25 Eylül 2013

Rush

İki efsanevi Formula1 pilotu James Hunt ve Niki Lauda'nın 1970'lerdeki rekabetinin gerçek öyküsü. Filmin şu yanda da gördüğünüz afişinde ön planda Chris Hemsworth yani James Hunt var, hatta Amerika'da yayınlanan posterde sadece Chris'i kullanmışlar. Eh yakışıklı çocuk sonuçta, filmin pazarlaması da onun üzerinden yapılmış. Ama filmi izleyince, özellikle ikinci yarıdan itibaren şunu farkediyoruz: bu aslında Niki Lauda'nın hikayesidir ve gerçektenden de Lauda'nın hikayesi uçarı playboy Hunt'ın hikayesinden çok daha ilginçtir. İlk olarak 10 yıl önce Goodbye Lenin'de evin oğlu olarak tanıyıp sevdiğimiz, sonra da Inglorious Basterds'ta beğendiğimiz Alman oyuncu Daniel Brühl Lauda'yı büyük bir başarıyla perdeye taşıyor; herhalde Niki Lauda kendini oynasa bu kadar olurdu. Sıkı bir F1 izleyicisi olduğum söylenemez, ama Senna'sından Prost'una, Hakkinen'inden, Niki Lauda'sına, hepsi arıza adamların insanlık limitlerini zorladığı bu yarış dünyası sinemaya da çok iyi malzeme olacak hikayeler barındırıyor. Niki Lauda'nın hikayesi bunlardan en etkileyici olanlarından. Bir süredir Dan Brown romanlarıyla oyalanan A Beautiful Mind'ın Oscar'lı yönetmeni Ron Howard'ı yeniden eski formunda görmek de ayrı bir mutluluk. Filmi izledikten sonra, bu rekabetin gerçek görüntüleri için şuradaki BBC belgeseline göz atabilirsiniz. Ayrıca hazır F1 dünyasına girmişken, bu blogda daha önce yazdığım 2011'in en iyi filmlerinden Senna'yı da kaçırmayın derim. (8)

FRAGMAN

13 Eylül 2013

Elysium

Güney Afrikalı genç yönetmen Neill Blomkamp'in ilk filmi District 9 düşük bütçeyle çekilmiş ama çok özgün bir bilim-kurguydu. Uzaylı istilasını bir alegori olarak kullanan senaryo aslında ırkçılık üzerine yaman laflar etmekteydi. Hem bilim-kurgu sevenlerin hem de eleştirmenlerin beğenisini kazanan film 2009 yılında en iyi film dalında Oscar'a aday bile olmuştu. Blomkamp'in elinde bu kez çok daha fazla bütçe ve Matt Damon ile Jodie Foster gibi A-list yıldızlar var. Senaryo yine bir takım politik mesajlar içeriyor: 2154 yılında suç oranının ve hastalıkların arttığı dünya tamamen bir harabeye dönmüş, zengin ve seçkin sınıf ise dünyayı terkedip Elysium adındaki bir uzay istasyonuna göç etmiştir. Dünyada çürümeye bırakılanlardan fabrika işçisi Max, Elysium'u ele geçirmek üzere yapılan bir plana dahil olur. Kafasını kazıtmış ve omuriliğine bağlı çelik zırhla yarı-robot halini almış bir Matt Damon'ı izlemek elbette tüm aksiyon severler için bulunmaz fırsat. Görsel efektler de çok başarılı. Ancak senaryo için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Sanki Neill Blomkamp kafasında bu iki farklı dünyayı, harabe şeklindeki Los Angeles ve cennet Elysium'u yaratmış, ama sonra bu iki seti nasıl bir öyküyle dolduracağını bilememiş gibi. Jodie Foster ise bir felaket; canlandırdığı Delacourt karakterinin tek boyutlu yazılmış olmasından mıdır nedir, kariyerinin ne yazık ki en kötü performansını sergiliyor. (6,5)  

FRAGMAN

12 Eylül 2013

The Conjuring

İki sene önce, gece gece beni epey korkutan Insidious'ın yönetmeni James Wan yine iş başında. The Conjuring yine 70'lerin klasik korku filmleri havasında, hatta bu kez bizatihi öykünün kendisi de 70'lerde geçiyor. James Wan bir kez daha, hiç şiddete başvurmadan, kafa kol koparmadan, hatta neredeyse hiç kan göstermeden nasıl korku filmi yapılır, nasıl tansiyon yükseltilir, bunun dersini veriyor. Aslına bakarsanız film bu tür "tekinsiz ev" filmlerinde daha önce milyon kez gördüğümüz klişeleri bir kez daha kullanmaktan çekinmiyor: şehirden uzakta göl kenarında eski bir ev, o evde daha önce yaşanmış korkunç olaylar, yeni taşınan ailenin küçük kızının evde kimsenin görmediği bir oyun arkadaşı bulması, ailenin nedense bütün bu nahoş durumlara rağmen tası tarağı toplayıp evden gitmemesi ve tabii meşhur şeytan çıkarma seansı. Bunlar artık bu janrın çiğnene çiğnene paspas olmuş motifleri. James Wan tüm bu aşina olduğumuz öğeleri çok iyi bir sinematografi ve tedirgin edici bir müzik eşliğinde ustaca kullanıyor. Yönetmenin diğer bir sevdiğim tarafı ise filmde bir takım sahte "böö" anları yok; insanları önce yerinden zıplatıp sonra da "o aslında kediydi" demiyor. İşini ustaca ve dürüstçe yapıyor. Dürüst demişken, filmin gerçek olaylardan esinlendiğini, olayları bizzat yaşayan Lorraine Warren'ın çekimler boyunca sette danışmanlık yaptığını, hatta bir sahnede konuk oyuncu olarak yer aldığını ekleyelim. (7)

FRAGMAN


3 Eylül 2013

What Maisie Knew

Sorumsuz bir anne-babanın boşanma ve velayet davası sürecini, ortada kalan dünyalar tatlısı 6 yaşındaki kızlarının gözünden anlatan oldukça dokunaklı bir film. Sevdiğim bir laf vardır: "Araba kullanmak için bile ehliyet şart koşuluyor ama anne-baba olmak isteyene kimse ehliyetin var mı diye sormuyor". Filmi izlerken sürekli bu sözü düşündüm. Henry James'in romanından uyarlama What Maisie Knew, bazı insanların neden anne baba olmamaları gerektiğini, duygu sömürüsüne kaçmadan ama etkileyici bir biçimde aktarıyor. Yönetmenler McGehee ve Siegel, küçük bir kızın dünyasına inerken mevzuyu o kadar naif, ince ve detaylı işliyor ki Maisie’nin bakışları sanki onun o sorumsuz anne-babası bizmişiz gibi derinden yaralıyor. Film boyunca içimiz burkulsa da, neyse ki hikaye umut dolu bir sona sahip. (7,5)

FRAGMAN