31 Ocak 2011

16. TRON: Legacy

Bir bilgisayar programı içerisinde 20 yıldır hapsolmuş olan babasını kurtarmaya çalışan Sam Flynn'in hikayesi.1982 yapımı ilk filmin devamı olarak çekilen bu yeni Tron özellikle ilk yarım saatinde nefes kesen görsel efektleri, yaratılan dijital dünyanın o göz alıcı geometrik dizaynları ile belli bir övgüyü  hak ediyor. Ancak öykünün zayıflığı ve anlamsız diyaloglar maalesef filmin ikinci yarısında seyircinin ilgisinin giderek düşmesine neden oluyor, en azından bende öyle oldu. Daft Punk tarafından hazırlanan müzikleri ise beğendim. Sonuç olarak, beyinden ziyade göz ve kulaklara hitap eden, bir "tarz"ı olan ama o tarzın içini dolduramayan ve çabucak unutulan,  bilgisayar oyunu tadında bir seyirlik. (6) SİNEMADA İZLENDİ

15. Let Me In

Okul arkadaşları tarafından sürekli alay ve zorbalığa maruz kalan, boşanmış bir ailenin sorunlu çocuğu Owen, mahallelerine yeni taşınan 12 yaşındaki Abby'nin aslında bir vampir olduğunu anlayacaktır. Toplum hayatına ayak uyduramayan bu iki içine kapanık karakter arasında değişik bir tür arkadaşlık başlar. İlk defa bir korku filminin Hollywood versiyonu orjinalinin başarısını tekrarlıyor. 2008 İsveç yapımı "Let The Right One In" (Türkiye'de de "Gir Kanıma" adıyla sinemalarda oynamıştı) soğuk ve ürkütücü havasıyla değişik bir Avrupa filmiydi. Hollywood versiyonu "Let Me In" aynı etkileyici tonu tutturmayı başarıyor, hatta senaryoya bir iki detay ekleyerek bir adım ileri dahi götürüyor. Biliyorum "vampir romantizmi" denince aklınıza "Twilight" serisi gibi filmler, ya da "True Blood" gibi diziler geliyor. Ama "Let Me In" başarılı oyunculukları, şiddet dolu bir gerilim ve çocuksu saf romantizmi ustaca sentezleyen senaryosu, kar ve gecenin baş aktörlerden olduğu ürkütücü atmosferi ile her yönüyle farklı bir vampir hikayesi. (7,5) 

28 Ocak 2011

14. L'Immortel

Marsilya'da artık emekliye ayrılıp karısı ve iki çocuğu ile sakin bir hayat yaşamayı planlayan eski mafya babası Mattei, otoparkta bir suikast timinin saldırısına uğrar. Vücudundan tam 22 kurşun çıkarılmasına rağmen, mucizevi bir şekilde hayatta kalmayı başarır. Bu olay sonrasında "Ölümsüz" diye anılmaya başlayan Mattei, vur emrini veren çocukluk arkadaşının çetesine karşı kanlı bir intikam maratonuna başlayacaktır. Klişelerle dolu klasik bir intikam hikayesi olan Ölümsüz, bir Fransız Godfather'ı olmaya çalışmış, ama senaryo o derinliğe sahip değil. Etkileyici bir açılışın ardından, filmin içine gereğinden fazla karakter dahil ediliyor ve kim kimdir, neyin nesidir biraz karışıyor. Öte yandan filmin prodüksiyon kalitesi oldukça yüksek. Göz alıcı Marsilya görüntüleri ve şiddeti çekinmeden kullanan çatışma sahneleri filmi yine de belli bir seviyenin üzerine çıkarmayı başarıyor. Özellikle Jean Reno hayranları beklediklerini bulacaklardır: Leon'dakine benzer bir rolde, az konuşan, az gülen ve kurbanlarını öldürmeden önce ulvi konuşmalar yapan Jean Reno, sağlam performansıyla filmin önemli artılarından biri olmayı başarıyor. (6,5)

