27 Şubat 2012

Fetih 1453

Önce olumlu yönlerle başlayalım: Fetih 1453 Türk sinemasında prodüksiyon tasarımı (production design) dediğimiz işi ilk kez hakkıyla gerçekleştiren bir yapım. Dijital efektlerin de yardımı ile özellikle savaş sahnelerinin Hollywood'daki benzerlerinden bir eksiğinin olmadığını kabul etmek lazım. Zaten filmin genelinde de sinematografik bir başarıdan söz etmek mümkün. Peki bütün bunlar "iyi film" olmak için yeterli mi?

Şöyle yorumlar okumuştum: "film görsel açıdan öyle başarılı ki, senaryodaki bazı ufak tefek aksaklıklar hoş görülebilir". Ben ise biraz farklı düşünüyor ve o cümleyi şöyle değiştirmeyi tercih ediyorum: Fetih 1453'ün senaryosunda ve oyunculuklarda öyle büyük kusurlar var ki, bu defolar görsel başarının önüne geçiyor ve filmi ciddiye almamızı zorlaştırıyor. Daha önceleri hep yapımcı kimliği ile tanıdığımız Faruk Aksoy, bu büyük hayalini gerçekleştirirken daha çok prodüksiyon kalitesi ile ilgili unsurlara yüklenmiş, iyi bir yönetmenin titizlikle üzerinde durması gereken senaryo, kurgu, casting gibi konulara ise yeterince eğilmemiş. Sonuçta da karşımıza 40 yıl önceki Malkoçoğlu, Kara Murat filmlerinin dev bütçeli, bol efektli bir versiyonu çıkmış. Öyle ki, Bizans sarayında imparatorun sürekli toplantı halinde olması, önündeki meyve tabağından bir üzüm tanesi alıp kameraya bakarak "nıhaha" diye kahkahalarla biten konuşmalar yapması 1973 yapımı bir filmden alınmış gibi duruyor ve açık konuşmak gerekirse komik kaçıyor. Bu kadar para ve emek harcanmış bir projede, keşke senaryo üzerinde biraz daha çalışılsa ve anlatılan hikaye müsamere düzeyinde kalmasaydı.

Fetih 1453 Türkiye'de gişe rekorlarını alt üst edecek gibi görünüyor. Benim tahminim toplam seyirci sayısı 6 milyonu bulur. Yatırılan paraların fazlasıyla geri dönmesi, yüksek bütçeli yeni prodüksiyonlar konusunda yapımcıları teşvik edecektir. Bunu da son tahlilde Türk sinema endüstrisi için olumlu bir gelişme olarak kabul etmek lazım. Belki bu yeni yapımlarda teknik üstünlüğün yanısıra zeka pırıltıları da olur.(5)  

21 Şubat 2012

Killer Elite

Jason Statham'ın yanında kadroda Robert de Niro ve Clive Owen gibi "baba" isimleri görünce insan daha nitelikli bir iş bekliyor, ama Killer Elite sıradan bir Jason Statham aksiyonundan öteye geçememiş. İlk kez yönetmen koltuğuna oturan Gary McEndry, çılgınca bir kurgu ile filmine tempo katacağını sanmış ama yanılmış. Avustralya, Umman, İngiltere derken iki dakikada bir oradan oraya ışınlanıp durmak, cansız bir senaryoyu ilginç hale getirmiyor, sadece dikkatimizi dağıtıyor. Film sona erdiğinde 1 saat 40 dakika uzunluğunda bir fragman izlemiş gibi hissediyoruz. (4)

