26 Temmuz 2011

74. Harry Potter and the Deathly Hallows - Part 2

Geçen Kasım ayında gösterime giren Ölüm Yadigarları'nın ilk kısmını hiç sevmemiş, "daha da gitmem bu Harry Potter'lara" demiştim. Biraz yaz döneminde sinemalarda gidecek film kalmaması, biraz da yandaki posterde de göreceğiniz "herşey sona eriyor" ifadesinin cazibesi nedeniyle yine çoluk çombalak gittik Hayri Pıtır'la vedalaşmaya. İyi ki de gitmişiz!.. Felsefe Taşı ile başlayıp 10 yıl ve 8 filmlik bir sürece yayılan bu sihirli masal, etkileyici ve görkemli bir final yapıyor. Buna artık "çocuk filmi" demek ne kadar doğru olur bilmiyorum, çünkü Ölüm Yadigarları hayli karanlık ve sert bir film. Ancak başarılı görsel efektlerle dolu aksiyon sahneleri birinci sınıf. İlk bölümdeki uzun ve sıkıcı dere tepe dolaşma ve aşk meşk bölümleri gitmiş, nefes kesici bir tempo gelmiş. Sondaki Hogwarts Savaşı bölümü ise neredeyse Yüzüklerin Efendisi mükemmelliğine yaklaşıyor. Tüm seri boyunca yardımcı karakterler olarak hikayelere girip çıkmış bütün o yetenekli İngiliz oyuncular kapanış için bir kez daha bir araya geliyorlar. Tabii kadro çok geniş olunca Emma Thompson gibi önemli bir isim sadece iki cümlelik yer bulabiliyor perdede... Harry'nin 11 yaşındaki haline geri dönülen sahneler ise Daniel Radcliffe'in gözümüzün önünde nasıl da büyüdüğünü, çocukluktan koca adamlığa geçtiğini çarpıcı bir şekilde farkettiriyor. Benim gibi serinin dördüncü beşinci filmi civarlarında ilgisini yitirip küsenlerdenseniz, bu genç büyücüye son bir şans verin. Harry en iyiyi en sona saklamış. (8) SİNEMADA İZLENDİ

13 Temmuz 2011

73. Happy thank you more please

How I Met Your Mother sevenlerden misiniz? Altı senedir CNBC-e'de de yayınlanan bu dizi, Friends sonrasında boşlukta kalıp izleyecek sitcom bulamayan benim gibi az ama öz TV seyreden bünyelere ilaç gibi gelmişti. Hatta ilk sezonundaki bazı bölümlerinin Friends'den bile komik olduğunu iddia edebilirim. Neyse, işte oradaki mimar Ted Mosby'de yani gerçek adıyla Josh Radnor'da meğer ne cevherler varmış. Radnor bu ilk yönetmenlik denemesinde kendi yazdığı bir hikayeyi perdeye aktarıyor. New York'ta yaşayan otuzlu yaşların eşiğindeki üç çiftin mutluluk arayışları olarak özetlenebilecek öyküde Josh Radnor televizyon dizisindeki Ted Mosby tiplemesini neredeyse aynen devam ettiriyor, tabii daha dramatik tonlamalarla. Bu bir komedi değil sonuçta... Bağımsız sinema tadındaki film aslında oldukça klişe sahnelerle başlıyor. Misal, şu manzarayı kırk kere görmedik mi: hızlı bir gecenin sabahında yatakta kız başını oğlanın göğsüne dayamış mutlu mesut uyanırken, kamera yavaş yavaş yukarı doğru çıkar ve gözlerini kocaman açmış olan oğlanın "ben ne yaptım" diyen şoktaki suratını görürüz. Çok ümit vermeyen bir ilk yirmi dakikadan sonra, neyse ki üstün oyunculuklar filmi yavaş yavaş yukarı çıkarıyor ve sizi bu bir grup insana bağlamaya başlıyor. Öyle ki, film bittiğinde "biraz daha bir şeyler olsaydı da izleseydik" diyorsunuz koltuğunuzda otururken. Mütevazı, küçük, hoş bir modern şehir öyküsü. (7)  SİNEMADA İZLENDİ 

12 Temmuz 2011

72. Kill the Irishman

1970'li yıllarda Cleveland'ı kasıp kavuran İrlandalı mafya lideri Danny Greene'in gerçek hayat hikayesinde, başrolde kendisi de İrlanda doğumlu olan Ray Stevenson var. Film ilk bakışta 70'lerin havasını (saçlar başlar, kıyafetler, devasa Amerikan arabaları) çok iyi yansıtması ile dikkati çekiyor. Öyle ki 1974 yapımı bir film izlediğinizi düşünebilirsiniz, ben ciddi ciddi yanlış film mi koydum acaba diye düşündüm filmin başlarında. Arşivden çıkarılmış gerçek haber görüntüleri de bu otantik duyguyu besliyor. Film Danny Greene'in işçilikten sendika liderliğine, oradan da mafyanın en tepesine yükselişini 1,5 saat gibi kısa bir süre içinde anlatmaya girişince, birçok konuya kısaca değinip geçmek zorunda kalıyor, karakter gelişimine fırsat kalmıyor. Örneğin Danny Greene'in neden kötü yola sapma gereği duyduğunu pek anlayamıyoruz. Bir de şu patlayan arabalar meselesi var: filmin ikinci yarısında o kadar çok araba bombayla havaya uçuyor ki, "bu adamlar neden hala arabalarına binerler" diye sormadan edemiyor insan. (6,5)    

5 Temmuz 2011

71. Paul

"Shaun of the Dead" ve "Hot Fuzz" filmlerinden bildiğimiz İngiliz oyuncu/yazar Simon Pegg, kankası Nick Frost'u da alıp bir bilim-kurgu komedisi ile dönüyor. Çizgi-roman ve UFO meraklısı iki kafadar, çıktıkları tatilde uzaylı Paul ile karşılaşıyorlar. Ama bu uzaylı bildiğimiz uzaylılardan epey farklı: sigara içiyor, biraları götürüyor ve bol bol küfür ediyor. Bizim çocukluğumuzda bir Alf vardı, Paul işte o Alf'e çok benziyor, edepsizlikte bir versiyon daha ileride diyelim. Tamamı Amerika'da geçmesine ve Amerikalı bir yönetmen tarafından çekilmiş olmasına rağmen son derece "İngiliz" bir film bu. Adım başı kahkaha atmıyorsunuz belki ama, özellikle bilim-kurgu filmlerine göndermeler içeren ince esprileri oldukça eğlenceli. (7)