27 Ocak 2011

13. Megamind

Başta Superman olmak üzere tüm "süper kahraman" filmlerine göndermeler içeren Megamind'ı Madagascar'ların yönetmeni Tom McGrath yönetmiş. Oldukça eğlenceli bir aile filmi diye özetlenebilecek bu yapımı çocuklar sevecektir. Büyüklerin de sıkılmayacağı kesin. Zaten arada sadece büyüklerin anlayabileceği bazı bölümler de var: Örneğin, Megazeka'nın "uzaylı baba" rolüne girdiği zamanlarda yaptığı Marlon Brando taklidi gibi. Ayrıca film boyunca çok uygun anlarda çalmaya başlayan Guns'n'Roses, AC/DC, Michael Jackson klasiklerinin de çocuklardan ziyade benim gibi 80'li yılların müziklerini sevenlere hitap ettiğini söylemeye gerek yok. (7,5) SİNEMADA İZLENDİ

12. Çoğunluk

Antalya Film Festivali'nde en iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi erkek oyuncu ödüllerini toparlayan Çoğunluk, etrafımızda örneklerini çok görebileceğimiz bir orta-üst sınıf ailenin hikayesini anlatıyor. Ailenin, 20'li yaşlarının başında üniversiteye girememiş oğlu Mertkan'ın işi gücü "kanka"larıyla serserilik yapmaktır. Aileyi tanıdıkça Mertkan'daki sorumsuz ve zayıf kişilik özelliklerinin babasının baskıcı tutumundan kaynaklandığını öğreniriz. Doğu kökenli bir kız ile başlayan ilişkisi konusunda ailesinin ve hayta arkadaşlarının tutumu başlarda Mertkan'ı içten içe rahatsız etse de, zamanla evrim geçirecek ve o da "çoğunluk"a uyacaktır. Özellikle Settar Tanrıöğen ve Bartu Küçükçağlayan'ın oyunculularını başarılı bulsam da, "Çoğunluk"ta ciddi bir tempo sorunu var. Tempo derken adım başı bir aksiyon olsun demiyorum elbette. Misal, geçen senenin çok beğendiğim Türk filmlerinden, yine günümüz gençliğinin halinden bir kesit sunan ve yine dar kadrolu "Bornova Bornova"da da çok fazla hareket yoktu. Ama diyaloglarda ve kurguda soluksuz izleten müthiş bir tempo vardı. "Çoğunluk" ise pek çok yerde sarkıyor: Örneğin, ailenin rutin ve sıkıcı hayatını tasvir edeyim derken, babanın ve oğlanın her eve gelişlerinde portmanto önünde ceket ayakkabı çıkarışlarını uzun uzun göstermek gibi tekrarlar bir süre sonra filmin kendisinin "sıkıcı" olma tehlikesini yaratıyor. Ayrıca filmin Gebze'de geçen son 15 dakikası da, konsantrasyonu dağıtan ve tempoyu düşüren bir bölüm olarak kalmış. Sonuç olarak, genç bir yönetmenden nitelikli bir iş olduğunu kabul etmekle beraber, sinema izleyicisinin "çoğunluğunu" kucaklayabilecek bir yapım değil ne yazık ki... (gerçi yönetmenin böyle bir kaygısı var mıdır, ya da olmalı mıdır, o da ayrı bir konu) (6)  

19 Ocak 2011

11. Hachi: A Dog's Tale

Bir köpeğin insana olan bağlılığının ne boyutlara ulaşabileceğini anlatan, yine yaşanmış bir hikaye. Bir kere köpek sahibi olanların bu DVD'yi alıp evlerinin demirbaşı yapmaları şart (D&R'larda satılıyor). Onun dışında tüm hayvanseverlerin de mutlaka izlemelerini öneririm. Hayvan sevmeyenler için ise bu film doğru yönde atılmış iyi bir ilk adım olabilir.Yalnız bu bir çocuk filmi değil, filmin özellikle ikinci yarısında yoğun bir duygusallık hakim. Eğlence/aksiyon bekleyen oğluma bu acıklı hikaye pek hitap etmedi. (7,5)

