31 Temmuz 2018

64. Mission: Impossible - Fallout


Tıpkı Fast&Furious serisinin Rio'da geçen beşinci filmle (Fast Five) yeniden hayat bulması gibi, artık altıncı bölüme ulaşan Mission: Impossible filmleri de Christopher McQuarrie yönetimindeki Fallout ile beklenmedik bir zirve yapıyor. Aslına bakarsanız filmin hikayesinde çok orjinal ya da daha önce görmediğimiz bir şey yok, ama özellikle aksiyon sahnelerinin icrasındaki teknik mükemmellik öylesine göz kamaştırıcı ki, hikayedeki klişeler çok gözünüze batmıyor. Son yıllarda sinemalarımızı işgal eden bol bilgisayar efektli, bol yeşil perdeli filmlerden sonra Fallout'taki CGI'dan mümkün mertebe arındırılmış eski usül aksiyon ilaç gibi geliyor. Elbette bu gerçeklik duygusunda Tom Cruise'un birçok tehlikeli sahnede dublör kullanmadan bizzat oynaması büyük katkı sağlıyor. Artık 56 yaşına gelmiş bu Hollywood süperstarı, film boyunca uçaklardan atlıyor, Paris caddelerinde ters istikamette motosiklet kullanıyor, Londra'da binaların çatılarında koşturuyor (bu arada çatıdan çatıya atlarken gerçekten ayağını kırıyor), sarp bir yamaçtan tırmanıyor ve vadiler arasında inip çıkan bir helikoptere pilotluk yapıyor. Ünlü aktör, bunca yıldır süregelen başarısının boşa olmadığını bir kez daha kanıtlıyor. Adama saygı duymamak imkansız.  

Evet, öyküde belki bazı zayıf noktalar var: Örneğin, yıl olmuş 2018, hala geri sayımlı bombalar, yok yeşil kabloyu kesmeler filan biraz sırıtıyor. Ama filmdeki heyecan ve macera duygusu öylesine doyurucu ki, bunlar kadı kızındaki kusurlar olarak kalıyor. Serinin bundan sonraki bölümlerini çekecek olanlar aksiyon sahnelerindeki bu seviyeyi nasıl aşacaklar, merak ediyorum. Mission Impossible Fallout son yılların en iyi aksiyon filmlerinden biri. Ayrıca serinin de en iyisi.

Benim Notum: 8,5 / 10

22 Temmuz 2018

63. Love, Simon

Love Simon 1980'lerin The Breakfast Club ve Ferris Bueller's Day Off gibi John Hughes filmlerini anımsatan bir havada başlayıp gelişiyor. Tıpkı o filmlerde olduğu gibi bir grup lise öğrencisinin arkadaşlıklarını, gençlik heyecanlarını ve hayal kırıklıklarını izliyoruz. Tek bir farkla: burada başroldeki gencimiz bir eşcinsel. Love Simon sanıyorum bir büyük Hollywood stüdyosu tarafından çekilen ve eşcinsel bir genci odak noktasına yerleştiren ilk ana akım gişe filmi. Elbette daha önce de LGBT hikayelerini anlatan filmler oldu, yakın zamandan Moonlight ve Call Me By Your Name hemen akla gelenler. Ama bunlar daha çok "arthouse" salonlarda ve 17 yaş sınırlaması ile gösterilen festival filmleriydi. Love Simon ise Amerika'da 2400 salonda gayet yaygın bir şekilde ve PG-13 işareti ile gösterime girdi ve 41 milyon dolarlık da bir hasılat elde etti. İyi yazılmış diyalogları, akıcı senaryosu ve başta Nick Robinson olmak üzere başarılı oyuncularıyla önyargısız izlenecek iyi bir film. Cinsel yönelimlerden bağımsız, gençlik / öğrencilik yıllarında büyük bir sırrı ya da problemi olup bunu çevresindeki insanlarla paylaşma konusunda korkular yaşayan herkesin kendinden birşeyler bulabileceği samimi bir hikaye.

