31 Aralık 2021

Aralık Filmleri

 



Aralık ayında izlediğim filmler ve puanlarım:






Spencer 7




Film isimlerinin üstüne tıklayarak, o filmle ilgili detaylara ulaşabilirsiniz.

2021'de izlenen film adedi: 150


30 Aralık 2021

Spider-Man: No Way Home

 


Spoiler vermeden bu filmin yazısı nasıl yazılır bilemiyorum ama deneyeyim. Siz yine de mümkün olduğunca senaryo hakkında hiçbir şey bilmeden filmi izlemeye gidin. Jon Watts'ın "home" üçlemesinin son halkası ikinci filmin kaldığı yerden başlıyor. Spider-Man Peter Parker kimliğinin ortaya çıkması sonrasında, bu durumun yarattığı problemlerle uğraşıyor. Yakın arkadaşlarının ve halası May'in de bu ifşaattan olumsuz etkilendiğini görünce, Avengers'dan arkadaşı Doctor Strange'ten yardım istiyor. Filmin ilk yarısı bittiğinde düşüncelerim "eğlenceli, komik, güzel" şeklindeydi. Ama ikinci yarıda öyle şeyler oluyor ki film "muh-te-şem" boyutuna doğru yükseliyor. İkinci yarıda sinemada oturduğum koltukta birkaç kere sesli bir şekilde "hadi canım, yok artık" dedim. Sonra da kendimi bu yoğun duygusallık, coşku, eğlence sarmalına bıraktım. İçimdeki on yaşındaki oğlan çocuğu bazı sahneleri ellerini çırparak izledi. 

Eğer benim gibi 2002 yılında Sam Raimi’nin yönettiği ilk filmden başlayarak tüm Spider-Man filmlerini izlemiş bir Spider-Man hayranıysanız bu filmi izlerken yağlarınızın erimemesi imkansız. Evet doğrudur, film birçok nostaljik öğe içeriyor. Ama fan servisi yapılacaksa da işte böyle yapılmalı. Filmdeki nostaljik unsurlar “bakın bu da vardı” diye şöyle bir görünüp sonra kaybolmuyorlar, bir amaca hizmet ediyorlar, filmin anlatmak istediği hikayeye katkıda bulunuyorlar. Senaryoyu yazanlar Spidey hayranlarını mest edecek sürprizleri oraya buraya yerleştirmeyi ihmal etmemişler, ama aynı zamanda karaktere ve yıllardır onu izleyerek büyüyenlere gerçekten saygı duyan bir iş var karşımızda. Bayıldım! 

Benim Notum: 9 / 10





29 Aralık 2021

The Rescue

 


Bir gerçek olay iyi anlatıldığı zaman, ortaya çıkan belgesel değme kurgu hikayelerden daha sürükleyici ve daha gerilimli olabiliyor. The Rescue buna iyi bir örnek. Daha önce Free Solo ile en iyi belgesel Oscar’ı alan Jimmy Chin ve Elizabeth Chai Vasarhelyi’nin çektiği film 2018 yılında Tayland’da bir mağarada mahsur kalan 12 genç futbolcu ve antrenörlerinin inanılmaz kurtarılma hikayesini anlatıyor. Ben olayı haberlerden hatırlıyordum ama belgeseli izledikten sonra bu kurtarma operasyonu ile ilgili bilmediğim ne kadar çok detay olduğunu fark ettim. 

Filmin yapımcıları Tayland ordusundan ve mağara dalgıçlarından elde ettikleri daha önce hiç görülmemiş yüzlerce saatlik arşiv görüntülerini tarayarak ortaya soluk soluğa izlenen bir belgesel çıkartmışlar. Hikayenin sonunu bilmeme rağmen baştan sona koltuğumun kenarında doğrularak izledim. Bu belgesel önümüzdeki aylarda National Geographic kanalında yayınlanacak, denk gelirseniz sakın kaçırmayın.     