10. Conviction

Amerika'da gerçekten yaşanmış inanılmaz bir adanmışlık öyküsü. İki çocuklu ve çalışan bir anne Betty Anne Waters, cinayet suçundan hüküm giyen ve ömür boyu hapse mahkum olan kardeşi Kenny'yi kurtarmak için 18 yıl sürecek müthiş bir mücadeleye girişiyor: önce lise diploması alıyor, sonra da hukuk fakültesini bitirip avukat oluyor ve kardeşini temsil etmeye başlıyor. Hillary Swank bu tür inatçı, pes etmeyen kişilikleri canlandırmak için en doğru isim. Onun yanısıra Sam Rockwell ve kısacık rolünde Juliette Lewis de çok başarılı. Filmin sonunda gerçek Betty Anne ve Kenny ile tanışmak insanı ister istemez bir hislendiriyor. (8)

9. The Girl Who Played with Fire

Millennium üçlemesi ikinci kitap ile devam ediyor. Bu arada serinin yazarı Stieg Larsson, bırakın filmleri izlemeyi, kitaplarının basıldığını bile göremeden 2004 yılında vefat etmiş. Bu bölümde Lisbeth Salander'i daha yakından tanıyor, tüm kişiliğini şekillendiren çocukluğunun o rahatsız edici sırlarına tanıklık ediyoruz. Ön planda ise yine modern İsveç'ten organize bir suç öyküsü var. Olay örgüsünü ilk filmdeki kadar ilgi çekici bulmasam da, bu yine sağlam bir gerilim. Üçüncü bölümü de dört gözle bekliyoruz. Puan: (7,5)

8. Tomorrow When The War Began

Yedi liseli genç Avustralya'nın dağlarında bir haftasonu kamp yapmaya gidiyorlar. Onlar kamptayken, yaşadıkları şehir düşman orduları tarafından işgal ediliyor ve gençlerimiz savaş cehennemi ile yüz yüze kalıyorlar. Bize bir zamanlar Mad Max serisini hediye eden Avustralya sinemasından yine ilgi çekici bir aksiyon. Filmi özellikle teknik açıdan oldukça başarılı buldum. Savaş sahneleri ve görsel efektler dünyanın ta öbür ucundaki bu uzak film endüstrisinden beklenmeyecek derecede başarı ile kotarılmış. (7)

13 Ocak 2011

7. Splice

Farklı hayvanların DNA'larını birleştirerek yeni "hibrid" yaratıklar üzerine çalışan iki genetik mühendisi, bu kez insan DNA'sını da işin içine karıştırıyorlar. Başta güzel giden bu deney, tahmin edileceği üzere yavaş yavaş bir kabusa dönüşüyor. İnsan ve hayvan DNA'larını karıştırmak deyince yıllar öncesinden (1986) David Cronenberg'in The Fly / Sinek'ini hatırlamamak imkansız. Zaten filmin birçok yerinde de Cronenberg etkisinden söz edilebilir. Sonuç olarak iyi oynanmış, ilginç bir bilim-kurgu / gerilim. Puan: (7)

