27 Şubat 2018

16. The LEGO Ninjago Movie

Aynı sene içerisinde ikinci bir Lego filmine daha ihtiyacımız var mıydı, emin değilim. Tamam, 2014'teki ilk Lego filmi tam bir sürprizdi ve hem farklı mizah anlayışıyla hem şarkılarıyla eğlenceliydi. 2017'deki Lego Batman filmi de yaslandığı muazzam Batman külliyatının ekmeğini yiyordu. Ama artık üçüncü filmde aynı tarzda espriler orjinalliğini yitiriyor ve bıkkınlık yaratmaya başlıyor. Yapım ekibi bu kez Cartoon Network'te yayınlanan Ninjago animasyon dizisinin karakterlerini kullanarak bir macera çekmişler. Elbette bu Batman'e göre çok daha az bilinen ve daha çok çocukların bağlantı kurabileceği bir malzeme olmuş. Üç yönetmen (Charlie Bean, Paul Fisher ve Bob Logan) ve dokuz kişilik bir yazarlar ordusuna rağmen, ortaya çıkan ürünün bu kadar az yaratıcı fikir içermesi şaşırtıcı. Bütçe yetmediği için mi ya da aceleye getirildiğinden mi bilmem, filmin görselliği de ilk iki filme göre daha zayıf. Sonuç olarak Lego Ninjago'nun bir hayal kırıklığı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. İlk filmlerde başarıyı getiren formül artık yorgunluk belirtileri gösteriyor.

Benim Notum: 5 / 10

25 Şubat 2018

15. A Bad Moms Christmas

2016'da gösterime giren Bad Moms, yetişkin hayatları boyunca "mükemmel anne" olmak için debelenen üç kadının bir gün canlarına tak edip her şeyi salmalarını ve "sefamız olsun" tadında bol bol eğlenmelerini anlatıyordu. Bu yeni devam filmi ise neredeyse aynı fikri Noel hazırlıkları teması için kullanıyor. Aynı filmi yeniden çekmişler demesinler diye bu kez üç kadının anneleri de senaryoya dahil oluyor. Her ne kadar ilk filme göre anne sayısı iki katına çıksa da, güldüren espri sayısı -artmak şöyle dursun- yarı yarıya düşüyor (ki ilk film de o kadar komik değildi bir taraftan). Bu gürültülü bulamaçın Amerika'da 73 milyon dolar gişe yaparak yeni kötü anne filmlerine kapı aralaması ise, ortalama Amerikan sinema seyircisinin mizah anlayışı hakkında pek iyi şeyler düşündürtmüyor.

Benim Notum: 4 / 10


24 Şubat 2018

14. Loving Vincent

Bu senenin en iyi animasyon dalında Oscar adaylarından Loving Vincent, bir yandan Van Gogh'un gizemli ölümü ile ilgili polisiye bir öykü anlatırken, bir yandan da bu talihsiz ressamın acılarla dolu hayatından kesitler sunuyor. Loving Vincent Türkiye sinemalarında aslında bir "sanat filmi" için eşine az rastlanır bir başarıya imza attı. 29 Aralık'ta gösterime giren film, tam dokuz hafta gösterimde kaldı; şu satırların yazıldığı 24 Şubat tarihi itibarıyla üç büyük şehirde hala izlenebiliyor. Bunun herhalde en büyük nedeni filmin çekim tekniğinin seyirciye ilginç gelmesi. Filmde yer alan 65,000 karenin her biri, 125 ressamdan oluşan bir ekip tarafından 6 yıl süren bir emeğin sonucunda, Van Gogh'un kendi tekniği kullanılarak, yani tuvalin üzerine yağlı boya resimlerle oluşturulmuş. Öyle ki, eğer dikkatle bakılırsa bir karede boyaya yapışıp kalmış bir sinek farkedilebiliyormuş (ben farketmedim). Bu farklı teknik, capcanlı resimler eşliğinde ilk 15 dakika ilginç gelse de, sonrasında bu "gimmick"in büyüsü yavaş yavaş azalmaya başlıyor. Çünkü perdede anlatılan zorlama polisiye hikaye yeterince merak uyandırıcı değil. Van Gogh'un tabloları hareketlense nasıl olurdu sorusunun cevabı çok ilginç olsa da, onu öldüren kurşun kime aitti sorusunun cevabı pek o kadar değil.

