31 Aralık 2018

150. Aquaman

DC'nin yeni süper kahraman filmi Aquaman'i James Wan'ın yöneteceğini duyduğumda çok ümitlenmiştim. Kariyerinin başlarında, şimdilerde bir kült haline gelmiş Saw'u çeken, sonraki yıllarda Insidious ve The Conjuring serileri ile yeteneğini kanıtlayan bu Çin asıllı Avustralyalı genç yönetmen benim favori sinemacılarımdan biri olma yolunda hızla ilerliyordu. Özellikle The Conjuring 2 benim için 2016 yılının en iyi filmlerinden biriydi. Tıpkı Wonder Woman'da Patty Jenkins'den yararlandıkları gibi, James Wan gibi işini bilen bir yönetmenle çalışırlarsa DC'nin de -Marvel'ın gölgesinden kurtulup- iyi filmler yapabileceğini düşünmüştüm. Ama hevesim kursağımda kaldı. Aquaman'in bazı artıları var, ama eksileri o artıların önünü kapatıyor, dört yanlış bir doğruyu götürüyor. Önce artılar dersek: Bir kere Jason Momoa Aquaman  rolüne çok yakışmış. İri cüssesi ve kalender haliyle o karakteri Momoa'dan başkasının oynayamayacağını düşünüyorsunuz. Filmdeki bazı aksiyon sahnelerini de beğendim, örneğin Black Manta ile Sicilya'daki kapışma bölümü. Ama onun dışında James Wan'ın yönetmen olarak filme ne kattığını anlamak pek mümkün değil. Bir kere kayıp kıta Atlantis efsanesi üzerinden ilerleyen bu masalsı hikayenin çok çocuksu, 10 yaş civarına hitap eder gibi görünen bir senaryosu var. Filmdeki hiçbir karaktere psikolojik anlamda bir derinlik kazandırılamamış, karakter gelişimi deseniz hak getire... Filmin "Cumartesi sabahı çizgi film kuşağı" seviyesindeki akıl yaşını en iyi özetleyen görüntü, Atlantis'teki bir tören sırasında sekiz koluyla davul çalan ahtapot sahnesi herhalde. Zaten o sahneden sonra ben filmden koptum, zekamla alay edildiğini düşündüm. Geriye de sersemleten bir aksiyon ve ölçüyü kaçırmış bir özel efekt bombardımanı kalıyor. Yerseniz...

Benim Notum: 5 / 10  

149. Cebimdeki Yabancı

(Yıl içerisinde izleyip, yazmaya fırsat bulamadığım bazı yerli yapımlarla ilgili yorumlarımı şimdi tamamlıyorum.)

Serra Yılmaz, 35 yıldır filmlerde rol alan Türk sinemasının önemli kadın oyuncularından biri. Ben kendisini 1987 yapımı Anayurt Oteli'ndeki başarılı temizlikçi kadın rolü ile hatırlıyorum. Doksanların sonundan itibaren Ferzan Özpetek'in favori oyuncularından biri haline gelen Yılmaz, İtalyan sinemasında da şu anda çok iyi tanınan bir aktris. İşte o Serra Yımaz ilk yönetmenlik denemesinde, aşinası olduğu İtalyan sinemasından Paolo Genovese'nin Perfetti Sconosciuti (Perfect Strangers) filminin yeniden çevrimi ile karşımızda. Tıpkı bir önceki başlıkta bahsettiğim Taksim Hold'em gibi tek bir mekanda başlayıp biten Cebimdeki Yabancı, bir akşam yemeği için bir araya gelen yedi yakın arkadaşın, başlattıkları bir oyun sonrası arapsaçına dönen ilişkilerini konu ediniyor. Birbirlerinin en iyi dostu olduklarını düşünen bu yedi arkadaş, ortaya saçılan sırlarla birlikte birbirlerine ne kadar yabancı olduklarını keşfediyorlar. Serra Yılmaz, bu ilk yönetmenlik denemesinde tansiyonu sürekli yüksek tutmayı başarmış. Ancak anlatılan hikayede bazı inandırıcılık sorunları var bence. Bir kere karakterler ve senaryo yeterince "yerli ve milli"leştirilememiş. Tüm karakterlerde sanki bir İtalyan olma hevesi var gibi. Ayrıca masanın etrafındaki her erkek ve kadının illa büyük bir sırrının olması, bu sırların da istisnasız hep seksle alakalı olması biraz zorlama kaçıyor.