12 Ocak 2011

6. Get Him to the Greek

Filmin Yunanlılarla filan bir alakası yok. Greek Theater Los Angeles'taki bir konser salonunun ismi ve film çaptan düşmüş problemli bir rock yıldızını 3 gün içerisinde New York'tan Los Angeles'taki bu konser salonuna getirmesi gereken bir plak şirketi çalışanın hikayesini anlatıyor. "Knocked Up", "Superbad" gibi filmlerle çıkış yapan ve artık "Apatow tarzı" denilen, kısaca "fazlaca edepsiz" şeklinde özetlenebilecek bir komedi tarzı yaratan Judd Apatow yine yapımcı olarak karşımızda. Yönetmen koltuğunda da daha önce "Forgetting Sarah Marshall"da birlikte çalıştıkları Nicholas Stoller var. Film aslında yer yer nefis diyaloglar ve çok komik sahneler içeriyor. Ama keşke Apatow ve Stroller "patavatsızlıkta sınırları zorlayacağız" diye bu kadar kasmasalarmış. (6)

5. Tangled

Disney bu kez Pixar ortaklığı olmadan biraz daha klasik, "Beauty and the Beast"e benzer bir tarz ile karşımızda. Ancak Rapunzel masalına getirilen taze yorum da oldukça eğlenceli olmuş. Neyse ki Alan Menken imzalı şarkıları bu kez sınırlı tutmuşlar da temponun düşmesine izin vermemişler. Görüntüler ise harika. (7,5) SİNEMADA İZLENDİ

4. Eyyvah Eyvah 2

İlk "Eyyah Eyvah" 2010 yılının en güzel sürprizlerinden biriydi. Çok fazla bir beklentim olmadığı için geçen sene sinemalarda gösterime girdikten ancak beş hafta sonra izlemiş, izledikten sonra da şöyle demiştim: "ben son zamanlarda bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum". Sanırım o ilk film uzun seneler boyunca da beni en çok güldüren film olarak kalacak. İkinci film eski dostlarla yeniden buluşmamızı sağlayan hoş bir fırsat olması nedeniyle güzel elbette. Yer yer yine çok komik sahneler ve diyaloglar var. Ama ilk filmdeki konu bütünlüğü bu filmde yok maalesef. Sanki Ata Demirer "Hüseyin ve Firuzan, kız istemek üzere Geyikli'ye dönerler" diye klavyenin başına oturmuş, ama bu ana temayı besleyecek olay örgüsünü pek kuramamış. Hikaye birbirinden kopuk epizodlar şeklinde ilerliyor: Önce yakışıklı doktor meselesi var, sonra Müjgan'ın babası çıkıp geliyor, en sonda da bir kaçırılma öyküsü. Bunlar hep birbirine monte edilmiş bölümler gibi duruyor. Öte yandan Demet Akbağ yine döktürüyor, bu filmde çok daha fazla "dakika alan" Özge Borak da o doğal pırıltısıyla filme taze bir enerji katmayı başarıyor. Sonuç olarak, ilkinin düzeyine ulaşmasa da yine başarılı bir aile filmi var karşımızda. (7) SİNEMADA İZLENDİ

3. Winter's Bone

Missouri'nin derin kırsalında iki küçük kardeşi ve yatalak annesi ile yoksul bir hayat yaşamakta olan 17 yaşındaki Ree, hapisten çıkarken evlerini kefalet senedi olarak gösteren babasını bulmak zorunda kalır. Uyuşturucu mafyası ile başı belada olan babasını bir hafta içinde bulamazsa evlerinden atılacaklardır. Sundance Film Festivali'nde en iyi film ödülünü kapan Winter's Bone bizi Amerika'nın hiç aşina olmadığımız bir yüzü ile tanıştırıyor. Ekonomik krizin vurduğu, tüm canlılığını kaybetmiş ve yokluk içinde kıvranan bu dağ köylerinin genel manzarası sanki kıyamet sonrası görüntüleri andırıyor: Evlerin önünde camları kırık öylece duran hurda arabalar, eskimiş ve yenisi alınamamış ev eşyaları, odun yakarak ısınan insanlar. Bu soğuk sefaletin içinde aile içi ilişkiler de sanki örselenmiş, daha vahşi bir hal almış. Sinemadaki ilk önemli rolünde Jennifer Lawrence müthiş bir performans çıkarıyor ve filmi neredeyse tek başına alıp götürüyor. Ben bu satırları yazarken Jennifer Lawrence'ın Oscar adaylığı açıklandı. (7,5)