Benim Notum: 6,5 / 10

23 Şubat 2018

13. I, Tonya


Tam da Güney Kore'de kış olimpiyatlarının devam ettiği şu günlerde gösterime giren I, Tonya 1994 kış olimpiyatları öncesinde benim de haber bültenlerinden hayal meyal hatırladığım bir olayı ve o olaydan yola çıkarak Amerikalı buz pateni sporcusu Tonya Harding'in hayatını anlatıyor. Olimpiyatlara birkaç hafta kala, Tonya Harding'in en büyük rakibi diğer bir patenci Nancy Kerrigan'a, diz kapağını kırmaya yönelik bir saldırı gerçekleştiriliyor. Her ne kadar Kerrigan saldırıyı yara almadan atlatsa da, saldırıyı planlayanın Tonya Harding'in eski kocası olduğu ortaya çıkınca, şüphe ve nefret okları Tonya'ya yönelmeye başlıyor.

Avustralyalı yönetmen Craig Gillespie'nin sahte belgesel formatında çektiği film enerjik kurgusu ve son derece aptal karakterleriyle daha çok bir kara komedi gibi sunulsa da, aynı zamanda Tonya'nın aile ve evlilik hayatında yaşadığı derin trajediyi gözler önüne seren travmatik bir gerçek yaşam öyküsü. Annesi, kızını fiziksel zorlama ve psikolojik istismar kullanarak yönlendiren soğuk bir canavar. Kocası deseniz Tonya'yı kum çuvalı olarak gören dengesiz bir psikopat. Filmin unutulmaz repliklerinden birinde Tonya şöyle diyor: "Kerrigan'ın bacağına bir kez dokundular, kız manşet oldu; ben ise her gün dayak yiyorum, kimsenin umurunda değil".

Paten sahnelerinin çoğunda kendisi oynayan (meşhur "üçlü axel" hareketi için ise dijital efekt kullanılmış) Margot Robbie elinden geldiğince rolüne asılıyor. Yalnız keşke Tonya'nın 15 yaşındaki hali için başka bir genç kız bulsalarmış. En az 10 yaş büyük gösteren haliyle Robbie bu sahnelerde çok sırıtıyor ve hiç inandırıcı durmuyor. Oyunculuk övgülerinde şüphesiz aslan payı anneyi canlandıran Allison Janney'e... Bu sene en iyi kadın oyuncu Oscar'ını alacağını düşündüğüm Janney, zincirleme sigara içen bencil, kaba, kibirli LaVona rolünde unutulmaz bir performans sergiliyor.

I, Tonya kıskançlığın, rekabetin ve sınıf savaşının dayanılmaz yıkıcılığını, yer yer alaycı bir tavırla ama bazen de beklenmedik bir duygusallıkla anlatan, popüler kültürden etkileyici bir kesit.

Benim Notum: 7,5 / 10

  

20 Şubat 2018

12. The Shape of Water


1960'larda Baltimore'daki devlete ait gizli bir araştırma merkezine, Amazonlarda yakalanmış yarı insan yarı balık bir yaratık getiriliyor. Tesisin askeri yetkilisi yaratık üzerinde acımasız deneyler yaparken, aynı yerde temizlik görevlisi olarak çalışan dilsiz kızımız Elisa bu "kara gölün canavarı"na karşı ilgi duymaya başlıyor.  Beauty and the Beast anlatısının farklı bir versiyonu diyebileceğimiz film, temelinde aslında bir aşk hikayesi. Ancak kariyeri boyunca filmlerinin arasına korku dolu fanteziler yerleştirmeye hep meyilli olan Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro, burada da kanlı ve ürkünç sahnelerden uzak durmamış. Yani "Güzel ve Çirkin'e benziyormuş" deyip de çocukları götürmeyin :) Yetişkinlere yönelik bu masal aynı zamanda eski filmlere yazılmış bir hasret mektubu. Elisa'nın evi bir sinema salonunun hemen üstünde ve gerek alt kattan gelen seslerle, gerekse de komşusu Giles ile sürekli izledikleri televizyon ekranından taşan görüntülerle Hollywood'un altın çağı sürekli filmin içinde.  