Benim Notum: 6,5 / 10

148. Taksim Hold'em

(Yıl içerisinde izleyip, yazmaya fırsat bulamadığım bazı yerli yapımlarla ilgili yorumlarımı şimdi tamamlıyorum.)

1977 İngiltere doğumlu, Boğaziçi Felsefe mezunu, ABD’de sinema eğitimi görmüş Michael Önder'in yazıp yönettiği Taksim Hold'em, Gezi olayları sırasında Taksim yakınlarındaki bir evde poker oynamak üzere bir araya gelen Alper ve arkadaşlarının hikâyesini anlatıyor. Bir Cumartesi akşamı Alper, nişanlısının ısrarlarına rağmen, evlerinin dibindeki protestoya katılmayıp lise arkadaşlarıyla poker oynamak ister. Eve gelen arkadaşları ise oyuna başlamaktansa eylemlere katılıp katılmamak üzerine hararetli bir tartışmaya girişler. Alper'in gecesi, nişanlısının ayağı yaralı bir şekilde, yakışıklı bir yabancının kollarında eve dönmesiyle iyice karışır. Taksim Hold'em tümü bir apartman dairesinin içinde geçen, tiyatro oyunu tadında gelişen bir kapalı mekan filmi. Filmin amacı o gecenin bir belgeselini yapmak değil, bir avuç insanın o süreçte yaşadıklarını sunmak ve ev, aile, aşk ile ilgili bir takım sorunlarını tartıştırmak. Bunda belli bir seviyeye kadar başarılı da oluyor. İlgiye değer gözlemlere sahip, başarılı bir deneme.

Benim Notum: 7 / 10

147. Victoria and Abdul

Victoria and Abdul, Kraliçe Victoria'nın hükümranlığının son dönemlerinde Hintli bir hizmetkarı ile geliştirdiği beklenmedik dostluğu anlatıyor. Genç bir katip olan Abdul Karim, Kraliçe'nin tahttaki ellinci yılı şerefine düzenlenen kutlamalarda görev almak üzere Hindistan'dan getirilmiştir. Kraliçe ise o sırada tahttaki uzun dönemini sorgulamaktadır. İkili yakınlaşır ve kısa sürede sıradışı bir arkadaşlık kurarlar. Dostluk derinleştikçe, Kraliçe değişen bir dünyayı yeni gözlerle görmeye başlayacaktır. Stephen Frears'ın yönettiği filmde İngiliz sinemasının kadrolu kraliçesi Judi Dench başrolde yer alıyor. Dench daha önce Mrs.Brown'da da Kraliçe Victoria'yı canlandırmış, Shakespeare in Love'da ise Kraliçe Elizabeth olarak karşımıza gelmişti. En iyi kostüm ve makyaj dallarında geçen sene Oscar'a aday olan filmde Judi Dench her zamanki gibi çok iyi bir iş çıkarırken, Abdul rolünde Ali Fazal ona pek eşlik edemiyor. İzlemesi kolay, eğlenceli bir film. Ancak senaryo, aslında çok iyi bir potansiyel barındırmasına rağmen, sanki yüzeysel kalmış. Kraliçe ile Abdul'ün arkadaşlıklarının ve paylaşımlarının derinliği tam yansıtılamamış. Böyle olunca da seyirciyi etkileyecek sahneler eksik kalmış.

Benim Notum: 6 / 10   

146. Arada

(Yıl içerisinde izleyip, yazmaya fırsat bulamadığım bazı yerli yapımlarla ilgili yorumlarımı şimdi tamamlıyorum.)

Doksanlı yıllarda geçen filmde, İstanbul'da bir punk rock grubu ile müzik yapan Ozan, Amerika'da albüm çıkarma hayalleri kuruyor. Doğum gününün gecesinde sahneye çıkan Ozan, ertesi sabah California'ya hareket edecek bir gemiye bilet bulmak üzere kız arkadaşı Lara ile birlikte İstanbul'un altını üstüne getiriyor. Bu blogda yerli yapımlara karşı daha toleranslı yaklaşıyorum. Ama bu filmin neresinden tutayım bilemedim. Çıkış fikri ilginç olsa da, bu fikri bir sinema filmine dönüştürmek için senaryo, oyunculuk, yönetmenlik gibi başka becerilerin devreye girmesi gerekiyor. Arada'da oyunculuklar ilkokul müsameresi düzeyinde, senaryo ise çok acemice. Sürekli ders vererek konuşan karakterler, çok kötü yazılmış diyaloglar, çiğ bir mesaj verme kaygısı, zorlama ve mantık dışı bir olay zinciri. Örneğin, Ozan'ın pasaportsuz ve vizesiz o gemiye nasıl binebileceği, binse bile Amerika'ya nasıl giriş yapabileceği üzerinde hiç durulmuyor, "halledilir bir şekilde" diye geçiştiriliyor. ''Türkiye'nin ilk punk filmi' diye lanse edilen bir projenin daha elle tutulur bir şey olmasını çok isterdim. Ama Arada olmamış. Ne yazık ki, bu sene izlediğim en kötü film. Müziklerini bulup dinlemek belki ilginç olabilir (Spotify'da film müzikleri albümü mevcut), ama filmden gördüğünüz yerde kaçın.