2. Piranha

Piranha için uzun ve ciddi bir film eleştirisi yazmak fuzuli bir çaba. Filmi bir cümle ile özetlemek mümkün: İnsan yiyen canavar balıklar, bikinili kızlar ve bol bol kopmuş kollar, bacaklar ve hatta pek akla gelmeyecek diğer vücut parçaları. Joe Dante'nin 1978 yapımı ilk Piranha'sının Fransız korku filmleri yönetmeni Alexandre Aja (High Tension, The Hills Have Eyes) tarafından yapılan bu yeniden çevrimi, aslında daha çok çocukluğumuzun unutulmaz Jaws'ına göndermeler içeriyor. Filmin müziği, saldırı sahnelerinin kurgusu ve şu yandaki poster bile Jaws'dan ödünç alınmış gibi duruyor. Hatta Jaws'daki Richard Dreyfuss da aynı rol (balıkçı Matt) ile misafir oyuncu olarak boy göstermiş. Ne izleyeceğinizi bilerek (yani bol kan ve bol çıplaklık) ve bunu kabul ederek başına oturursanız beklentiyi fazlasıyla karşılayacak bir B filmi. (7)

1. Gulliver's Travels

Klasik masalın sadece çok bilinen bazı bölümlerini alıp, çoğunu çöpe atmış bir adaptasyon. Jack Black her zaman bildiğimiz Jack Black'liğini yapmaya devam ediyor. Çocuklar belki eğlenebilir, ama bu klişelerle ve çocuksu belden aşağı esprilerle dolu basit senaryonun büyüklerin ilgisini çekeceğini düşünmek zor. Belki filmin en sonunda kadronun hep beraber söylediği Edwin Starr klasiği "War" güzel bir sürpriz olabilirdi. Ama filmin Türkçe dublajlı izlediğimiz kopyasında, işgüzarlık edip bu şarkıyı da Türkçeye çevirmeleri ve "savaaş, ne işe yarar ki, elbette hiçbir şeye" diye söylemeleri bütün tadını kaçırdı ne yazık ki...(5) SİNEMADA İZLENDİ