Utangaç "komşu kızı" halleriyle Elisa karakterinin kırılganlığını çok iyi yansıtan İngiliz oyuncu Sally Hawkins, film boyunca tek bir kelime etmemesine rağmen, bütün anlatmak istediklerini seyirciye geçirmeyi başarıyor. Sally Hawkins bu role hazırlanırken, aylarca Charlie Chaplin ve diğer sessiz film yıldızlarının performanslarını izlemiş ve duyguların jest ve ifadelerle nasıl aktarıldığını keşfetmeye çalışmış. Tıpkı Hawkins gibi Oscar'a aday olan, babacan komşu rolündeki Richard Jenkins de çok iyi. Kötü adam Michael Shannon ve zenci kız arkadaş Octavia Spencer ise basmakalıp yazılmış rollerinde ellerinden geleni yapmışlar.  

Oscar yarışındaki filmlerden Three Billboards'u daha çok sevsem de, The Shape of Water'ın neden tam 13 dalda birden aday olduğunu da anlayabiliyorum. Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro (Pan's Labyrinth, Hellboy) bu projeyi belli ki otuz yıllık yönetmenlik kariyerinin zirvesi olarak görmüş, her ayrıntısına çok emek harcamış. The Shape of Water'da görüntü, müzik, kostüm, prodüksiyon tasarımı çalışmalarının her biri ayrı ayrı birinci sınıf. Del Toro'nun filmi macera ve gerilim sosunun altında hoşgörüsüzlüğü eleştiren, sevgiyi ise her şekli ve kılığıyla yücelten duygusal bir aşk masalı.

Benim Notum: 8 / 10

17 Şubat 2018

11. Black Panther


Marvel iyi yönetmenlerle çalışmaya ve bunun meyvelerini almaya devam ediyor. Geçen sene "yılın en iyileri" listeme girmiş Creed'in yönetmeni Ryan Coogler, o filmin başrolündeki Michael B. Jordan'ı ve müziklerden sorumlu Ludwig Göransson'u da yanında getirerek, Marvel dünyasına dalmış. Kendini tüm dünyadan gizlemeyi başarmış, zengin ve teknolojik olarak çok üstün Afrika ülkesi Wakanda'nın kralı ölünce, oğlu T'Challa tahta geçmek üzere evine geri dönüyor. Ama ülkenin nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda farklı düşünen ve tacı ele geçirmek isteyen bazı kötü niyetli akrabalar işleri karıştırıyor. 

Şüphesiz Black Panther Marvel sinematik evreninde oldukça farklı bir yerde duruyor. Bir kere bu neredeyse tüm oyuncuları siyahi olan ilk süper kahraman filmi. Konu olarak da diğer Marvel filmlerinden farklılaşıyor: uzaydan gelen ve dünyayı yok etmek isteyen sonsuz güçlere sahip şeytani bir varlık yok filmin kötüsü olarak karşımızda. Tam tersi, filmin kötü adamı kendi ifadesiyle "Oakland'da yetişmiş bir zenci çocuk" (bu arada filmin yönetmeni Ryan Coogler da Oakland'dan). Meselesi de kıyameti getirmek değil, son derece kişisel bir derdi var.  Michael B. Jordan'ın başarılı oyunu ve iyi yazılmış bir senaryo sayesinde Killmonger'ın neden bu hale geldiğini anlıyor, hatta belki ona sempati de duyuyoruz. Bu iyi çizilmiş karakter gelişimleri övgüsü filmdeki irili ufaklı tüm roller için de tekrarlanabilir. 

Diğer Marvel filmlerinin aksine, Black Panther'da illa Marvel evreninden bir konuya bağlayalım, diğer maceralardan bir karakteri alalım bu öyküye dahil edelim telaşının olmamasını da ben ayrıca beğendim. Bu, başı sonu belli olan ve kendi ayakları üstünde durabilen bir hikaye. Hatta bir iki ufak değinme olmasa, Black Panther'ın Hulk, Thor, Iron Man ve diğerleriyle aynı evrende olduğunu bile düşünmezsiniz. Dolayısı ile, daha önce hiç Marvel filmi izlememiş ya da çizgi romanı okumamış olsanız da filmden keyif alabilirsiniz.

