28 Mayıs 2010

106. Robin Hood

Yönetmen Ridley Scott (Gladiator, Alien, Black Hawk Down, Kingdom of Heaven), oyuncular da Russell Crowe ve Cate Blanchett olunca insan çok daha görkemli bir yapım bekliyor. Ancak Robin Hood'da neredeyse bir televizyon filmi kıvamı hakim maalesef. Sanki "para yetişmemiş" de prodüksiyon ölçeği biraz düşük tutulmuş gibi bir hava var. Aslında problem stüdyoların son yıllardaki hastalığı "PG-13" meselesinden kaynaklanıyor. Amerika'da sinema izleyicisi içerisinde en büyük segmenti 13-17 yaş arası teen-ager'lar oluşturuyor. Stüdyolar bu bereketli kaynaktan mahrum kalmamak adına filmlerinin 17 yaş sınırı almaması için özel bir çaba sarfediyorlar, bu da -yaratıcılığın engellenmesi pahasına da olsa- daha "light" filmler ortaya çıkmasına yol açıyor. Geçen sene de PG-13 etiketli bir Terminator light ve bir Die Hard light izlemek zorunda kalmıştık. Ridley Scott'un yukarıda saydığım tüm baba filmlerinin "R-rated" yani 17 yaş sınırlı olduğunu hatırlatalım. Robin Hood sona erdiğinde perdede şu cümle beliriyor: "and the legend begins..." İyi de, biz efsaneyi görmeye gelmiştik. (6)

107. Prince of Persia

Jake Gyllenhaal'ı Zodiac, Donnie Darko, Jarhead, Brokeback Mountain gibi çok daha "oturaklı" filmlerden tanırız ve hürmette kusur etmeyiz. Ama işte para böyle bir şey demek ki: Popüler bir bilgisayar oyunundan uyarlanan Prince of Persia'da, kasları şişirilmiş bir Jake Gyllenhaal, film boyunca atlıyor, zıplıyor, koşturuyor ama ortada dişe dokunur bir öykü yok ne yazık ki. Hani bilgisayar oyunlarında başarılı oldukça bir üst "level"a geçersiniz ya, bu Prens bir türlü geçemiyor. Sadece gençlere ve çocuklara. (5,5)

108. Iron Man 2

Aksiyon sahneleri yine birinci sınıf, ama bu kez biraz fazla çenesi düşük bir film olmuş. Öyle ki ilk aksiyon sahnesi (Monaco'daki yarış pisti) için 25 dakika beklemek ve Tony Stark'ın sinir bozucu kendini beğenmişliklerine katlanmak zorundasınız. İkinci filmde kadroya eklenen parıltılı isimler Scarlett Johansson ve Samuel L.Jackson sadece kenar süsü olarak duruyor. Mickey Rourke ise kötü adam Ivan rolünde başarılı. (6)

109. How To Train Your Dragon

Animasyon türünde Disney ve Dreamworks arasındaki rekabet ortaya gerçekten çok iyi yapıtların çıkmasını sağlıyor. Sadece şu son yıllarda izlediğimiz örnekleri hatırlayın: Bir tarafta Disney Pixar'dan Up, Wall-E, The Cars, Finding Nemo; diğer tarafta Dreamworks'ten Shrek, Madagascar, Kung Fu Panda, ve şimdi de How To Train Your Dragon. 3D teknolojisinin nimetlerinden sonuna kadar faydalanan Dragon, iyi bir animasyonun asla sadece çocuklar için olmadığını bir kez daha kanıtlıyor. (8)  

110. Ip Man 2

Bu blogda 2010 yılında izlediğim filmleri konu ettiğim için başlık Ip Man 2. Ama tabii öncelikle bu filmin birincisinden bahsetmek lazım. Wing Chun dövüş sanatının yaratıcısı ve Bruce Lee'nin hocası Ip Man'ın, 1930'lardan 40'lara gerçek yaşam hikayesini anlatan ilk film, uzakdoğu dövüş sporları ile ilgilenen (başka bir ifade ile çocukluğunda Bruce Lee ve muadillerinin filmlerini bol miktarda izlemiş, o filmlerden sonra da ara sokaklarda "hiya!" diyerekten arkadaşlarıyla filmdeki sahneleri yeniden canlandırmaktan kaçınmamış) herkesin mutlaka izlemesi gereken bir seyirlik. Koreografideki mükemmel estetik bu olaya neden martial "arts" dendiğini kanıtlar güzellikte. İkinci film, Japon işgali altındaki Çin'den Hong Kong'a kaçan Ip Man'ın buradaki tutunma mücadelesini anlatıyor. İlk film kadar sağlam bir dramatik kurguya ve sinematografiye sahip olmasa da, eski bir dostla yeniden buluşmak güzel. İlk filme 10 üzerinden 8, ikinciye 7. (7)