2010'un En İyileri


2010 yılında izlediğim 120 film içerisinden en iyilerini seçmeye çalıştım. Elbette ki bu “kişisel” bir listedir, sizin en iyileriniz bambaşka başlıklardan oluşabilir. Amacım, gördüğünüz filmler üzerine birlikte konuşabilmek, görmediğiniz filmler için ise bir merak uyandırabilmektir. Aşağıdaki başlıkların hepsini DVD’cinizde bulabilirsiniz.  İşte ters sıralama ile 10’dan 1’e 2010 yılının en iyileri: 
10. Up in the Air – Aklı Havada: Üzerinden uzun zaman geçmiş gibi görünüyor ama Up in the Air 2010’un Ocak ayında gösterime girmişti, dolayısı ile bu listeye girmeye de hak kazanıyor.  Tam 6 dalda Oscar’a aday olmasına rağmen o geceden eli boş dönen filmde, George Clooney hayatı sürekli seyahatte geçen bir “işten çıkarma” uzmanını canlandırıyor. Emektar Ivan Reitman’ın  oğlu ve Juno’nun  genç yönetmeni 33 yaşındaki Jason Reitman, bu üçüncü filminde bir kez daha ince bir mizah ile duygusallığı akıllıca harmanlamayı başarıyor. Üç başrol oyuncusunun sağlam performanslarından güç alan filmde, özellikle Clooney’den dinlediğimiz “pratik uçuş rehberi” bölümü sık seyahat edenlerin ilgisini çekecektir. 
9. The American – Centilmen: Orijinal isminin tersine son derece "Avrupalı" bir film...  Zaten George Clooney dışında filmde çalışan herkes Avrupalı.  Clooney bu kez son bir iş için İtalya'nın küçük bir köyünde saklanan gizemli bir suikastçiyi canlandırıyor. Hollandalı yönetmen Anton Corbijn bir zanaatkar ustalığıyla filmini ince ince işlemiş. Öyle ki, tüm film boyunca gereksiz hiçbir sahne, hiçbir fazlalık yok. Ama soluk kesen bir tempo, adım başı patlamalar çatlamalar bekleyenler uzak durmalı. Bu, aksiyondan ziyade karakter gelişimine ve psikolojiye ağırlık veren, yalın, sabırlı ve sabır isteyen bir film.
8. The Ghost Writer: Son Berlin Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülü alan Roman Polanski’nin en olgun eserlerinden biri. Ewan McGregor, eski  bir İngiliz başbakanının (Tony Blair’i fazlasıyla çağrıştıran bir rolde Pierce Brosnan) otobiyografisini yazmak üzere başbakanın yazlık evine davet ediliyor. İzole bir sahildeki bu ev, bir süre sonra Agatha Christie romanlarındakine benzer bir gerilimin ana sahnesine dönüşüyor. Bir cinayet işlenmiştir ve başbakanın çevresindeki herkes (kendisi de dahil) potansiyel şüphelidir.  Ne yaptığını bilen bir yönetmenin elinden çıkma, soğukkanlı, kendinden emin ve çok başarılı bir gerilim. 
7. Shutter Island – Zindan Adası: Kasvetli bir ada atmosferi, fırtınalı  yağmurlu geceler, bir akıl hastanesi, ürkütücü eski binalar, filmin tamamına hakim gri renkler ve kıyamet habercisi bir müzik. Martin Scorcese Usta bize klasik korku filmlerinin unutageldiğimiz lezzetini hatırlatıyor. İki saati aşkın süresi boyunca izleyicisi ile “akıl oyunları” oynayan Zindan Adası,  çeşitli köşelere yerleştirdiği yap-bozun parçalarını en sonunda ustaca birleştirmesini de biliyor. Scorcese’nin “De Niro sonrası” dönemindeki yeni gözdesi Leonardo Di Caprio yine Oscar’lık bir performans çıkarmış. Bu film Şubat ayında değil de Oscar dönemi diyebileceğimiz Kasım/Aralık aylarında gösterime girseydi Di Caprio kesin bir Oscar adaylığı alırdı. 
6. El Secreto de Sus Ojos – Gözlerindeki Sır: Geçen senenin En İyi Yabancı Film Oscar'ını alan bu Arjantin filmi, yaşanamamış bir aşkı ve tam olarak çözülememiş bir cinayet davasını paralel olarak anlatıyor. Çok iyi oyunculuklar ve vurucu bir final ile kesinlikle hafızalarda yer edecek filmde özellikle stadyum sahnesinden söz etmek lazım: 6,5 dakikalık kesintisiz tek plan olarak çekilen bu sahne insanı şaşkına çeviriyor ve film antolojilerine girmeyi hak ediyor. “Gözlerindeki Sır” geçmişten bugüne hep bizimle yaşayan pişmanlıklarımız üzerine kurulu duygusal bir çalışma. Son cümle de filmden olsun: “Bir erkek herşeyini değiştirebilir, ama tutkularını asla…”.