Benim Notum: 7 / 10

21 Temmuz 2018

62. The First Purge

İlk bölümü 2013 yılında çekilen The Purge filmleri serisi, yılda bir kere 12 saat boyunca adam öldürme dahil her türlü suçu işlemenin serbest bırakıldığı, hayali bir Amerikan geleneğini anlatıyordu. Distopik bir gelecekte Amerikalı yöneticiler insanların içindeki şiddetin bir geceliğine açığa çıkmasıyla, başka bir ifadeyle bünyedeki kurtların dökülmesiyle ülkeye barış ve refahın geleceğine inanıyorlardı. Gişede iyi hasılatlar elde eden bu korku / aksiyon karışımı öyküler zamanla dördüncü filme kadar ulaştı. Ancak bu kez bir "prequel", yani ön hikaye ile karşı karşıyayız. Filmin ismi The First Purge olunca, bu korkunç fikrin nasıl geliştiğine dair daha farklı bir şeyler izleyeceğiz diye umuyorsunuz ama öyle olmuyor. Film başladığında zaten bu arınma seanslarının yapılmasına karar verilmiş, sadece sokaklarda bazı protesto gösterileri filan görüntüye geliyor. Bu bölümlerde günümüz Amerikası ile ilgili birkaç politik dokundurmadan sonra sirenler çalıyor ve The Purge yani arınma gecesi başlıyor. O dakikadan sonra da filmin diğer Purge filmlerinden pek bir farkı kalmıyor. Filmin tamamı New York'taki bir zenci mahallesinde geçince The Purge filmlerinin siyahi versiyonu gibi bir bölüm izliyoruz. Filmin artıları ise, başta çete liderini canlandıran Y'lan Noel olmak üzere oyuncuların iyi performans göstermeleri, bir de ikinci yarıda zaman zaman benim çok sevdiğim The Raid filmini anımsatan, bir binanın içinde geçen başarılı aksiyon sahneleri.     

Benim Notum: 6 / 10

19 Temmuz 2018

61. Skyscraper

Tamam Dwayne Johnson'ı seviyoruz, onun sevimli karizmasıyla perdeyi doldurduğunu düşünüyoruz (her anlamda), ama artık arka arkaya böyle içi boş, izlendikten 48 saat sonra unutulacak aksiyon filmleri çekmeye bir son vermeli. Her haliyle kötü bir Die Hard çakması olan Skyscraper'da dünyanın en yüksek binasının güvenlik şefini canlandıran Johnson, yanan binadan ailesini kurtarmaya çalışıyor. Elbette bu arada bir de yangını çıkartan kötü adamlarla saklambaç oynuyor. Klişeler denizinde yüzen filmde, izlediğiniz her sahne için "ben bunu daha önce başka bir yerde görmüştüm" diyebilirsiniz ve haksız da olmazsınız. Daha önce de vasat filmleriyle tanıdığımız yönetmen Rawson Marshall Thurber'ın hemen rejisi hem de kendi yazdığı senaryo zayıf. Scream serisinden beri pek ortalıkta göremediğimiz Neve Campbell ile yeniden buluşmak ise filmin tek güzel sürprizi.