Benim Notum: 3 / 10    

145. Divines

Dounia (ya da bizdeki söylenişiyle Dünya) annesi ve teyzesiyle Paris'in bir banliyösünde yaşayan Arap asıllı bir genç kız. O ve en iyi arkadaşı Maimouna süpermarketlerde hırsızlık yapıp buralardan aldıkları eşyaları sınıf arkadaşlarına satıyorlar. Dounia güç ve başarı uğruna meslek lisesinden ayrılıp uyuşturucu satıcısı Rebecca için çalışmaya başlıyor. Bu arada yerel bir dans grubunun üyesi Djigui ile tanışıp onunla yakınlaşınca hayata bakışı da değişiyor. Geçen sene en iyi yabancı film dalında Altın Küre'ye aday olan Divines'ı ilk uzun metraj filmini çeken Houda Benyamina yönetmiş. Filmdeki Dounia'yı başarıyla canlandıran Oulaya Amamra da yönetmen Benyamina'nın kız kardeşi. Film Eyfel Kulesiyle, ışıltılı Şanzelize'siyle görmeye alıştığımız Paris'in arka mahallelerinde yaşanan trajedileri duygu sömürüsü yapmadan ve klişeye yaslanmadan etkileyici bir perspektifle sunmuş. Gerçi inandırıcılıktan uzak bazı sahneleri de vardı, itfaiyecilerin yangına müdahale etmemeleri gibi. Ama yine de yoksulluğun içinde sıkışıp kalmış hayata tutunma mücadelesi veren banliyö gençlerinin ruh dünyası, hayalleri, umutları ve gerçeklerle yüzleşmeleri iyi yansıtılmış.

Benim Notum: 7 / 10

144. Arif v 216


(Yıl içerisinde izleyip, yazmaya fırsat bulamadığım bazı yerli yapımlarla ilgili yorumlarımı şimdi tamamlıyorum.)

Cem Yılmaz'ın popüler bilimkurgu komedi serisinin ilk halkası 2004 yılında çekilen ve uzayda geçen G.O.R.A.'ydı. 2008’de çekilen devam filmi A.R.O.G ise ana karakter Arif’i Taş Devri’ne taşımıştı. Bu kez, son filmden tam on yıl sonra, aynı yazar ve temel oyuncu kadrosu yeni bir serüvenle karşımızda. Cem Yılmaz, komedyenliğinin yanısıra katıksız sinema sevgisiyle de bilinen bir sanatçı. Bunu 2014 yılında çektiği Pek Yakında filminde de göstermişti. İşte yönetmenliğini Kıvanç Baruönü’nün üstlendiği, senaryosunu Cem Yılmaz’ın kaleme aldığı bu son film, adeta G.O.R.A. evreni ile Pek Yakında nostaljisinin birleşimi gibi olmuş.

Arif V 216, eski Yeşilçam sineması ile 1960 ve 70'lerin popüler kültürünü, Cem Yılmaz'ın mizah anlayışıyla birleştiren, esprilerin peş peşe geldiği enerji dolu bir komedi. Film, başlar başlamaz dur durak bilmeksizin sürekli göndermeler eşliğinde ilerliyor. Bu göndermelerden sadece Yeşilçam sineması değil, The Shining’den X-Men'e, James Cameron’dan Christopher Nolan’a Hollywood sineması da nasibini alıyor. Filmdeki tüm oyuncular üzerlerine düşeni layıkıyla yerine getirirken, en çok akılda kalan o inanılmaz Zeki Müren kompozisyonuyla Çağlar Çorumlu oluyor. Biraz fazla uzun olması (130 dakika) ve orta bölümde temponun ve dakika başına düşen espri sıklığının düşmesi ise filmin eksileri.  