16 Şubat 2012

The Artist

Amerika ve İngiltere'deki bazı sinema salonları, The Artist'in bir "sessiz film" olduğunu bilmeden içeri giren ve filmin ortasında salondan çıkan seyircilere bilet paralarını iade etmişler. İzmir'de bizim izlediğimiz salonda da, hemen arkamızdaki sırada oturan yirmili yaşlarda gençlerden oluşan gruptan "eh yani Orçun, bizi getirdiğin filme bak!" şeklinde isyan nidaları yükseliyordu. Eminim Türkiye'de de bilet parasını geri isteyen olmuştur. Evet en baştan şuraya kayıt düşelim: Tamamı sessiz, tamamı siyah-beyaz çekilmiş deneysel bir film bu. Fransız yönetmen Michel Hazanavicius 1920'lerin havasını yaratmak için teknolojiyi kullanmaktan özellikle kaçınmış. Örneğin, artık tüm perdeyi kaplayan sinemaskop filmlere alıştığımız şu günlerde, The Artist eski Hollywood yapımlarının en/boy oranı olan 4/3 formatı ile çekilmiş. Ayrıca filmin hiçbir sahnesinde zoom kullanılmamış. Bu teknoloji yoksunluğunun, katıksız nostaljik bünyeler dışında, filme bağlanmayı olumsuz etkilediği kesin, en azından bende öyle oldu. Günümüz sinema endüstrisine hizmet eden tüm ses teknisyenlerini ve tüm ses efekti uzmanlarını saygıyla andım film boyunca, "ne değerli adamlarmış" dedim.

Filmi kötülüyor gibi de olmayayım, The Artist kendi içinde belli bir mizah duygusunu barındıran, kendisiyle dalga geçmeyi becerebilen samimi bir film. Sessizliğin ortasında kıkırdamanıza yol açacak son derece ilginç hoşluklar içeriyor. Aday olduğu en iyi film Oscar'ını da 27 Şubat tarihinde büyük olasılıkla alacaktır, ilk işaretler onu gösteriyor. Benim ölçülerimde ise Oscarlık film, birkaç kez izlemek isteyeceğim filmdir. The Artist'e gittiğime pişman mıyım, asla değilim. Peki bir kez daha izlemek ister miyim?.. Yok almayayım. (6,5)

13 Şubat 2012

War Horse

Steven Spielberg'in son zamanlarda sık sık tekrarladığı bir alışkanlığı var: eğlenceli bir gişe filmi çektiyse aynı sene içerisinde bir de ciddi, ağırbaşlı, Oscar'ları hedefleyen bir melodram sıkıştırıyor. 1993'te Jurassic Park'ın yanına Schindler List'i koydu. 1997'de The Lost World ve Amistad vardı. 2005 War of the Worlds ile birlikte Munich'i getirdi. Şimdi de animasyon filmi Tenten'den sadece birkaç ay sonra War Horse ile karşı karşıyayız.

War Horse, Joey adlı bir savaş atının I.Dünya Savaşı boyunca yaşadıklarını anlatıyor. Elbette ön planda görünen Joey olsa da, burada asıl anlatılan savaşın korkunçluğu ve insanlar üzerinde yarattığı tahribattır. War Horse asla kötü bir film değil; bir kere Spilberg'in nefes kesici tablolar ve etkileyici set tasarımları yaratmadaki ustalığına diyecek yok. Ancak hikayenin bütünselliğinde bazı problemler var. Joey İngilizlerden Almanlara, Almanlardan bir Fransız aileye, sonra tekrar Almanlara ve tekrar İngilizlere sürekli sahip değiştirirken, perdede beşer dakika görünüp kaybolan bu kalabalık yan karakterlerin hiçbirini tam olarak tanıyamıyoruz. Sonuçta War Horse olmayı hedeflediği epik yapımdan ziyade, birbirine eklenmiş kısa hikayeler gibi duruyor. Ama ne de olsa bu bir Spielberg filmidir. Ustanın zirvelerinden biri olmasa da, aday olduğu en iyi film Oscar'ını alamayacak olsa da, saygı duyulacak etkileyici bir çalışma.(7)  

7 Şubat 2012

We Bought a Zoo

İşinden ayrılmış, üstelik de çok sevdiği eşini yeni kaybetmiş iki çocuk babası Benjamin Mee'nin bir hayvanat bahçesi satın alarak yeni bir hayat kurma çabaları. Filme konu olan Mee ailesi gerçekten de var (gerçi Amerika'da değil İngiltere'de yaşıyorlar) ve Benjamin'in hayvanat bahçesini kurtarma serüveni "Ben's Zoo" adlı dört bölümlük bir belgesel olarak National Geographic kanalında 2010 yılında yayınlanmış, belki denk gelen vardır. Başından sonuna klişelerle dolu ve her sahnesi tahmin edilebilir olsa da We Bought a Zoo çocuklarla birlikte izlemek için ideal, eğlenceli bir film. Hafif yaşlanmış ve oldukça da kilo almış Matt Damon başarılı bir oyunculuk sergiliyor. Tüm film boyunca aynı surat ifadesi ile melül melül bakan Scarlett Johansson ise sanki konu mankeni olarak kadroya girmiş gibi duruyor. (6,5) 