5. The Social Network – Sosyal Ağ: Tüm dünyada 500 milyon üyesi olan sosyal paylaşım sitesi Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg ve arkadaşlarının hikayesi. Görünürdeki bu çatının altında film aslında temelde insan ilişkilerini anlatıyor. İnsanlarla ilişki kurmakta zorlanan çok zeki ama bir o kadar da kibirli bir bilgisayar dahisinin, sırf çevresinden itibar görebilmek ve sevdiği kızı "tavlamak" için sonunda 20 milyar dolarlık piyasa değerine ulaşacak bir proje yaratması başlı başına ilginç. Seven, Fight Club gibi şimdiden klasik mertebesine ulaşmış filmlerin saygın yönetmeni David Fincher bizi bu kez günümüz Harvard üniversitesinin koridorlarına, yurtlarına götürüyor.  Usta bir yönetmenin ve son derece başarılı genç oyuncuların elinden çıkma, yaşadığımız çağa insani bir açıdan bakmamızı sağlayan, izlenmeye değer bir yapıt.
4. The Chaser – Ölümcül Takip: Oldboy'u izlemiş ve beğenmiş olanlar parmak kaldırsın, diğer arkadaşları Hollywood salonumuza alalım. 2003 yılında bize Oldboy'u hediye eden Kore sinemasından yeni bir sarsıcı hikaye. Yine çok iyi bir gerilim, senaryoda yine hiç beklenmeyen sürprizler ve yine şok eden bir final. Ama en baştan uyarmak lazım: Kore sinemasına (ve genelde Asya sinemasına) aşina değilseniz ve perdede görmek istediğiniz klişe "happy ending"ler ise, bu film size göre değil. Eşim "ay içim karardı" diyerek kalktı filmin başından. Ben ise filmin kapanış jeneriği akarken, reklamdaki Behlül gibi "vay... vay... vay... vay" diyordum içimden. Seul'de yaşanan gerçek bir seri cinayet olayından beyazperdeye aktarılan Chaser, sağlam konusu, enfes oyunculukları ve usta işi yönetimi ile kült bir gerilim örneği.
3. The Girl with the Dragon Tattoo – Ejderha Dövmeli Kız: İsveçli yazar Stieg Larsson'un Millennium üçlemesinin ilk halkası, "en uygar milletlerden biri" diye hep imrenerek baktığımız bir toplumdan son derece karanlık bir suç ve şiddet hikayesi aktarıyor. Kitabın ve filmin en önemli karakteri hiç şüphesiz kısacık boyu, tüm vücudunu kaplayan dövmeleri ve piercingleri ile Lisbeth Salander. İsveçli oyuncu Noomi Rapace bu rolü müthiş bir tutku ile perdeye yansıtıyor. Önümüzdeki yıl bu filmin bir de Amerikan versiyonunu izleyeceğiz. Mutlaka o da iyi olacaktır (ne de olsa yönetmen koltuğunda David Fincher var) ama Hollywood versiyonunda şiddet dozu mutlaka bir ton daha düşük olacaktır. Kızı canlandıracak olan Amerikalı oyuncunun da Noomi Rapace kadar yoğun ve keskin bir iş çıkaramayacağından eminim. O yüzden tavsiyem, Amerikan versiyonundan önce mutlaka bu İsveçli orjinalini izleyin.
2. Toy Story 3 – Oyuncak Hikayesi 3: Sinema yazılarımı takip edenler animasyon sinemasına olan ilgimi zaten biliyorlar. İyi bir animasyonun sadece çocuklara yönelik olmadığını bir kez daha anlatmama gerek yok. Toy Story 3, serinin daha önceki halkalarından alıştığımız yüksek standardı koruyor, hatta zaman zaman onların üzerine çıkıyor. Komik ve heyecanlı sahnelerin yanısıra bu üçüncü (ve son) Toy Story özellikle de yetişkinler için son derece duygusal  bazı dakikalar vaat ediyor. Filmin sonunda yanımdaki oğluma çaktırmadan gözyaşlarımı silerken, Andy'nin oyuncaklarına vedasından neden bu kadar etkilendiğimi düşündüm. Sanırım cevabı şu: Hepimizin çocukluğumuz ile hala çok kuvvetli bağlarımız var ve bu hikaye hayalden oyunlar kurduğumuz o en saf, en masum ve en özgür dönemimizi bize hatırlatıyor. Çocuğunuzu alın ve Oyuncak Hikayesi'ni izleyin. Çocuğunuz size katılmazsa, siz yine de izleyin.