Black Panther ayrımcılığı, milliyetçiliği ve emperyalizmi reddeden politik tavrıyla özellikle Amerika'daki siyahi nüfus arasında bir kültürel fenomene de dönüştü. Bilet parasını cebinden karşılayıp, tüm sınıfını bu filmi izlemeye götüren zenci öğretmenler gördüm yabancı haber bültenlerinde. Neyse ki işin sosyolojik hengamesi bir tarafa, sinemaya dair temel nitelikler bakımından da iyi yazılmış, iyi çekilmiş ve iyi oynanmış bir yapım var karşımızda.  

Benim Notum: 8 / 10

15 Şubat 2018

10. Darkest Hour

Joe Wright'ın (Atonement, Hanna) yönettiği Darkest Hour, 1940 Mayıs'ında  Winston Churchill'in başbakanlığa atandığı ilk bir ayı anlatıyor. II.Dünya Savaşı'nın başlangıç günlerine denk gelen bu süreçte Churchill, Avrupa'yı istila eden Adolf Hitler'le pazarlık yaparak uzlaşmak veya gözünü karartıp savaşa girmek arasında bir karar vermek durumunda kalıyor. Gary Oldman'ın tanınmayacak derecede ağır bir makyaj altında (önceden bilmeseniz "filmde Gary Oldman oynuyor" demezsiniz) Churchill'i canlandırdığı bu performans, çok fazla "Oscar oltası" kokuyor. Gerçi Akademi üyeleri büyük olasılıkla oltaya gelecek ve Oldman bir sürpriz olmazsa bu sene en iyi erkek oyuncu ödülünü alacak; ama ben bu derece katır kutur teatral oyunlardan çok fazla hoşlanmıyorum. Churchill'in bir metro vagonunda "halkın arasına karıştığı" sahnedeki plastik hamaset duygusu da filmden aldığım keyfi bir miktar zedeledi. Benim için filmi ilgi çekici kılan, tarihin akışını değiştirecek kadar kritik bir öneme sahip bir döneme pencere açması ve Londra'nın parlamento salonlarında, savaş odalarında geçen konuşmalara şahitlik etmemizi sağlamasıydı. Film aynı zamanda geçen senenin en başarılı yapımlarından Dunkirk'te anlatılan büyük tahliye operasyonunun perde arkasını göstermesi bakımından da ilginç. Evde yapılacak II. Dünya Savaşı temalı bir sinema gecesinde, önce Dunkirk sonra da Darkest Hour'ı izlemek iyi bir fikir olabilir.

Benim Notum: 6 / 10

12 Şubat 2018

9. Three Billboards Outside Ebbing, Missouri


Three Billboards Outside Ebbing Missouri az ama öz film çeken İngiliz yazar/yönetmen Martin McDonagh'ın kariyerindeki sadece üçüncü filmi. Bundan önceki filmleri 2012 yapımı Seven Psychopaths ve 2008 yapımı, kendine has bir hayran kitlesi oluşturmuş olan, In Bruges. Önceki iki filminde komedi unsuru daha ön plandayken, McDonagh bu kez yoğun bir dramı kaleme almış. Ama arada kara mizah anları da yok değil. Bir cinayete kurban giden kızının katillerini bulma konusunda oturduğu kasabanın polisinin yeterince çaba göstermediğine inanan bir anne, Mildred Hayes, kamuoyunun dikkatini çekmek için alışılmadık bir yönteme başvuruyor ve kasaba çıkışındaki üç ilan panosuna direkt polis şefini hedef alan ifadeler koyduruyor. Elbette bu küçük kasabada herkes birbirini tanıyor, ve söz konusu billboard'ların uygun olmadığını düşünen ahali Mildred'a karşı tavır almaya başlıyor.

Amerika'daki bir karayolu seyahati esnasında gerçekten de yol kenarında çözülmemiş bir cinayet ile ilgili billboard'ları görerek bu hikayeyi yazmaya karar veren Martin McDonagh'ın kafasında daha senaryo yazım aşamasında Mildred Hayes karakterini Frances McDormand'a oynatmak varmış. Eşi Joel Coen'in de araya girmesiyle McDormand'ı ikna etmek zor olmamış. Ta 21 yıl önce Fargo ile gönüllerimize taht kurmuş ve o filmdeki performansı ile bir de Oscar kazanmış olan bu çok yetenekli aktris, bir kez daha rolünün içine tam anlamıyla yerleşiyor ve Mildred karakterini sahipleniyor. Bu senenin Oscar adayları arasında da şu anda açık ara önde. Sadece o değil, polis memuru Dixon rolünde Sam Rockwell de bence ödülün favorilerinden. (Sonradan gelen EDIT: Evet, hem McDormand hem de Rockwell Oscar'ı aldılar)

