19 Eylül 2023

Talk to Me

 



Avustralya'da bir grup arkadaş, mumyalanmış bir el kullanarak ölülerle iletişim kurabildiklerini keşfederler ve ev partilerinde bir eğlence aracı olarak bu ruh çağırma seanslarını kullanmaya başlarlar. Gençler sanki bir madde bağımlılığı gibi bu yeni heyecana kapılırlar. Ancak içlerinden biri fazla ileri gider ve hepsini yok etmekle tehdit eden korkunç bir doğaüstü gücü serbest bırakır.

Talk to Me, RackaRacka adını verdikleri YouTube kanalında komik videolar paylaşan Avustralyalı ikiz kardeşler Danny ve Michael Philippou’nun ilk uzun metraj sinema filmleri. Kardeşlerin YouTube kanalındaki videolara bakarsanız (şuradan bir göz atabilirsiniz), çekecekleri filmin deli dolu, zıpır bir aksiyon komedisi olmasını beklersiniz. Ancak Talk to Me, tam tersi son derece karanlık, ağır ama sindire sindire ilerleyen ve oldukça ürkütücü bir film. Kabul edelim, bir kötü ruh tarafından ele geçirilme teması korku sinemasında yüzlerce kez işlenmiş bir konu. Ama Philippou biraderler bu yorgun janra yepyeni bir hayat aşılamayı başarmışlar. Seyirciyi dakika başı dört kere yerinde hoplatmak yerine, derinlere işleyen bir terör duygusunu ve film bittikten sonra bile sizi bir süre bırakmayan bir rahatsızlık hissini yaratmayı tercih etmişler. Harika bir ses dizaynı da filmin etkileyiciliğini arttırıyor. 

Çekim bütçesi 4 buçuk milyon doları geçmeyen film, bu satırların yazıldığı an itibarı ile tüm dünyada 70 milyon dolar hasılat yaptı, yani maliyetinin neredeyse yirmi katı gelir elde etti. Sundance film festivalindeki ilk gösterimin ardından filmin dağıtımı için şirketlerin sıraya girmesi boşuna değil. Philippou kardeşlerin bir sonraki işlerini görmeyi dört gözle bekliyoruz.


Benim Notum: 7,5 / 10

15 Eylül 2023

Past Lives

 



Güney Kore'de yaşamakta olan 12 yaşındaki okul arkadaşları Nora ve Hae Sung, Nora'nın ailesinin Kanada'ya göç etmesi nedeniyle birbirlerinden ayrı düşerler. Tam 24 yıl sonra New York'ta birkaç günlüğüne tekrar bir araya gelen bu çocukluk aşıkları, geçmiş yılların muhasebesini yaparken bir yandan da kader, bağlılık, özlem ve yarım kalmış aşklar gibi kavramlarla yüzleşeceklerdir. 

Doksanlı ve ikibinli yıllarda bana "en sevdiğin film üçlemesi hangisi" diye sorsaydınız, büyük olasılıkla Richard Linklater'ın Ethan Hawke ve Julie Delpy'li Before üçlemesi derdim. Daha ortada bu blog sayfasının fikri bile yoktu ama olsaydı muhtemelen Before Sunrise 1995 yılının, Before Sunset de 2004 yılının en iyi filmleri listesine girerdi. İşte Kore asıllı Celine Song'un yönettiği Past Lives bana ilk bakışta Before filmlerini anımsattı. Ve yine o filmlerde aldığım lezzeti aldım. Senaryoyu da kaleme alan Celine Song belli ki kendi yaşamından detayları filme katmış. Çünkü onun ailesi de tıpkı filmdeki Nora gibi henüz o 12 yaşındayken Güney Kore'den Kanada'ya göç etmiş.

Past Lives derdini söylediklerinden ziyade söylemedikleri ile anlatan, sessiz ama çok güçlü bir film. Yönetmen bir duyguyu seyirciye aktarırken hiç telaş etmiyor. Ama işte o küçük sessizlikler, o sessizlikler esnasındaki kaçamak bakışlar öyle çok şey anlatıyor ki... Celine Song, uzun tek plan çekimlere ve sözlü olmayan anlara güvenerek, daha aceleci bir yaklaşımın gözden kaçıracağı ayrıntıları yakalıyor. Filmin sonunu tabii ki söylemeyeyim, ama sadece finaldeki o beş dakikalık sahne bile sözcüklere hiç başvurmadan, beden dilini ve sinema sanatını kullanarak duygular nasıl anlatılır konusunda bir ders niteliğinde. Bunun Song’un henüz ilk filmi olduğuna inanmak zor, çünkü kameranın arkasında sanki bu işi kırk yıldır yapıyormuşçasına güvenli, kendinden emin.

Sinema tarihinde karşılıksız aşka eşlik eden tatlı ıstırabı anlatan çok film yapılmıştır elbette, ama çok az film bastırılmış duyguları bu kadar yoğun ve derinden ele alabilir. Past Lives yaz sezonunun patırtısı gürültüsü arasında çıkıp gelen nefis bir sürpriz, bir vaha. Çok beğendim, çok etkilendim.


Benim Notum: 8,5 / 10


31 Ağustos 2023

Ağustos Filmleri

 



Ağustos ayında izlediğim filmler ve puanlarım:



Elemental 7



Joy Ride 6,5



Film isimlerinin üstüne tıklayarak, o filmle ilgili detaylara ulaşabilirsiniz.

2023'te şu ana kadar izlediğim film adedi: 96


25 Ağustos 2023

Blue Beetle

 



Uzaydan gelmiş mekanik bir böcek kendine simbiyotik ev sahibi olarak üniversiteden yeni mezun olmuş Latin kökenli Jaime Reyes'i seçer. Bu ortaklık gence olağanüstü güçler kazandırırken, Jamie Reyes de artık Blue Beetle diye anılan bir süper kahramana dönüşecektir. 