Benim Notum: 8 / 10  

19 Aralık 2021

West Side Story

 


Elli yıla yaklaşan yönetmenlik kariyeri boyunca Steven Spielberg birçok farklı türde film yaptı, ancak West Side Story onun müzikal daldaki ilk girişimini temsil ediyor. 1961 yapımı Oscar'lı filmin yeniden çevriminde Spielberg bir yandan ilk filme saygı duruşunda bulunmayı ve onu yüceltmeyi ihmal etmezken, bir yandan da bir klasiği daha da geliştirmeyi başarıyor. Bu, "yeniden çekmeye ne gerek vardı" dedirtmeyecek nadir remake'lerden. Spielberg'in filmi özellikle görüntü yönetmenliği ve oyunculuk departmanlarında ilk filmin seviyesinin üzerine çıkmayı dahi beceriyor.

Bu yazının başına oturmadan önce 1961 yapımı filmi bir kez daha izledim. İki versiyon arasındaki farklar çok açık. Orjinal film daha çok bir sahne performansının kameraya çekilmiş hali gibi. Yani kalabalık bir oyuncu kadrosu sahnede hünerlerini sergiliyorlar ve bir kamera da sanki seyircilerin olduğu bölüme konmuş, sahnedeki şovu kaydediyor. Steven Spielberg'in versiyonu ise çok daha üç boyutlu, kamera yerinde durmuyor, oyunculara yaklaşıyor, onların aralarında dolaşıyor. Elbette bunda gelişen sinema teknolojisinin payı inkar edilemez. Ama bu yeni film çok daha fazla sinema lezzeti barındırıyor. Hele bir "America" şarkısı var ki... Neredeyse 100'e yakın kişinin sokakta aynı anda dans ettiği bu görkemli bölüm bile filmi izlemek için tek başına bir sebep bence.  

2021 yapımı Batı Yakasının Hikâyesi görüntü yönetimi, prodüksiyon tasarımı, kostümleri, koreografisi ve müzikleriyle mükemmel bir iş. Bu asla cepleri dolduralım motivasyonuyla kotarılmış ruhsuz bir para kapma aracı değil. Spielberg'in filmi, göz alıcı bir eğlence, tam bir sinema olayı. Sinemanın en büyük klasiklerinden birinin bile, gişe rekorları kıran bir film yapmaktan çok bir "film" yapmakla ilgilenen usta bir yönetmenin elinde yeni bir hayat bulabileceğini kanıtlayan özel bir proje.

Benim Notum: 8,5 / 10





17 Aralık 2021

The Power of the Dog

 


Neredeyse 30 yıl önce The Piano ile tanıyıp sevdiğimiz ve o zamandan beri de pek ortalarda görünmeyen Yeni Zelandalı yönetmen Jane Campion bu seneki ödül sezonunun favorilerinden olacak bir film ile geri dönüyor. Venedik Film Festivalinde en iyi yönetmen ödülü ile alan film, bu hafta başında açıklanan Altın Küre adaylıklarında da neredeyse her majör kategoride ödüle aday oldu: en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi erkek oyuncu, en iyi kadın oyuncu, en iyi yardımcı erkek oyuncu, en iyi senaryo ve en iyi müzik. 

1920'lerin Montana'sında geçen The Power of the Dog modern bir western tadında başlayıp ağır tempolu bir psikolojik dramaya hatta gotik bir gerilime evriliyor. Jane Campion ustası olduğu karakter gelişimine ağırlık verirken bir tablo güzelliğindeki geniş plan doğa görüntülerini de bol bol kullanıyor. Benedict Cumberbatch'in başrolde oynadığı The Power of the Dog yavaş tempolu bir film. Biraz festival filmi havasında. İyi çekilmiş ve iyi oynanmış. Ancak, birçok mücadele ve “aksiyon” içsel olarak ceryan ettiğinden, iki saati aşan uzunluğunu haklı çıkaracak yeterince malzeme yok. Ama sabredip sonuna kadar izleyebilirseniz, finalde taşlar yerine oturuyor, bazı halkalar tamamlanıyor. 

Benim Notum: 7,5 / 10

12 Aralık 2021

The French Dispatch

 


Sinema dünyasının en kendine has yönetmenlerinden Wes Anderson'a ben yıllardır biraz mesafeli yaklaşmaktaydım. Onun o aşırı stilize tarzı bende hep bir soğukluk etkisi yaratıyordu. Ancak bu kez, belki de ne ile karşılaşacağımı bilerek sinemaya gittiğimden, ilk defa bir Wes Anderson filminden keyif aldım. Üstelik de The French Dispatch yönetmenin en "Wes Anderson'vari" filmi. Muhterem bu kez cephanelikte ne varsa hepsini üstümüze salmış.