Cem Yılmaz filmlerini seversiniz sevmezsiniz, ama onun yaptığı işe gösterdiği özeni ve harcadığı emeği takdir etmek lazım. Onun izleyicisine her zaman vaadettiği yüksek yapım standartlarını burada da dönem atmosferinden kostümlere görüntü yönetiminden setlere bir kez daha görüyoruz. Arif V 216 sinemamıza ve tarihimize yönelik ince, zekice ve vefalı bir saygı duruşu.

Benim Notum: 7,5 / 10

30 Aralık 2018

143. Lucky

Harry Dean Stanton'ın başrolünde yer aldığı Lucky, çölün ortasındaki bir kasabada kendi halinde yaşayan 90 yaşındaki Lucky'nin hikâyesini anlatıyor. Lucky, her sabah güne kahve ve yoga ile başlayan, yalnızlığı ile barışık bir adam. İlerleyen yaşına rağmen herhangi bir sağlık sorunuyla karşılaşmayan Lucky, aynı zamanda sıkı bir ateist. Hayatı, zevk alınması ve büyük amaçlar uğrunda koşulması gereken bir maraton olarak görmekten ziyade sıradan bir yolculuk olarak değerlendiriyor. Filmin öyküsü, değişmez alışkanlıklarından, günlük rutinlerinden asla sapmayan Lucky'nin, 90 yaşında bile öğrenecek yeni şeyler olabileceğini keşfetmesini anlatıyor.

Filmin çekimleri esnasında, tıpkı canlandırdığı Lucky gibi tam 90 yaşında olan televizyon ve sinema dünyasının emektar aktörü Harry Dean Stanton, bu filmde rol aldıktan hemen sonra hayata veda etmiş. Hatta filmin galasına bile katılamamış. Zaten filmi izlediğinizde, Stanton'ın her an hakkın rahmetine kavuşuverecekmiş gibi bir hali olduğunu farkediyorsunuz. John Carroll Lynch'in bu ilk yönetmenlik denemesinde, ünlü yönetmen David Lynch de önemli bir rolde oyuncu olarak yer almış (bu arada iki Lynch arasında bir akrabalık yok). Ölüm düşüncesini ya da ölümle yüzleşmeyi seyredeni rahatsız etmeden anlatan, yalın, sade, sakin bir yapım. Herkese hitap etmeyebilir, filmdeki kaplumbağa gibi biraz ağır ilerliyor. Ama büyük bir oyuncuya veda etmek için iyi bir fırsat.

Benim Notum: 6,5 / 10 

29 Aralık 2018

142. Daha


(Yıl içerisinde izleyip, yazmaya fırsat bulamadığım bazı yerli yapımlarla ilgili yorumlarımı şimdi tamamlıyorum.)

Oyuncu Onur Saylak'ın, Hakan Günday'ın romanından uyarladığı ilk uzun metraj yönetmenlik denemesi Daha, kendini bir anda babasının insan kaçakçılığı suç zincirinde bulan Gaza'nın hikâyesini anlatıyor. 14 yaşındaki Gaza, yaşadığı küçük sahil kasabasından ayrılıp İstanbul'da liseyi okumayı hayal ederken, babasının onu mültecileri yurt dışına kaçıran şebekede çalıştırması sonucu farklı bir dünya ile tanışır. Bu yeni iş Gaza’ya yalnızca göçmenlerin yaşadıklarını değil, babasının gerçek kişiliğini de gösterecektir. Ve zorbalık babadan oğula geçmeye başlar. “Daha” çarpıcı konusu ve oyunculuklarıyla öne çıkan bir film. Ahmet Mümtaz Taylan hayatının rolünü oynamış. Genç oyuncu Hayat Van Eck ise filmin asıl keşfi olmuş. Sert ve seyri zor olsa da, insan psikolojisinin derinlerine inmeyi başaran ve oradaki karanlığı yüzümüze vuran güçlü bir yapım.