Blue Beetle benim daha önceden adını bildiğim bir süper kahraman değildi. Oysa ki çizgi roman olarak ilk kez ta 1939 yılında yayınlanmış. DC Comics şirketinden çıkan filmde başrolde Netflix'te yayınlanan Cobra Kai dizisinden tanıdığımız Xolo Maridueña yer alıyor. Mariduane sevimliliği ile bu klişelerle dolu filmi ayakta tutan en önemli faktör olarak öne çıkıyor. Filmin aksiyon sahnelerinde herhangi bir orjinallik yok. Blue Beetle'ı diğer süper kahraman filmlerinden ayıran en temel özelliği bir Latin Amerikalı aileyi alıp hikayenin tam ortasına yerleştirmesi. Jaime Reyes kötülerle savaşırken en büyük desteği arkadaşlarından ya da ekibinden değil doğrudan annesinden, babasından, kız kardeşinden, amcasından ve büyükannesinden alıyor. Aile sevgisi ve dayanışması, kötülere karşı bir koz haline geliyor. 

Blue Beetle çok şey beklenmeden izlenebilecek, aileyi ön plana çıkaran, hafif, yüzeysel ama eğlenceli bir süper kahraman filmi.


Benim Notum: 7 / 10

17 Ağustos 2023

Teenage Mutant Ninja Turtles: Mutant Mayhem

 



Spider-Verse filmlerinin animasyon sinemasında bir çığır açtığını söylemiştim o filmlerle ilgili yazılarımda. İşte şimdi Spider-Verse'ün araladığı o kapıdan başka filmler de giriyor, ne güzel! Artık animasyon filmleri (bizim çocukluğumuzdaki adıyla "çizgi filmler") sadece anne-babaların haftasonu AVM'lerde çocuklarını iki saatliğine sinemaya bırakmalarına vesile olan çerez yapımlar değil. Üzerlerinde çok emek harcanmış, birer sanat eseri olarak değerlendirilmeyi hak eden önemli işler.

Kanalizasyona atılan kimyasal bir maddeye maruz kalarak mutasyona uğrayan yarı insan yarı kaplumbağa ninja kardeşler ilk olarak 1990 yılında görünmüşlerdi sinema perdelerinde. O ilk filmi sinemada izlediğimi ve baya da sevdiğimi hatırlıyorum. Daha sonra 2010'lu yıllarda Megan Fox'lu bir kadro ile iki film daha yapıldı, ama Michael Bay yapımcılığında çekilen bu filmler bol görsel efektli, bol tantanalı ve kaçınılmaz olarak zeka seviyesi düşük filmlerdi. O filmlerdeki bol kaslı kaplumbağalar da ilk filmdeki dört kardeşin sevimliliğinden çok uzak, hatta düpedüz antipatik tiplerdi.

Şimdi, geçen sene Netflix'te çok sevilen hatta en iyi animasyon Oscar'ına aday da gösterilen The Mitchells vs the Machines'in ardındaki yaratıcı ekip TMNT'yi animasyon olarak yeniden getiriyor karşımıza. Film herşeyden önce muhteşem animasyon stili ile dikkatleri çekiyor. Sanki bir lise öğrencisinin okul defterinin arka sayfalarına çala kalem yaptığı eskizlere benzeyen bu çizimler izlediğimiz hikayeye müthiş bir dinamizm katıyor. Dört kardeşin seslendirmesini, daha önceki filmlerde olduğu gibi 27 yaşındaki koca adamlara yaptırmak yerine, gerçekten teenage yaşlarındaki  aktörleri tercih etmek de çok isabetli bir karar olmuş (filmi orjinal sesi ile izlediğimi ekleyeyim). Böylelikle bu birbirinin sözünü keserek konuşan hiperaktif gençlerin ergen muhabbetleri kulağa çok daha inandırıcı ve doğal geliyor. Filmin Oscarlı besteciler Trent Reznor ve Atticus Ross imzalı müzikleri bir harika. Ayrıca soundtrack'e itina ile yerleştirilmiş 80'li 90'lı yılların müthiş hiphop klasikleri filmi izlerken kafamızı yukarı aşağı sallamamıza sebep oluyor.      

Sinemalarda Spider-Verse devrimi devam ediyor. Daha fazlası için hazırız.


Benim Notum: 7,5 / 10

31 Temmuz 2023

Temmuz Filmleri

 



Temmuz ayında izlediğim filmler ve puanlarım:







Barbie 7


Suzume 7



Reality 6,5

Chevalier 6,5

Nimona 6





Film isimlerinin üstüne tıklayarak, o filmle ilgili detaylara ulaşabilirsiniz.

2023'te şu ana kadar izlediğim film adedi: 90



30 Temmuz 2023

Oppenheimer

 



Oppenheimer filmini tamamı dolu bir salonda izledim (abartmıyorum, tek bir boş koltuk yoktu). Üstelik de yazın sıcağının ortasında, hafta içi bir günün 12:30 seansında. Üç saat süren, bir kısmı siyah-beyaz çekilmiş, diyalog ağırlıklı, hadi adını koyalım, aslında "sanat filmi" denebilecek bir yapıma seyircinin bu kadar ilgi göstermesi beni çok mutlu etti, Türkiye'de (ve dünyada) sinema sektörünün geleceği açısından da fazlasıyla umutlandırdı. 

Oppenheimer, Christopher Nolan'ın çağımızın en önemli sinemacılarından biri olduğunu bir kez daha kanıtlayan bir başyapıt. Filmin konusunu aslında tek bir cümleyle özetlemek mümkün: II.Dünya Savaşının sonunda Hiroshima ve Nagazaki'ye'ya atılan atom bombasının proje sürecini ve bombanın mucidi ABD'li fizikçi Robert Oppenheimer'ın kendi içindeki vicdan muhasebesini izliyoruz film boyunca. Hem inanılmazı hem de korkunç olanı başaran sorunlu bir dehanın portresi geçiyor gözümüzün önünden. Ama asıl çarpıcı olan Nolan'ın bu konuyu anlatırken sinema dilini çok etkileyici bir şekilde kullanabilmesi. Görüntüler, ses, ışık, müzik ve prodüksiyon tasarımı ile soluksuz izlenen bir atmosfer yaratabilmesi. 

