyunculuklar demişken, Farah Zeynep Abdullah'ın da tam bir keşif olduğunu eklemeliyim.

Geçen Pazar günü Oscar ödülleri verildiğine göre, bir sonraki Oscar törenine önümüzde tam bir yıl var. Kelebeğin Rüyası gerek dramatik yapısı, gerek sanat yönetimi ile "ben Oscarlık filmim" diye bas bas bağıran bir yapım. Bana birçok karesi ile 1988'in Cinema Paradiso'sunu anımsattı mesela. Yılmaz Erdoğan ve ekibi en iyi yabancı film kategorisinde Türkiye'ye akademi ödülleri tarihindeki ilk adaylığını getirirse benim için sürpriz olmaz. (Aralık ayında GÜNCELLEME: Kelebeğin Rüyası Türkiye'nin Oscar aday adayı oldu, ama kısa listeye giremedi.) (9)