Benim Notum: 5 / 10  

13 Temmuz 2018

60. Ant-Man and the Wasp

Black Panther, Avengers: Infinity War, Deadpool 2 derken bu senenin dördüncü Marvel macerası salonlarımızda. Bu film vesilesi ile Ant-Man'in neden Infinity War'da görünmediğini de öğrenmiş oluyoruz. Çünkü Civil War'daki havaalanı kapışmasından sonra karınca adamımız tutuklanmış ve ev hapsine mahkum edilmiştir. Günlerini evde kızı ile oyunlar oynayarak geçirmektedir. Ta ki Dr.Hank Pym ve kızı Hope (yani the Wasp) geçmişten gelen bir sırrı açığa çıkarmak üzere ona yeni bir görev sunana dek. Infinity War'daki devasa kadro ve mega ultra görkemden hemen sonra, Ant-Man and the Wasp çok daha küçük ölçekli bir hikaye sunuyor bizlere. Ölçeğin küçük tutulmasına bir itirazım yok, illa evreni kurtarmadan da iyi bir macera ortaya çıkarılabilir. Yeter ki heyecan verici bir hikaye ya da eğlenceli bir senaryo olsun. Mesela geçen seneki Spider-Man Homecoming buna iyi bir örnekti. Ancak Ant-Man and the Wasp bu bakımdan beklentileri tam olarak karşılayamıyor. Bu suya sabuna dokunmayan, iddiasız hikayenin hiçbir anında gerçek bir tehlike duygusu hissetmiyoruz. Bu haliyle Ant-Man and The Wasp daha çok Marvel'ın televizyon için yaptığı dizilerin, örneğin Agents of S.H.I.E.L.D'ın bir bölümü gibi duruyor. Paul Rudd'ın sıradan aile babası halleri komik, sonda San Francisco sokaklarındaki kovalamaca sahneleri de başarılı, ama işte o kadar. Filmi izledikten bir hafta sonra aklınızda pek bir şey kalmayacağı kesin.

Benim Notum: 6,5 / 10 

10 Temmuz 2018

59. Ocean's 8

Steven Soderbergh'in 17 yıl önce çektiği Ocean's 11, George Clooney'nin canlandırdığı Danny Ocean adlı kibar hırsızın 11 kişilik ekibiyle birlikte Las Vegas kumarhanelerinde gerçekleştirdiği inanılmaz soygunu anlatıyordu. Filmde Brad Pitt'den Julia Roberts'a, Matt Damon'dan Andy Garcia'ya bir dolu Hollywood ünlüsü de boy gösteriyordu. Yıldız oyuncuları, renkli karakterleri, sürprizli hikayesi ve elbette mizah duygusuyla ilk film çok başarılı olunca, doğal olarak Ocean's 12 ve 13 de geldi. Ama devam filmleri 11'in seviyesini tutturamadı. Şimdi ise Danny Ocean'ın kız kardeşi Debbie Ocean ile tanışıyoruz. Debbie de tıpkı ilk filmde abisinin yaptığı gibi hapishaneden çıkıyor ve Las Vegas yerine New York'ta bu kez tamamı kadınlardan oluşan 8 kişilik ekibiyle bir soygun planlıyor. Gary Ross'un yönettiği film bire bir Ocean's 11'in şablonunu kullanıyor. Tamam, belki bu kez çalınacak şey para yerine bir mücevher, ama ekibin oluşturulmasından kullanılan müziklere, kurgudan kamera açılarına, hatta zoom'lara kadar sanki Ocean's 11'in kadınlarla yapılmış bir yeniden çevrimini izliyoruz. Film kendine has, özgün bir şey sunamayınca da "bunun çekilmesine ne gerek vardı" sorusu ortaya çıkıyor. Öte yandan, filmin Sandra Bullock, Cate Blanchett, Anne Hathaway, Helena Bonham Carter ve Sarah Paulson gibi A sınıfı oyunculardan oluşan kadrosu öyle sağlam ki, "bu ekibi nerde olsa seyrederim" düşüncesi film boyu bizi bırakmıyor. Asla ikna edici olmayan bir hikayeye ve yaratıcılıktan uzak, zayıf bir senaryoya sahip film, bu ışıltılı kadro sayesinde sıkılmadan izlenebilir bir hale geliyor.