Daha çok tekniğin ön plana çıktığı The Dark Knight, Inception ve Tenet gibi aksiyon / bilim kurgu tarzında yapımlarla tanıdığımız Christopher Nolan Oppenheimer'de belki de şimdiye kadarki en kişisel ve en karakter analizi ağırlıklı eserini üretiyor. Elbette bu karakterleri başarılı bir şekilde perdeye aktarmakta oyuncuların rolü büyük: başta Cillian Murphy olmak üzere, Robert Downey Jr, Emily Blunt, Matt Damon ve Florence Pugh çok iyi performanslar sergiliyorlar. Cillian Murphy'nin en iyi erkek, Robert Downey Jr'ın ise en iyi yardımcı erkek oyuncu dallarında Oscar adaylıklarını şimdiden ilan edebilirim. Filmde rol alan yüksek kalibreli oyuncu listesi yukarıdakilerle sınırlı değil. Örneğin, son beş sene içerisinde en iyi erkek oyuncu Oscar'ını almış üç aktör, Gary Oldman, Rami Malek ve Casey Affleck filmde beşer dakikalık kısacık rolleriyle geçit törenine katılıyorlar. Bu da günümüzün önemli oyuncularının üçe beşe bakmadan yönetmen Christopher Nolan'la çalışma konusunda ne kadar istekli olduklarını gösteriyor. Son yılların yükselen bestecisi Ludwig Göransson imzalı müziklerin filme katkısını göz ardı etmek mümkün değil. Görüntü yönetmeni Hoyte von Hoytema'nın IMAX kameralarla çekilmiş görüntüleri ve Jennifer Lame’in montajı ise nefes kesici.

Christopher Nolan'ın sevmeyeni de çok. Ama benim gözümde adamı pamuklara sarmalı. Oppenheimer olağanüstü bir film. Devasa bir biyografi, büyüleyici bir dram, destansı bir yapım. Oyuncu kadrosunun harika performanslarıyla desteklenen görsel-işitsel bir ziyafet. Önümüzdeki beş ayda daha iyisi karşımıza çıkmazsa, bu senenin en iyi filmi.


Benim Notum: 9 / 10

29 Temmuz 2023

Barbie

 




Herşeyin mükemmel olduğu pembe Barbie diyarında o parti senin bu parti benim yaşayıp gitmekte olan Barbie, bir gün gerçek dünyada kendisi ile oynayan kız çocuğunun kaygılarını hissetmeye başlayınca, o "hayat bayram olsa" modundan çıkmaya başlıyor. Bu durumu düzeltmenin tek yolu gerçek dünyaya gidip o kız çocuğunun sorunlarını çözmektir. Hep plajda duran ama cankurtaran olmayan Ken de bu yolculukta ona eşlik edecektir.   

Greta Gerwig'in yönettiği ve neredeyse bir sosyal fenomene dönüşen Barbie filmi aslında oldukça  eğlenceli bir şekilde başlıyor. Filmin yapımcısı da olan Barbie bebeklerinin yaratıcısı Mattel firmasına yönelik meta espriler gayet iyi. Margot Robbie sanki bu rol için yaratılmış gibi. Ken rolündeki Ryan Gosling de filmin en komik anlarına imza atıyor. Barbie'nin gerçek yıldızının Robbie veya Gosling değil, yapım tasarımı olduğu da iddia edilebilir. Barbie oyun setlerinin sevgi dolu, gün ışığında yeniden yaratılan kurulumları, filmin ilk yarısını dolduran çılgın enerjiye ayak uyduruyor.

Yalnız ikinci yarıda film biraz odağını kaybediyor, feminist mesajlarını biraz kör parmağım gözüne şeklinde vermeye başlıyor. Bir de filmin hedef kitlesinin kim olduğu konusunda senaryo yazarlarının biraz kafası karışık sanki. Örneğin benim izlediğim seansta salonun yüzde doksanı teenager'lardan oluşuyordu. Ancak filmdeki birçok espri yaşı daha geçkin olanların anlayabileceği türden. Örneğin The Godfather, 2001: A Space Odyssey filmlerine yapılan harika göndermeleri 15-16 yaşında bir gencin anlaması mümkün değil. O yüzden bazı sahnelerde ben kahkahalarla gülerken yanımdaki koltuklarda oturan çocuklar bana tuhaf tuhaf baktılar.

Sonuç olarak, Barbie'nin parlak enerjisini, görselliğini ve esprilerini beğendim. Ama mesaj verme kaygısını ve senaryonun ikinci yarıda raydan çıkmasını pek beğenmedim.


Benim Notum: 7 / 10

23 Temmuz 2023

Mission: Impossible - Dead Reckoning Part One

 



1996'da usta yönetmen Brian De Palma'nın çektiği ilk film ile hayatımıza teşrif eden Mission Impossible serisi yedinci filme ulaşıyor. Bundan bir önceki bölüm Fallout bence serinin zirvesiydi ve o sene en iyiler listeme de girmişti. Christopher McQuarrie'nin yönettiği film özellikle aksiyon sahnelerinin icrasındaki teknik mükemmellik ile gözlerimizi kamaştırmıştı. Fallout ile ilgili blogdaki yazımı "bundan sonraki bölümlerde bu seviyeyi nasıl aşacaklar, merak ediyorum" diyerek tamamlamıştım. Öngörüm doğru çıktı, aşamamışlar. Dead Reckoning tek başına değerlendirildiğinde elbette iyi bir film, ama gerek aksiyon gerekse de hikaye bakımından Fallout'un gerisinde kaldığı da kesin.

Günümüzün popüler konusu kontrolden çıkıp insanlığı tehdit eden yapay zekayı ana düşman olarak hikayeye yerleştiren Dead Reckoning bir Mission Impossible filminde olması gerekenler listesindeki her kutuya bir tik atıyor: arabalı ve motorlu heyecanlı kovalamaca sahneleri, son saniyede durdurulan bombalar, maske takıp kılık değiştirmeler ve elbette Tom Cruise'un yine dublör kullanmadan gerçekleştirdiği yönetmenine kalp krizi geçirten ve ölüme meydan okuyan atlamalar. Ancak bu sefer sanki önce bu heyecanlı "set piece"ler kafada tasarlanmış, daha sonra buna hikayeyi nasıl uydururuz diye düşünülmüş gibi. Yani daha filmi çekmeden önce kesin bir gün yönetmen McQuarrie ile Tom Cruise bir araya gelmişler, "bu filmde şöyle bir şey yapalım: kahramanımız motorsikletle bir tepeden aşağı atlasın, paraşütle hareket halindeki bir trene dalsın" diye sahneyi tasarlamışlar. Ama emek verenlerin hakkını da teslim edelim, filmdeki bazı aksiyon sahneleri yine de çok başarılı çekilmiş, örneğin en sondaki bütün o tren vagonları sekansı yüreğimizi ağzımıza getiriyor.     