111. Celda 211

Son yıllarda başarılı korku/gerilim filmleri ile dikkat çeken İspanyol sinemasından şaşırtıcı bir film daha. Filmin başını izleyip meraklanmamak mümkün değil zaten:  Juan gardiyan olmak üzeredir. İşe bir gün erken gelir. İki meslektaşı ona hapishaneyi gezdirirken, birdenbire tavandan düşen bir parçanın çarpmasıyla bayılır. Gardiyanlar onu ayıltmak için 211 numaralı boş hücreye götürür. Juan bilinci kapalı halde hücrede yatarken hapishanede bir ayaklanma patlak verir. Ayıldığında güç bir durumla karşı karşıyadır: Hayatta kalmak için mahkûm rolü oynamak zorundadır. (7,5) 

27 Mayıs 2010

112. The Road

Nedeni tam olarak belli olmayan bir çevre felaketi (kıyamet?) sonrasında bir baba-oğulun hayatta kalma mücadelesi. Cormac McCarthy'nin romanından uyarlanan film, her kitabın filme uyarlanamayacağının bir kanıtı olmuş. Filmin yaydığı karamsarlık duygusu ve kasvet benim için fazla. Baba-oğul arasındaki diyaloglar da son derece etkisiz ve sığ. Adam 15 dakikada bir oğluna sarılıp "ben buradayım, merak etme" diyor. Tamam, mesajı aldık da, bu mesajı 120 dakikaya yaymanın anlamı yok. Sadece post-apokaliptik dünyanın başarılı görüntüleri ve yaratılan atmosfer için 10 üzerinden 5. (5) 

26 Mayıs 2010

113. Kıskanmak

Zeki Demirkubuz'dan yine insan ruhunun derinliklerini anlatan müthiş bir film. Filmin her karesine sinmiş detaylara hakimiyet duygusu ve fotoğraf estetiği bana Kubrick'i hatırlattı. Işık ve karanlık sanki filmin iki başrol oyuncusu gibi. Sadece görsel yönden değil, anlattığı hikayenin derinliği açısından da çok beğendiğim ve baştan sona neredeyse gözümü kırpmadan izlediğim bir film oldu. Türk sineması için bir yüzakı. (8,5) 

12 Mayıs 2010

114. The Secret In Their Eyes

Bu senenin En İyi Yabancı Film Oscar'ını alan bu Arjantin filmi, yaşanamamış bir aşkı ve tam olarak çözülememiş bir cinayet davasını paralel olarak anlatıyor. Çok iyi oyunculuklar ve vurucu bir final ile kesinlikle hafızalarda yer edecek filmde özellikle stadyum sahnesinden söz etmek lazım: 6,5 dakikalık kesintisiz tek plan olarak çekilen bu sahne insanı şaşkına çeviriyor ve film antolojilerine girmeyi hak ediyor. Sadece bu stadyum sahnesi için bile izlenir. (8)

11 Mayıs 2010

115. Remember Me

Çok salonlu sinemaların girişinde özellikle haftasonları sık karşılaştığım bir manzara vardır: 3-4 delikanlı gösterimdeki tüm filmlerin afişlerine bakarak karar vermeye çalışırlar: "Şuna mı girelim?" "Yok lan, o pek güzele benzemiyor, buna girelim". Bu "hangisine girelim" muhabbeti beni oldum olası öldürür. İnsan daha evden çıkarken hangi filmi izlemek istediğine karar vermez mi? Benim bir filmi görmeden önce, o film hakkında en azından aşağı yukarı bir fikrim vardır. Ama işte büyük konuşmamak lazım: Eşimin doğum gününde, bir akşam yemeği sonrası romantik bir film izleme arzumuz, bizi yukarıdaki gibi "hangisine girelim" durumu ile karşı karşıya bıraktı. 8 salonun yedisinde komedi, savaş, korku, vb.. temalar olunca "günün anlam ve önemine uygun" olmaya en yakın film Remember Me idi. Sonuç: Felaket. Bu film için ne yazılabilir bilemiyorum: Alacakaranlık vampiri Robert Pattinson'ın artık tescillenen yeteneksizliği mi, sözde sempati duymamız gereken başroldeki genç kız ve erkeğin iticilikleri mi, konunun bir türlü ilerlememesi ve temponun yerlerde sürünmesi mi... Gördüğünüz yerde kaçın, o kadar diyorum. (1)

116. An Education

16 yaşında zeki, güzel ve oldukça başarılı bir kız olan Jenny, kendinden yaşça büyük  David ile tanışır ve hayatında her şey değişmeye başlar. Liseli Jenny'i canlandıran Carey Mulligan'ın aslında 25 yaşında olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Carey, minyon tipinin de yardımıyla bu rolün altından başarı ile kalktı ve Oscar'a aday oldu. Çok iyi performansların yanısıra, 1960'lar İngiltere'sinde kadının toplumdaki yerini görmek açısından da ilginç bir film. (7)