6 Şubat 2012

Berlin Kaplanı

Eyyvah Eyvah serisine göre oldukça aşağılarda kalan vasat bir film olmuş Berlin Kaplanı. Evet, Ata Demirer'in taklit yeteneği müthiş, ama onun tek kişilik performansı filmi kurtarmaya yetmiyor maalesef. Yardımcı rollerdeki oyuncuların filme hiçbir bir katkısı yok. Antrenör rolünde Tarık Ünlüoğlu ve dede rolündeki Cemil Özbayer başta olmak üzere oyuncuların çoğu sanki çekimler boyunca "ben büyük tiyatrocuyum" diye kasılıp durmuşlar. En son yıllar öncesinin Arabesk filminde  bıraktığımız enişte Necati Bilgiç kaşı gözü ayrı oynayan kıpraşık performansıyla yine sinirlerimizi kaldırıyor. Senaryo zayıf, arada gereksiz durağanlıklar ve yapıştırma gibi duran skeçler var (örneğin rafting bölümü). Hikaye sizi içine alamıyor, Antalya gibi sıcak bir yerde geçmesine rağmen filmin genelinde bir sıcaklık eksikliği hissediliyor. (5)

3 Şubat 2012

50/50

"Filmin türü komedi ve drammış" dediğimde, "o nasıl şey öyle ya?" demişti eşim. Genç yaşta kansere yakalanan ve %50 yaşama şansı verilen Adam'ın bu hastalıkla mücadelesini anlatıyor 50/50. Patavatsız arkadaş rolündeki Seth Rogen da filmin komedi unsurunu oluşturuyor. Yönetmen böylesine hassas bir konuyu anlatırken dengeyi iyi korumuş:  hem konuyu sulandırmadan güldürmeyi, hem de salya sümük ağlatmadan hüzünlendirmeyi başarmış. Karakterlerin sahiciliği ve başroldeki Joseph Gordon-Levitt'in Altın Küre'ye aday oyunu bu başarıda etkili olmuş.

Filmden aklımda kalan bir diyalog:

- Araban yok mu?
- Yok. Zaten ehliyetim de yok...
- Nasıl yani!
- Tehlikeli bir şey, ölüme neden olur diye almadım. Ama kanser oldum.   (7,5)

Puss in Boots

Birkaç aydır izlediğim fragmanlar sonrasında daha eğlenceli bir film bekliyordum. Bir de Shrek'ten de tanıyoruz, seviyoruz zaten bu muzır kediyi. Beklenti artıyor haliyle. Komik esprilerin neredeyse tamamını fragmanda kullanmışlar, asıl filme pek bir şey kalmamış. Bir de o yumurta nereden çıktı? Hiç iyi bir fikir olmamış senaryoya yumurtayı eklemek. Filmden en çok aklımda kalan: öpüşme ve kur yapma sahnelerinde ağzını patisiyle kapatarak "auuvvv" diyen kedi. (5,5)    

2 Şubat 2012

The Thing

John Carpenter'ın 1982 yapımı klasiğini yeniden çevirmekten ziyade, o maceranın öncesini anlatan bir prequel (ön hikaye). Kısa filmlerden gelen Hollandalı yönetmen Matthijs van Heijningen bu ilk uzun metraj denemesinde beklentilerin üstüne çıkmayı becermiş. Özellikle görsel efektler çok başarılı. Bir de filmin sonunu 1982 macerasına çok iyi bağlamışlar. Filmi izledikten hemen sonra, şuradaki ilk filmin açılışına bir bakarsanız ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. (7)

One Day

Issız Adam'ın Londra şubesi bir Dexter ile çirkin ördek yavrusu (sonradan serpilen) bir Emma'nın 20 yıla yayılan aşk hikayesi. Hoş, sevimli, zararsız bir "kız filmi". Ama etkileyici olduğunu söylemek de zor. Anne Hathaway'in zorlama İngiliz aksanından mıdır, sürekli bir seneden diğerine hoplayip durmaktan mıdır nedir, bir türlü o romatizmin içine giremiyoruz. Filmden aklımda kalan bir özlü söz: "I love you very much, but I don't like you anymore". (6)