Benim Notum: 6 / 10

9 Temmuz 2018

58. Tag

Bir grup çocukluk arkadaşı Elim Sende oyununa olan sevdalarını abartıp 30 yıl boyunca devam ettiriyorlar. Artık kırklı yaşlarına gelmiş, her biri iş güç sahibi olmuş ve üstelik de farklı şehirlerde hayatlarını devam ettiren bu sıkı dostlar, her yılın Mayıs ayında, izin alıp, uçaklara filan doluşup, birbirlerini ebelemeye çalışıyorlar. Mayıs ayının son gününün son saatinde kim ebe kaldıysa o senenin kaybedeni o oluyor. Koca koca adamların işi gücü bırakıp birbirleriyle tepişmeleri filmin hiçbir anında bize inandırıcı gelmiyor. "Olur mu hiç böyle şey" diyerek izlediğimiz filmin sonunda, anlatılanların bir gazete haberinden uyarlandığını, yani gerçek olduğunu öğrendiğimizde ise şaşkınlığımız daha da artıyor. Gerçi ilginç bir haberden uyarlanmış olması onun iyi bir film olmasına yetmiyor. Çünkü aslında elde 100 dakikalık bir filmi dolduracak malzeme yok. Zamanı doldurmak için araya eski sevgililer ya da histerik eşler gibi yan hikayeler uydurmuşlar. Ama onlar da yeterince komik değil. Hangover serisinin açtığı yoldan yürümeye çalışan ama yavan esprileriyle vasatı aşamayan bir yapım. 

Benim Notum: 5 / 10

7 Temmuz 2018

57. Sicario: Day of the Soldado

Üç yıl önce Denis Villeneuve'ün "yükselen yıldız" olduğu dönemlerde çektiği ilk Sicario, benim "2015'in en iyileri" listeme de girmişti. Bu kez ilk filmden Emily Blunt'ı bir kenara bırakıp, Josh Brolin ve Benicio Del Toro ile Meksika - ABD sınırında bir macera daha çekmişler. Senaryosunu ilk filmdeki gibi Taylor Sheridan'ın kaleme aldığı filmde bu defa yönetmen koltuğunda sert mafya hikayelerini anlatan filmleriyle bilinen İtalyan Stefano Sollima oturuyor. İlk filmin en etkileyici tarafı Oscarlı görüntü yönetmeni Roger Deakins'in de katkılarıyla oluşturulan o başarılı atmosferdi. Bu devam filminde sihirli Villeneuve/Deakins formülünün eksikliği fazlasıyla hissediliyor. Neyse ki, Taylor Sheridan'ın temelde Amerikan derin devletinin insan hayatı karşısındaki kayıtsızlığını anlatan senaryosu yine başarılı. Film baştan sona belli bir ilgiyle izleniyor ve gerilim ağırlıklı bir aksiyon olarak gayet iyi akıyor. Ama ilk filmin gölgesinde kaldığı da kesin.

Benim Notum: 7 / 10

6 Temmuz 2018

56. Borg McEnroe

Tam da Wimbledon tenis turnuvasının başladığı şu günlerde, bu prestijli turnuvadaki çim kortların gördüğü en efsanevi rekabetlerden birinin hikayesini anlatan bir film Borg McEnroe. Benim gibi 50'li yaşlarında olanlar, bir zamanlar tenis dünyasını kasıp kavuran, Wimbledon'da üst üste beş kez şampiyon olarak rekor kıran uzun sarı saçlı Björn Borg'u ve sonradan yıldızı parlayan atarlı Amerikalı John McEnroe'yu gayet iyi hatırlayacaklardır.  Danimarkalı Janus Metz'in yönettiği film, 1980 Wimbledon erkekler tenis finali öncesinde bu iki raketin maça hazırlanma sürecini anlatırken, bir yandan da geri dönüşlerle kişiliklerini şekillendiren çocukluk / gençlik yıllarına uzanıyor. Elbette film bir İsveç yapımı olunca, olaylar daha çok Björn Borg'un bakış açısından anlatılmış, McEnroe'ya %30'luk bir zaman ayrılmış. Öte yandan, yapım tasarımındaki titizlik göz doldursa da, perdede izlediğimiz hikaye karakterlerin iç dünyasına pek fazla sızamıyor. Şüphesiz filmin doruk noktası sondaki 25 dakikayı kaplayan final maçı. O bölümü izledikten sonra "ne finalmiş ama" diyeceğiniz ve şu anda devam etmekte olan Wimbledon tenis turnuvasına daha fazla ilgi göstereceğiniz kesin (tabii Dünya Kupasından gözünüzü alabilirseniz). 

Benim Notum: 6,5 / 10