Dead Reckoning Part One senaryodaki zayıflıklarına ve küçük kusurlarına rağmen baştan sona heyecanla izlenen bir aksiyon ve casusluk filmi. Lunaparkta geçirilen eğlenceli bir iki buçuk saat. Şu anda sinemalarda izleyebilirsiniz.


Benim Notum: 7,5 / 10  

14 Temmuz 2023

Asteroid City

 



Wes Anderson ile inişli çıkışlı bir ilişki grafiğimiz var: Eleştirmenler yaptığı her işe ayılıp bayılsa da, ben kendisinin o aşırı stilize tarzına hep biraz mesafeli yaklaştım. 2021 yılındaki The French Dispatch ise belki de şimdiye kadar gerçek anlamda beğendiğim ilk Wes Anderson filmi oldu. Çünkü ilk kez stilin yanı sıra filmde anlatılan öyküler de ilgimi çekti, karakterlerin başına neler geleceğini önemsedim. Bu son filmi Asteroid City'de ise maalesef üstad o içine bir türlü giremediğimiz "malzemenin önüne geçen tarz" hikayelerine geri dönmüş.

Her Wes Anderson filminde olduğu gibi burada da Hollywood'da kim var kim yoksa sıraya dizilmişler. Tom Hanks'ten Scarlett Johansson'a, Edward Norton'dan Bryan Cranston'a, Willem Dafoe'dan Margot Robbie'ye kadar bir dolu yıldız oyuncu önümüzden geçip gidiyor. Şüphesiz ki, bu bakması güzel bir film. Prodüksiyon tasarımı en üst seviyede. Her bir sahne aynı zamanda mükemmel bir fotoğraf karesi. Filmin her saniyesi için titizlikle uğraşıldığını filmi izlerken hissediyorsunuz. O renkler, o pastel tonlar, o kadrajlar aklımıza kazınıyor. Ama filmde anlatılan hikaye ile aramızda bir türlü duygusal bir bağ kuramıyoruz. Filmdeki her karakter sanki "ben şu anda bir Wes Anderson filmindeyim, o yüzden böyle tuhaf konuşmam gerekiyor" dercesine, baston yutmuş gibi kameraya bakıp, uzun monologlar sıralıyor. 

Asteroid City'nin bir "Wes Anderson filmi" olduğunu anlamanız yaklaşık on saniye sürüyor ve bu muhtemelen filmin en büyük dezavantajı. Anderson'ın stili yaptığı projelere o kadar işlemiş ki, artık şekil anlatının önüne geçmeye başlamış. Yönetmen sanki kendi yarattığı markanın esiri olmuş ve hayranlarının beklediği bu olduğu için sürekli kendine has özelliklerini ikiye katlama ihtiyacı duyuyor. Onun bu tarzını sevenler için Asteroid City güzel bir buluşma olabilir. Bu tarzı sevmeyenlerin ise filmi gördükten sonra fikirlerinin değişme ihtimali çok düşük. Ben hala ortalarda bir yerdeyim.   

Benim Notum: 7 / 10

   

30 Haziran 2023

Haziran Filmleri

 



Haziran ayında izlediğim filmler ve puanlarım:





The Beasts 7,5


The Flash 7




BlackBerry 6,5


Delicious 6,5

Fast X 6,5



Film isimlerinin üstüne tıklayarak, o filmle ilgili detaylara ulaşabilirsiniz.

2023'te şu ana kadar izlediğim film adedi: 74

11 Haziran 2023

Spider-Man: Across the Spider-Verse

 



2018'de gösterime giren Spider-Man: Into the Spider-Verse animasyon sinemasında çığır açan, son derece yenilikçi ve yaratıcı bir yapımdı. O sene en iyi animasyon dalında Oscar da kazanan Into the Spider-Verse, bu "bir janrı alt-üst edip yeniden tanımlama" özelliği bakımından aslında The Matrix filmi ile karşılaştırılabilir. 1999 yılında Matrix'ten çıktığımızda "biz ne izledik böyle" olmuştuk. Çünkü daha önceden sinemada bu tür şeylerin yapılabildiğini bilmiyorduk. İşte Into the Spider-Verse de öyle bir etkiye sahipti. Sinemada animasyon sanatının bu kadar farklı ve özgün bir şekilde kullanılabildiğini daha önce hiç görmemiştik. Şimdi o filmden beş yıl sonra (o kadar olmuş mu) Miles Morales yine karşımızda. İlk filmin yarattığı büyük sükseden sonra onu geçmek herhalde mümkün değildir diye düşünüyordum. Ama heyhat, 'insan gerçekten hayret ediyor' :) Across the Spider-Verse ilk filmin sağlam temellerini özümseyip, o başarıyı bir seviye daha ileri götürmeyi beceriyor. Sanat tarzı bu filmde daha da geliştirilmiş, yaratılan dünya daha da büyütülmüş, karakterler arasındaki dinamikler daha zenginleştirilmiş. Etkileyici hikaye anlatımına, aile içi ilişkiler ve özgür iradenin önemini araştıran felsefi açılımlar eklenmiş. Karakter gelişimine gösterilen özen de ayrıca takdire şayan.