Kuşkusuz filmin en güçlü yanı Martin McDonagh'ın keskin kalemi. Tüm karakterler çok iyi yazılmış ve hikaye asla tahmin edemeyeceğiniz sapaklara dalıyor. Kimse yüzde yüz iyi, ya da yüzde yüz kötü değil. Başta "cehennemin dibini boylasın" dediğiniz bazı karakterlere, filmin sonunda sempati duyarken bulabiliyorsunuz kendinizi. Polis şefi Willoughby'nin eşine yazdığı mektup ise, herhalde filmlerde okunan mektupların en güzeli olarak kalacak hafızamızda. Öfkeye öfkeyle, nefrete nefretle yanıt vermenin beyhudeliğini muhteşem oyunculuklar ve kafamızı karıştırmaktan çekinmeyen bir senaryoyla anlatan çok iyi bir film. 

Benim Notum: 8,5 / 10

   

10 Şubat 2018

8. The Mountain Between Us

Bir uçak kazası sonrasında karlı dağların tepesinde mahsur kalan ve daha önceden birbirlerini hiç tanımayan bir kadın ve bir erkek, bir yandan çok zorlu kış şartlarında hayatta kalmaya çalışırken, nasıl oluyorsa artık, romantizme de vakit bulabiliyorlar. Kate Winslet ve Idris Elba gibi iki yüksek kalibreli oyuncuyu başrollerde barındıran The Mountain Between Us, kötü bir yönetim ve kötü yazılmış diyalogların bir filmi nasıl raydan çıkarabileceğinin klasik bir örneği. Bir sahneyi misal olarak anlatmak gerekirse, dağın başında uçak kabininin içinde bekledikleri bir anda Idris Elba'nın karakteri durup dururken sinirleniyor ve Kate Winslet'e küsüyor. Kağıt üzerinde aslında kapalı ve dar bir mekanda uzun süre bekledikleri için gergin olmaları tasarlanmış, ama yönetmen bize o ortamda ne kadar zaman geçirdiklerine dair hiçbir malzeme sunmadığı için bu çemkirme anı çok alakasız kaçıyor. Bir de filmin hiçbir anında bu iki insan bir yaşam mücadelesi veriyormuş gibi hissetmiyoruz, sanki dağlarda laylaylom bir kar tatiline çıkmış gibiler. Bir de yanlarında bir köpek var, onun ne yediği, o kadar gün nasıl hayatta kaldığı belli değil. Daha önce festivallerde birkaç filmi ile başarılı olmuş Filistinli yönetmen Hany Abu-Assad bu ilk yüksek bütçeli Hollywood projesinde ne yazık ki tıkanıp kalmış. Hem bir hayatta kalma hikayesi, hem de bir aşk hikayesi olacağım diye yola çıkan film, sonuçta hiçbiri olmayı beceremiyor.