Fransa'da yayınlanan The French Dispatch adlı hayali bir dergiyi tanıtarak başlayan film, daha sonra derginin sanat, politika, yemek gibi farklı bölümlerinde yayınlanmış makalelerden uyarlanmış üç ayrı hikayeyi sırayla perdeye getiriyor. Wes Anderson bu hikayeleri anlatırken elbette yine görsel stiliyle ön plana çıkıyor. Simetrik kadrajlar, farklı açılar, sağdan sola ya da aşağıdan yukarıya kayan kamera hareketleri, farklı çerçeve oranları (aspect ratio), siyah-beyaz başlayıp renkliye geçme gibi biçimsel sıçramalar film boyu devam ediyor. Bu çılgın imajlar festivali zaman zaman seyirciyi yorsa da, genelde hoş gözüküyor. Bu kez anlatılan öykülerin de oldukça ilgimi çektiğini söyleyebilirim, özellikle ressam bir mahkum ile gardiyanın aşkını anlatan ilk hikaye. Fransız kültürüne bir saygı duruşunda bulunduğu açık olan filmde henüz ilk sahneyle başlayan referanslar, film boyunca yedinci sanatın birçok akım ve türüne değinerek devam ediyor. Ve son tahlilde bir "sinefil ziyafeti"ne dönüşüyor.

Benim Notum: 7,5 / 10 
   

10 Aralık 2021

Spencer

 



Pablo Larraín'in yönettiği Spencer, Prenses Diana'nın (yani gerçek adı ile Diana Spencer'ın) kraliyet ailesi ile birlikte Sandringham şatosunda geçirdiği üç günlük bir Noel tatilini anlatıyor. Yıl doksanların başıdır ve Lady Di artık  Prens Charles ile boşanma aşamasına gelmiştir. Bulimia adlı yeme bozukluğundan mustarip genç kadın, bir yandan kocası Charles’ın ihanetiyle bir yandan da geleneklerin ve kraliçenin baskısıyla başa çıkmaya çalışmaktadır.

Pablo Larrain tıpkı bir önceki filmi Jackie'de olduğu gibi yine gerçek hayattan yüksek profilli bir kadın karakteri alıyor ve onun psikolojik durumuna odaklanıyor. Bu alışılagelmiş bir hikaye şablonuna sahip, kadrodaki önemli şahsiyetlerin çarpıcı laflar ettiği, arka arkaya olayların cereyan ettiği geleneksel bir biyografik film değil. Öyle ki, Kraliçe Elizabeth filmde toplam beş dakika filan görünüyor, Prens Charles da taş çatlasın on dakika. Hayal ile gerçek arasında dolaşan anlatı, Diana’nın içine düştüğü ruh halini ön plana çıkartırken zaman zaman bir gerilim formatına bile bürünüyor. Yönetmen Diana’nın kapana sıkışmışlığını ve kapatıldığı kafeste nefessiz kalışını seyirciye birebir yaşatmayı amaçlıyor. Ve bunu başarıyor da.

Bir zamanlar Twilight serisinin Bella Swan'ı olarak şöhrete kavuşan Kristen Stewart, son yıllarda daha çok küçük bütçeli bağımsız filmlerde boy göstererek oyunculuğunu ön plana çıkarmaya ve kendini farklı bir yere konumlandırmaya çalışıyordu zaten. Spencer'daki performansı ile amacına ulaşmış gibi görünüyor. Kristen Stewart bu senenin en iyi kadın oyuncu Oscar'ının en güçlü adayı konumunda şu anda. Ben iyi oyuncu olduğunu kabul etsem de bu filmde kendini biraz fazla zorladığını düşünüyorum. "Rolün içinde kaybolmak" diye bir deyim vardır. Ben burada rolünün içinde kaybolduğunu hissetmedim, tam tersi o kafasını yana eğerek süzüldüğü, ya da fısıldayarak konuştuğu her sahnede "Kristen Oscar için bastırıyor" dedim içimden.

Benim Notum: 7 / 10