Joaquim Dos Santos, Kemp Powers ve Justin K. Thompson üçlüsünün yönettiği film bize animasyon sinemasının neden bir tür olarak var olması gerektiğini kanıtlıyor sanki. Çünkü filmi izlerken, perdede gördüklerimizin live action dediğimiz normal yöntemlerle asla çekilemeyeceğini biliyoruz. Tıpkı ilk filmde olduğu gibi, burada da Miles Morales farklı evrenlere girip çıktıkça filmdeki animasyon tarzı değişiyor. Bu farklı görsel stillerin kullanılması durumunu kendi gençliğimden bir örnekle açıklamaya çalışayım: yaşı 35 üzerinde olanlar hatırlayacaktır, bizim gençliğimizde en popüler çizgi romanlardan biri Conan'dı. Ama bu Conan dergilerini hem farklı yayınevleri basardı, hem de maceradan maceraya Conan'ı çizen sanatçı da değişirdi. Sonuç olarak temelde karakterin özellikleri aynı kalsa da, çizgi roman stili olarak farklı farklı Kimmeryalı Conan'lar geçerdi elimizden. Bu hikayelerde Conan bazen renkli olurdu, bazen siyah-beyaz, bazen  bütün sayfa tek bir devasa resimden oluşurdu, bazen küçük karelere bölünmüş olurdu, vesaire vesaire... İşte Miles Morales de farklı evrenlerde farklı Spider-Man'lerle haşır neşir olurken, her bir evrenin farklı bir görsel estetiğe sahip olduğunu görüyoruz. Fütüristik stillerden empresyonizme, Japon animelerinden kalem çizimlerine, hatta eski Spider-Man filmlerinden live action karelere hiperaktif bir görsel şölenin içinde yuvarlanıyoruz. Ancak film tüm bu baş döndürücü enerjisine rağmen, şaşırtıcı bir şekilde insani bir drama yaratmayı da başarıyor.

Spider-Man: Across the Spider-Verse, sadece bir Cumartesi öğleden sonrasında arkadaşlarla sinemada hoşça vakit geçirmeye vesile olacak bir eğlencelik değil, üzerinde ciddi ciddi kafa yorulması gereken önemli bir sanat eseri bence. Bu kadar övgünün üstüne, bu filme neden 9 değil de 8,5 verdin derseniz, bunun tek nedeni maceranın tam ortadan ikiye bölünmüş olması. Yani mükemmel bir filmin sadece ilk yarısını izliyoruz. Devam filmi Beyond the Spider-Verse önümüzdeki Mart ayında gösterime girecek. Onu izledikten sonra belki geri dönüp buradaki notumu yükseltebilirim. To be continued…

Spider-Man: Across the Spider-Verse'ü şu anda sinemalarda izleyebilirsiniz. Hatta mutlaka sinemada izleyin.  


Benim Notum: 8,5 / 10

31 Mayıs 2023

Mayıs Filmleri

 



Mayıs ayında izlediğim filmler ve puanlarım:



Air 8

Sisu 7,5






Alcarràs 7







Film isimlerinin üstüne tıklayarak, o filmle ilgili detaylara ulaşabilirsiniz.

2023'te şu ana kadar izlediğim film adedi: 61

30 Mayıs 2023

Sisu



II.Dünya Savaşı'nın sonlarında, kuzey Finlandiya'nın uçsuz bucaksız ıssız doğasında altın madenciliği yapan 60 yaşlarında bir adam, bulduğu altınları şehirdeki bankaya götürmeye çalışırken, yolu ülkeden çekilmekte olan Nazi askerleri ile kesişir. Naziler adamın altınlarına el koymak isterler, ama bilmedikleri bir şey vardır: karşılarındaki kişi savaşta 300 düşman askerini tek başına öldürmüş eski bir komandodur ve asla pes etmeyecektir. 

Finli yönetmen Jalmari Helander'in filmi spaghetti western sosuna batırılmış Nazi döneminde geçen bir John Wick macerası olarak özetlenebilir. Sisu'nun çok sade bir hikayesi var ve lafını hiç uzatmıyor, derdini 90 dakika içinde anlatıp çıkıyor. Film sonrası sohbetlerde mutlaka Tarantino'nun adı geçecektir. Gerçekten de gerek filmin geneline yayılmış o western dokusu, gerekse de bölüm başlıkları ile kesilen hikaye anlatımı Tarantino tarzını fazlasıyla hatırlatıyor. Ancak yazar yönetmen Helander bir röportajında Sisu için asıl ilham kaynağının ilk Rambo filmi First Blood olduğunu söylemiş. Benzerlikleri görmek zor değil: John Rambo da ilk filmde avdan avcıya dönüşen bir anti-kahramandı ve -yöntemleri buradaki amcamız kadar acımasız olmasa da- kötü adamları öteki tarafa göndererek seyircinin sempatisini kazanıyordu. 

Sisu, özellikle John Wick tarzı bol şiddet içerikli aksiyon filmlerini sevenleri fazlasıyla tatmin edecek, vahşi ve sürükleyici bir intikam hikayesi.


Benim Notum: 7,5 / 10
 

28 Mayıs 2023

Air

 



Çocukluk arkadaşları Matt Damon ve Ben Affleck'i bir kez daha bir araya getiren Air, 1984 yılında Nike şirketinin Michael Jordan ile sözleşme imzalama sürecini anlatıyor. O yıl Michael Jordan daha sonra bir efsaneye dönüşecek olan profesyonel kariyerinin henüz başındadır. Nike firmasının yönetim kurulu üyeleri NBA draft listesindeki başka oyunculara yatırım yapılmasını istemektedirler. Üstelik Jordan'ın kendisi de Nike yerine Adidas'ı tercih etmektedir. Tüm bu olumsuz koşullara rağmen, Jordan'da çok büyük bir potansiyel gören şirketin yetenek avcısı Sonny Vaccaro (Matt Damon), onu firmaya getirebilmek için bütün riskleri alacaktır.   

Ben Affleck'in yönettiği Air'ı bir spor filmi gibi düşünmeyin. Basketbol ile hiç alakası olmayanlar da bu filmden çok keyif alabilir. Çünkü bu daha çok şirket içi dinamikler, iş dünyasında atılan taklalar ve herhangi bir projeyi başarıyla sonuçlandırabilmek için yapılan fedakarlıklarla ilgili bir hikaye. Affleck'in filmi, seyircisine, toplantı odası oyunlarının sahadaki maçlar kadar gergin, öngörülemez ve heyecan verici olabileceğini hatırlatıyor. Hikayenin sonunu çok iyi bildiğimiz halde filmi baştan sona ilgiyle takip ediyoruz, çünkü o sona nasıl gelindiğini merak ediyor ve hiç bilmediğiniz detayları keşfediyoruz.