1. Inception - Başlangıç: Inception'ı izledikten sonra sinemadan çıkarken insan garip bir şekilde rüyada olup olmadığını sorgulamaya başlıyor (Öte yandan, filmler de karanlık bir salonda hep birlikte paylaştığımız rüyalar değil midir zaten?) Inception birden fazla kez izlenmeyi hak eden (hatta belki de gerektiren), üzerinde uzun uzun konuşulabilecek son derece ilginç bir film. İlk olarak Memento ile dikkatimizi çeken, The Dark Knight ile ise "has yönetmenlerim" arasına girmeyi başaran Christopher Nolan yine usta işi bir yapıtla karşımızda. İnsanların rüyalarına girip zihinlerini okumayı ve orada gömülü fikirleri çalmayı beceren uluslararası hırsız Cobb ve ekibi son bir "iş" için bir araya geliyorlar. Bu kez amaçları bir fikri çalmak değil, başkasının zihnine bir fikri ekmektir, tıpkı tohum eker gibi. Inception, Nolan'ın en iyi filmi olmasa da (o şeref hala kara pelerinli bir şövalyeye ait) bu senenin kesinlikle en iyi filmi.



11 Ocak 2011

Yıl Sonu Notu

2010 senesini 120 film izleyerek kapattım. Hedefim olan 150'ye ulaşamadım ama 120 de iyi bir rakam. Artık kısmet 2011'e diyelim, bu sefer baştan işi sıkı tutacağım. Üstelik iş hayatımdaki bazı değişiklikler de filmlere daha fazla zaman ayırabilmemi mümkün kılıyor. Bu kez 150'den geriye doğru değil de, 1'den başlayıp 150'ye doğru gidelim (bir de bunu deneyelim bakalım)    Vee yılın en iyileri... 2010'un Top 10 listesi... Az sonra...

30. Easy A

Keskin senaryosu ve Emma Stone'un başarılı oyunculuğu sayesinde son dönemlerin embesil Amerikan lise komedilerinden farklılaşan ama çok da akılda kalıcı olmayan bir gençlik filmi. Emma Stone bu filmdeki performansı ile Altın Küre'ye aday da olmuştu. (6,5)

31. The Man from Earth

Yorum eklenecek. Puan: (6)

32. Av Mevsimi

Yorum eklenecek. Puanı: (8)

33. Open Season 3

 Yorum eklenecek. Puanı: (4)

34. The Girl with the Dragon Tattoo

İsveçli yazar Stieg Larsson'un Millennium üçlemesinin ilk halkası, "en uygar milletlerden biri" diye hep imrenerek baktığımız bir toplumdan son derece karanlık bir suç ve şiddet hikayesi aktarıyor. Kitabın ve filmin en önemli karakteri hiç şüphesiz kısacık boyu, tüm vücudunu kaplayan dövmeleri ve piercingleri ile Lisbeth Salander. İsveçli oyuncu Noomi Rapace bu rolü müthiş bir tutku ile perdeye yansıtıyor. Önümüzdeki yıl bu filmin bir de Amerikan versiyonunu izleyeceğiz. Mutlaka o da iyi olacaktır (ne de olsa yönetmen koltuğunda David Fincher var) ama Hollywood versiyonunda şiddet dozu mutlaka bir ton daha düşük olacaktır. Kızı canlandıracak olan Amerikalı oyuncunun da Noomi Rapace kadar yoğun ve keskin bir iş çıkaramayacağından eminim. O yüzden tavsiyem, Amerikan versiyonundan önce mutlaka bu İsveçli orjinalini izleyin. (8)

35. Devil

Yorum eklenecek. Puan: (7)

36. The Town

Yorum eklenecek. Puan: (7,5)

37. Despicable Me

Yorum eklenecek. Puan: (7)