Benim Notum: 5 / 10

8 Şubat 2018

7. Aus dem Nichts

Fatih Akın geçen sene Elveda Berlin (Tschik) ile "mutlu ve güneşli" sularda dolaştıktan sonra, kendisini üne kavuşturan sarsıcı dram türüne geri dönüyor. Ama o eski formuna kavuştuğunu söylemek abartı olur. Aus dem Nichts (Paramparça) her ne kadar bu sene en iyi yabancı film dalında Altın Küre almış olsa da, Fatih Akın sinemasında bir Duvara Karşı ya da Yaşamın Kıyısında kadar müstesna bir yerde değil. Bir bombalı saldırı sonucu eşini ve oğlunu kaybeden ve hayatı alt üst olan Katja'nın önce matem sonra da intikam alma sürecini anlatan Aus dem Nichts, perdeye yansıtılan başlıklarla bölünmüş üç ana segmentten oluşuyor  (1.Aile, 2.Adalet 3.Deniz). İşin kötüsü, bölümler ilerledikçe seviye zirveye doğru çıkacağına gittikçe düşüyor. Saldırıdan hemen sonraki günleri anlatan ilk bölüm çok etkileyici ve "işte Akın yine karın boşluğumuza yumruğu çakmış" dedirtiyor. Bitmek tükenmek bilmeyen mahkeme sorgulamalarını anlatan ikinci bölüm fazla yüzeysel ve monoton. Üstelik yalancı şahitlik yaptığı çok belli olan bir tanığa rağmen mahkemenin verdiği karar inandırıcılığı zorluyor. Tamamı Yunanistan'da geçen son bölüm ise "buna gerek var mıydı" diye sordurtuyor. Katja'nın dramını ve çaresizliğini çok iyi yansıtan ve bu performansıyla Cannes'da en iyi kadın oyuncu ödülünü hak ederek alan Diane Kruger filmin gerçek yıldızı olarak parlıyor. Bir zamanlar Troy'un Helen'i olarak tanıdığımız bu Alman oyuncu kendi anadilinde oynadığı bu ilk başrolde filme çok şey katıyor. Açıkçası Paramparça'yı ben daha çok sevmek istedim, ama Fatih Akın'ın ilk bir saatten sonraki tercihleri biraz hevesimi kursağımda bıraktı. 

Benim Notum: 7 / 10

6 Şubat 2018

6. Jumanji: Welcome to the Jungle

Rahmetli Robin Williams'ın başrolünde oynadığı 1995 yapımı ilk Jumanji filminde, Monopoly tarzı zarlı kutulu bir aile oyunu olan Jumanji'deki figürler (gergedanlar, filler, zebralar, vesaire) gizemli bir şekilde dünyamıza geliyordu. Pek devam filmi denilemeyecek Welcome to the Jungle'da ise dört lise öğrencisi kendilerini Jumanji adlı bir video oyununun içinde buluyorlar ve bu sanal alemden kurtulmaya çalışıyorlar. Seksenlerin ünlü senaryo yazarı ve yönetmeni Lawrence Kasdan'ın oğlu Jake Kasdan'ın yönettiği film Amerika'da sürpriz bir gişe başarısı elde etti. Gösterime gireli yedi hafta olmasına rağmen, şu anda Amerika box office listesinde hala 1 numarada ve toplam hasılatı da 400 milyon dolara doğru gidiyor. Bana sorarsanız öyle çok matah bir tarafı da yok. Liseli gençlerin video oyununda gerçek hayattaki karakterlerine tamamen zıt  avatarlarla yer almaları filmin en parlak fikrini oluşturuyor. İri gövdesine rağmen cesaretten uzak bir karakteri canlandıran Dwayne Johnson'ın kendi gösteri dünyası şahsiyeti ile dalga geçtiği sahneler çok eğlenceli. Gerçek dünyada alımlı bir genç kız iken, oyun dünyasında sarsak bir bilim adamına dönüşen Bethany'ye hayat veren Jack Black de başarılı. Ama o kadar. Bu bireysel pırıltılar maalesef geriye kalan vasat aksiyon-komedi filmini kurtarmaya yetmiyor. 

Benim Notum: 5,5 / 10

4 Şubat 2018

5. Maze Runner: The Death Cure

Maze Runner serisinin bu son halkasında genç kahramanımız Thomas öncülüğündeki başkaldırı hareketi kötü şirket WCKD'ın elindeki arkadaşları Minho’yu sistemin karargahı konumundaki ‘Son Şehir’den kurtarmak üzere bir operasyona soyunuyorlar... İki sene önce izlediğim serinin bir evvelki bölümü The Scorch Trials aklımda o kadar az yer etmiş ki, bu üçüncü macerayı izlerken sürekli kendimi "bu çocuk kimdi, bu kız onlara nasıl ihanet etmişti" diye sorarken buldum. Haksızlık etmeyeyim, The Death Cure baştaki ve sondaki iyi çekilmiş aksiyon sahneleri ile ilgiyi biraz olsun ayağa kaldırmayı başarıyor. Ama toplamına bakıldığında, ipe sapa gelmez hikayesiyle ve iki buçuk saatlik fazla uzatılmış süresiyle yine gazı kaçmış bir "yeni yetme distopyası"na dönüşmekten kendini kurtaramıyor.

FRAGMAN

Benim Notum: 5 / 10