Filmin en güçlü noktalarından biri diyaloglar. Henüz ilk senaryosunu yazan Alex Convery'nin bu denli sağlam bir iş çıkarmış olması şaşırtıcı. Bu etkileyici diyalogları hayata geçirmede elbette her biri üst düzey performans gösteren oyuncuların büyük payı var. Özellikle, orta yaşlı ve hafif  göbekli bir adam olarak karşımıza çıkan Matt Damon yıllar geçtikçe ne kadar çok yönlü bir oyuncu olduğunu bize kanıtlıyor. 'Her zaman güvenilir' Viola Davis de ona eşlik ediyor.  

Air, iyi yazılmış, iyi oynanmış, iki saatlik nostaljik bir eğlence. Şu anda Amazon Prime'da izleyebilirsiniz. Kaçırmayın. 


Benim Notum: 8 /10

13 Mayıs 2023

Guardians of the Galaxy Vol. 3




Guardians of the Galaxy 3 kesinlikle üçlemenin en sevdiğim bölümü oldu. Bunun iki temel nedeni var: Birincisi filmden keyif almanız için Marvel sinematik evrenine hakim olmanız gerekmiyor. Avenger'lardan herhangi biri çıkıp gelmiyor, çoklu evren muhabbetine hiç girilmiyor, yeni düşman Kang'den bir kere bile bahsedilmiyor. Hatta daha önceki Guardians bölümlerini dahi izlememiş olabilirsiniz. Bu tamamen kendi ayakları üstünde duran, başı sonu belli, tekil bir hikaye.  

En sevdiğim bölüm dememin ikinci sebebi ise şu: 2017'de gösterime giren Guardians of the Galaxy, Marvel evreninde mizah duygusunu ön planda tutan ilk macera olarak bir çığır açmıştı. Ancak ilk filmde başlayan ve daha sonra ikinci filmde artarak devam eden bu sürekli komik olma çabası, bu ayarsız şakacılık hali bence senaryoya zarar veriyordu ve iki filmde de beni filmin akışından biraz kopartmıştı. Yönetmen ve senaryo yazarı James Gunn bu kez bu "hayat bayram olsa" modundan çıkmayı başarmış. Çok da isabet olmuş. Bölüm 3 yer yer hüzünlü ama çok içten bir hikaye anlatıyor. İlk filmde nedense pek ısınamadığım rakun Rocket bu kez öykünün tam merkezine yerleştiriliyor ve yer yer çok dokunaklı bir orijin hikayesi ile kalbimizi ele geçirmeyi başarıyor. 

Filmdeki kahramanların karakter gelişimi çok iyi çizildiği için, onların başına neler geleceğini önemsiyoruz, yaşadıkları gerilimi ve karşılaştıkları riskleri anlayabiliyoruz. Gunn'ın kendine özgü hikaye anlatma tarzı ve yönetmenliği, güçlü bir oyuncu kadrosuyla birleşince, üçlemeye çok tatmin edici bir final ortaya çıkmış. Çok beğendim.  

Filmi şu anda sinemalarda izleyebilirsiniz.


Benim Notum: 8 / 10    

 

7 Mayıs 2023

Evil Dead Rise

 



İlk Evil Dead 1981 yılında Sam Raimi tarafından çekilmiş, film zaman içerisinde bir korku kültü haline dönüşmüştü. Üstad daha sonra serinin ikinci ve üçüncü filmlerini de yönetti. 2013 yılında Sam Raimi'nin bu kez yapımcı olarak göründüğü bir remake yapıldı. Evil Dead evreninde geçen bu beşinci filmde ise Raimi ve orjinal serinin başrol oyuncusu veteran aktör Bruce Campbell yine yapımcılığı üstlenirken, yönetmen koltuğu İrlandalı genç yönetmen Lee Cronin'e teslim edilmiş. Cronin de fena iş çıkarmamış doğrusu. Özellikle bazı kamera hareketleri Sam Raimi tarzını fazlasıyla hatırlatıyor. Öyle ki, bir ara "acaba Raimi usta dayanamayıp kameranın arkasına mı geçti" dedim kendi kendime.

Evil Dead Rise her şeyden önce 80'lerin o bol kanlı ve pratik efekt dediğimiz bilgisayardan ziyade makyaj ve gerçek aksesuar desteğine dayanan filmlerine bir geri dönüşü temsil ediyor. Gerçekten de son yıllarda hiçbir modern korku filminde bu kadar çok kanla karşılaşmamıştık herhalde. Her ne kadar Evil Dead Rise bir miktar kara mizah içerse de, Cronin Sam Raimi'nin ikinci ve üçüncü filmlerde yaptığı gibi bir absürd komedi yolunu tercih etmiyor. Bu ilk Evil Dead filmine benzer şekilde daha katıksız saf bir korku filmi. Bu kez olayların aile bireyleri arasında gerçekleşmesi işleri biraz daha ilginçleştiriyor ve bu tür korku filmlerinde sık sorulan "neden o evden çekip gitmiyorlar" sorusunu geçersiz kılıyor. 

Evil Dead Rise sağlam bir devam filmi. Her bünyeye göre olmasa da serinin ve şiddet yüklü korku öykülerinin müdavimlerini kesinlikle memnun edecektir. Bu yazının yazıldığı tarih itibarı ile filmi sinemalarda izleyebilirsiniz.

Benim Notum: 7,5 / 10

  

30 Nisan 2023

Nisan Filmleri

 



Nisan ayında izlediğim filmler ve puanlarım:





Stutz 7

Cocaine Bear 6,5

Tetris 6,5





Film isimlerinin üstüne tıklayarak, o filmle ilgili detaylara ulaşabilirsiniz.

2023'te şu ana kadar izlediğim film adedi: 48






15 Nisan 2023

Dungeons & Dragons: Honor Among Thieves

 



Dungeons & Dragons bizim ülkemizde çok da popüler olmayan (en azından Monopoly kadar) Amerika'da ise ta 70'lerden beri çok sevilen ve oynanan bir masa başı kutu oyunu. Fantastik bir dünyada oyuncuların kendine bir karakter seçmesi ve onun rolünü canlandırması şeklinde ilerliyor. Oyunun nasıl bir şey olduğunu size şöyle hatırlatayım: Netflix'teki Stranger Things dizisinin ilk sezonunun ilk bölümünün açılışını hatırlayın. Dustin ve arkadaşları evlerinin bodrum katında, canavarlardan ve büyücülerden bahsettikleri bir role-play oyunu oynamaktadırlar. İşte o oynadıkları oyun Dungeons & Dragons, ya da kısaca D&D. Bu oyun ilk olarak 2000 yılında, Jeremy Irons'ın da dahil olduğu bir kadroyla beyazperdeye aktarılmıştı. Maalesef o deneme bir felaketti. O kadar kötüydü ki, filmi izlediğime eminim ama filmden hiçbir şey hatırlamıyorum. Şimdi tam 23 yıl sonra yeni bir Dungeons & Dragons filmi ile karşılaşınca, ayaklarım geri geri gitti açıkçası. Ama işte hayatta güzel sürprizler de var.

D&D Honor Among Thieves öncelikle kıvrak bir mizah duygusu ile öne çıkıyor. Lord of the Rings ve Game of Thrones benzeri bir evrende geçen filmde, yönetmenler John Francis Daley ve Jonathan Goldstein bahsettiğim yapımlardaki gibi kasvetli bir atmosfer yaratmak yerine Pirates of the Caribbean şablonunu uygulayıp daha light bir ton tutturmuşlar. Senaryo daha ziyade güldürmeyi hedefliyor ve bunu da kesinlikle başarıyor. Film boyunca en az 7-8 kez sesli bir şekilde güldüm. Chris Pine ve Michelle Rodriguez harika bir takım oluşturmuş; platonik kimyaları ilgi çekici. Ayrıca bu ikili içerisinde -klişelerin aksine- kadın olanın erkeğe göre daha fazla güce ve dövüş hünerine sahip olmasıyla birlikte gelen rol değişimini izlemek eğlenceli. Ekipteki diğer genç oyuncular da üzerlerine düşeni yerine getiriyorlar. Çok ünlü bir Hollywood yıldızının sürpriz bir misafir oyuncu olarak yer aldığı Marlamin sahnesinde de hoş bir ironi tutturuluyor. 

D&D oyununu hayatımda hiç oynamamıştım ama filmi izlerken bunun eksikliğini hissetmedim. Dungeons & Dragons Honor Among Thieves mizah ile aksiyonu birleştiren, iyi yazılmış, eğlenceli bir film, zengin ayrıntılarla yüklü bir masal. Şu anda sinemalarda izleyebilirsiniz.


Benim Notum: 7,5 / 10



 

   

31 Mart 2023

Mart Filmleri

 



Mart ayında izlediğim filmler ve puanlarım:



Close 7,5



Navalny 7,5

Missing 7,5

Creed III 7

Living 7

Broker 7


Scream VI 6,5






Film isimlerinin üstüne tıklayarak, o filmle ilgili detaylara ulaşabilirsiniz.

2023'te şu ana kadar izlediğim film adedi: 39


30 Mart 2023

John Wick: Chapter 4

 



Vay vay vay!.. John Wick 4 aksiyon sinemasında bir zirve. Eğer ilk üç filmi beğendiyseniz, o filmlerde sevdiğiniz her şeyi iki ile çarpın. Chapter 4 daha uzun, daha gürültülü, daha şık, daha stilize ve daha aksiyonlu.

2014 yılında Chad Stahelski'nin ilk yönetmenlik denemesi olarak gösterime giren John Wick, artık unutulmaya yüz tutmuş bir Hollywood yıldızını yeniden parlatmaya çalışan B tipi bir macera filmi olacak diye korkulurken, aksiyon sahnelerindeki başarısıyla herkesi şaşırtmıştı. Orada basit bir intikam öyküsü anlatılıyordu: John Wick çok sevdiği eşinden son hatıra olarak kalan köpeği öldürdükleri için Rus mafyasının elemanlarını teker teker temizliyordu. İkinci filmden itibaren ise hikayenin boyutu genişledi, kendi içinde kuralları olan fantastik bir yeraltı dünyası tasvir edilmeye başlandı. Suç ağının kurumsal yüzü denilebilecek bu teşkilatın dinamikleri, hiyerarşisi, jargonu, yani kısaca mitolojisi gerçekten ilginç. Bir tür arındırılmış bölge olan Continental Oteli, kendi özel altın paraları, hizmet mühürleri, yüksek şura gibi ritüelleri etkileyici. İşte bu dördüncü bölümde, John Wick bir yandan teşkilatın kendisi için çıkardığı infaz kararını iptal edebilmek için uğraşırken, bir yandan da hayatta kalmaya çalışıyor.

İlk üç filmden alıştığımız, mükemmel koreografiye sahip yakın dövüş sahneleri bu filmde de bolca mevcut. Ancak John Wick Chapter 4'ü diğerlerinden ayıran iki temel özelliği var bence: Birincisi bu filmde yan karakterler filme müthiş katkı sağlamış. Ip Man'la tanıyıp sevdiğimiz efsane oyuncu Donnie Yen, Caine karakteri ile son derece akılda kalıcı bir performans sergiliyor ve bundan sonraki bölümler için de tohumlar atılıyor. Hikayenin antagonisti Bill Skarsgard, kötü adamı oynamak için illa palyaço gibi giyinip kanalizasyonda yaşaması gerekmediğini kanıtlıyor. Chapter 4'ü önceki filmlerden ayrıştıran diğer bir üstünlüğü ise mükemmel sinematografisi. Filmden çıktığımızda New York'tan Osaka'ya, Berlin'den Paris'e o görkemli set tasarımları, o göz alıcı ışık oyunları aklımızdan çıkmıyor. Filmin görüntü yönetmeni Dan Laustsen daha önce Nightmare Alley ve The Shape of Water ile iki kez Oscar'a aday olmuş bir sanatçı ve bence bu filmdeki çalışmasıyla da en azından bir adaylık hak ediyor.

John Wick Chapter 4, muhteşem koreografili inanılmaz dublör performansları, inşa ettiği ilgi çekici dünyası, şık prodüksiyon tasarımı ve mükemmel görüntüleri ile bir modern çağ aksiyon şaheseri. 


Benim Notum: 8 / 10    


18 Mart 2023

Scream VI

 



1996 yılında çekilen ilk Scream hem "teen slasher" türü ile dalga geçen, hem de kendisi de bizzat sıkı bir korku sineması örneği olan iyi bir filmdi. Yönetmen Wes Craven'ın tüm ustalığını ve türdeki tecrübesini yansıttığı bu orjinal fikir, korku sineması sevenlerce coşkuyla kucaklanmış, üç filmlik bir seriye de dönüşmüştü. Duayen Craven ölmeden önce Scream 4'ü de çekti, ama o film ilk üçlü kadar ilgi görmedi. Geçen sene ise Matt Bettinelli Olpin ve Tyler Gillett ikilisi hem yeni genç oyuncuların hikayeye katılımı hem de ilk filmin miras karakterleri Sidney, Gale ve Dewey'nin dönüşü ile birlikte, orijinalinden tam yirmi beş yıl sonra seriyi yeniden canlandırmaya karar verdiler. O filmin gişe başarısı üzerine, sadece bir sene sonra artık bir franchise'a dönüşmüş bu serinin altıncı halkası sinemalarımızda.

Scream 6 aslında oldukça parlak bir başlangıç yapıyor (şu yazacağım spoiler sayılmaz, çünkü olayımız filmin ilk beş dakikası içerisinde cereyan ediyor): Artık serinin kuralı haline gelen açılışta ünlü bir sarışının bıçakla öldürülmesi sahnesinden sonra sürpriz şekilde hayalet surat maskesini çıkarıyor. "Acaba bu sefer farklı bir kurgu mu izleyeceğiz, katilin kim olduğunu en baştan biliyor mu olacağız" derken, hevesimiz kursağımızda kalıyor ve yeni bir 'maskeli'nin çıkıp gelmesiyle hikaye alışıldık sulara geri dönüyor. Her ne kadar lokasyonu New York'a taşımak yönetmenlere yeni fırsatlar sunmuş olsa da (örneğin metro sahnesi gayet iyi), film nihayetinde daha önce beş kez izlediğimiz o artık yorgun düşmüş formüle teslim olmaktan geri kalamıyor. Bir de karakterleri bir sonraki filme saklama kaygısı bu filmdeki fanilere tuhaf bir "ölümsüzlük" özelliği kazandırmış sanki. Film boyunca en az dört ana karakter koca bir ekmek bıçağı ile bıçaklanmalarına rağmen ölmüyorlar, hatta beş dakika sonra hoppidi hoppidi koşturuyorlar.

Scream 6 şüphesiz aynı formülü tekrar tekrar izlemekten sıkılmayan serinin iflah olmaz hayranlarını yine sinemalara toplayacaktır. Ama artık çığlık attırmadığı da kesin. 


Benim Notum: 6,5 / 10   

11 Mart 2023

Creed III

 



2015 yılında sürpriz bir şekilde çıkıp gelen ilk Creed filmi bir yandan Rocky efsanesi ile büyümüş kuşaklara (ki ben de o güruha dahilim) çok güzel bir nostalji yaşatırken, Michael B. Jordan'ın başarılı oyunculuğu ve yönetmen Ryan Coogler'ın son derece dinamik ve olgun anlatımı sayesinde yeni nesiller için de çok sağlam, kendi ayakları üstünde duran, iyi bir film sunuyor ve yeni bir seriyi başlatıyordu. Ryan Coogler o filmdeki başarısı sonrasında Marvel tarafından Black Panther'ı yönetmek üzere istihdam edildi, hatta gelirken yanında Michael B.Jordan'ı da getirdi (Killmonger). Üç yıl sonra gelen devam filmi Creed 2 ilk filmin yüksek seviyesine tam olarak ulaşamasa da onun yakınlarında seyreden, Ivan Drago'lu iyi kurulmuş hikayesi ile ilkinin gölgesinde kalmayan başarılı bir boks filmiydi. 

Bu üçüncü filmde bu kez yönetmen koltuğuna filmin yıldızı Michael B. Jordan  geçiyor. Jordan bu ilk yönetmenlik denemesinde fena da bir iş çıkarmıyor. Özellikle yakın plan dövüş sahnelerinde hareketli kamerası ile seyirciyi ringin tam ortasına yerleştiriyor, boksörlerin hemen yanıbaşına götürüyor. Başarılı ses efektlerinin de yardımıyla sanki yumruğu biz atıyoruz, bazen de o ölümcül darbeleri biz kafamıza yiyoruz. Belli ki, Michael B. Jordan iki filmde birlikte çalıştığı Ryan Coogler'ı iyi izlemiş ve ondan çok şey öğrenmiş. Filmdeki tüm oyuncular arasında, Hollywood'un yükselen siyahi aktörü Jonathan Majors en güçlü ve kalıcı etkiyi bırakan olmayı başarıyor. Genel bir kuraldır, filmdeki kötü adamın motivasyonunu anlayabiliyorsak, hatta onunla bir nebze empati kurabiliyorsak, o karakter olmuş demektir. Burada da Jonathan Majors, Adonis Creed'in çocukluk arkadaşı ve şimdi de rakibi Damien Anderson rolünde, derinlikli oyunuyla filmi bir seviye yukarı çıkarıyor.

Ama Creed III'ün kusurları da yok değil. Bunlar da daha çok senaryo ile ilişkili detaylar. İlk yarı giriş gelişme bölümleri düşük tansiyonu ile biraz tempo sorunu yaşıyor. Filmin ikinci yarısında ise tam tersi bazı olaylar şimşek hızında olup bitiveriyor. Örneğin Damien hapisten çıkmış yapayalnız bir adamken, filmin ikinci yarısında yanındaki o tayfa birdenbire nereden çıkıp geliyor, o çevreyi iki günde nasıl ediniyor, anlamıyoruz. Michael B. Jordan ilk yönetmenlik tecrübesinde, özellikle boks sahneleri iyi çekilmiş, akıcı bir film yapmayı beceriyor ama hikaye anlatıcılığı kısmında hedefini ıskalıyor.

Creed III filmini şu anda sinemalarda izleyebilirsiniz. 


Benim Notum: 7 / 10