Benim Notum: 7,5 / 10

141. Battle of the Sexes

Emma Stone ve Steve Carell'ın başrollerinde yer aldığı Battle of the Sexes, yirminci yüzyılın en çok ilgi çeken tenis maçlarından biri olan Billie Jean King ile Bobby Riggs arasındaki tenis karşılaşmasını odağına alıyor. Kariyeri boyunca 12 Grand Slam kazanan ve söz konusu maçın oynandığı dönem tenis dünyasının en başarılı isimlerinden olan Billie Jean King, kadın tenisçileri ikinci sınıf olarak nitelendiren ve 55 yaşında bile en iyi kadın tenisçiyi yeneceğini iddia eden şovenist eski tenisçi Bobby Riggs'in meydan okumasını kabul eder. 1973 yılında düzenlenen maç medyada çok büyük bir ilgi uyandırır. Daha önce Little Miss Sunshine ile adlarını duyuran Jonathan Dayton ve Valerie Faris ikilisinin yönettiği film o dönemlerde kadın tenisinin, hatta daha genişletirsek kadın sporcuların toplumdaki yerini göstermesi bakımından ilginç. 1970'ler havasının iyi yaratıldığı yapımda, BJK ile Riggs arasındaki çekişmeyi izlemek keyifli. Yalnız hikayenin odağı tenis kortundan başka yerlere saptığı anda senaryo yalpalamaya başlıyor. Stone ve Carrell oldukça iyiler, ama canlandırdıkları karakterler çok düz tipler. Ele almaya çalıştığı konularda çok derinlere inmese de, özellikle en sondaki tenis maçı sayesinde ilgiyi ayakta tutmayı başaran, vakit geçirmelik eğlenceli bir film.

Benim Notum: 6,5 / 10

28 Aralık 2018

140. Sofra Sırları

Ümit Ünal'ın yazıp yönettiği Sofra Sırları, Mudanya'da yaşayan, hayatını sadece evine ve kocasına adamış sıradan bir ev hanımı gibi görünen Neslihan'ın hikayesini anlatıyor. Kocasının ilgisizliğine, yaşadığı kasabanın tekdüzeliğine karşı Neslihan'ın sığındığı liman yaptığı yemekler ve kurduğu hayallerdir. Bu munis kadın kocasının onu aldattığını öğrenmesi ile birlikte soğukkanlı bir seri katile dönüşür. Sofra Sırları içinde dramatik unsurlar barındırsa da özünde bir kara komedi. Ben özellikle senaryoyu beğendim. Aslında çok uzun yıllardır Türk sinemasının önemli filmlerine senaryo yazarı olarak katkıda bulunmuş olan Ümit Ünal (mesela ta 32- 33 yıl önce izlediğim Halit Refiğ'in Teyzem ve Atıf Yılmaz'ın Hayallerim, Aşkım ve Sen gibi filmlerinin senaryo yazarıdır kendisi) yazarlıktaki hünerini yine göstermiş. Özellikle Neslihan rolündeki Demet Evgar’ın sürüklediği yapımda, diğer oyuncular da ona ayak uydurmuşlar. Konuşmaların neredeyse tamamının bir evin içinde geçmesi ise biraz tiyatro oyunu havasına sokmuş filmi. Polisiye unsurlarda da biraz inandırıcılık problemi var. Yine de içerdiği kara mizah ve ilginç senaryosu sayesinde sınıfı geçen, kayıtsız kalınamayacak bir yapım.

Benim Notum: 7 / 10

27 Aralık 2018

139. Güzel Adam Süreyya

(Yıl içerisinde izleyip yazmaya fırsat bulamadığım bazı yerli yapımlarla ilgili yorumlarımı şimdi tamamlıyorum.)

Hani bazen sokakta birini görürsünüz de siması çok tanıdık gelir, ama nerden tanıdığınızı bir türlü çıkaramazsınız. İşte herhalde Süreyya Soner ile karşılaşsam aynen öyle hissederim. Kendimi bildim bileli Beşiktaş maçlarında, kulübede hep bıyıklı, kır saçlı bir adam vardır. Hocalar değişir, futbolcular gelir gider, ama o hep sabittir. İşte Gökçe Kaan Demirkıran’ın yönettiği “Güzel Adam Süreyya” belgeseli Beşiktaş'ın simgelerinden bu alçakgönüllü futbol emekçisinin hayatını anlatıyor. Hem de büyük kısmı kendi ağzından. Süreyya Beşiktaş'ın yıllardır malzemeciliğini yapıyor. 1981’de kapısından girdiği kulübün sayısız sevincine, coşkusuna, hüznüne, acısına tanıklık etmiş bir isim. Herkesle iletişim kurabilen, herkesin sevdiği bir güzel insan olarak efsaneleşmiş biri. Gücün, gösterişin hüküm sürdüğü bir dünyada saflığı iyiliği temsil eden böylesine mütevazı bir adamın belgeselini yapmak, üstelik de bunu o yaşarken yapmak bence başlı başına takdire değer. Demirkıran'ın belgeseli biraz fazla uzun tutulmuş, ve yer yer tekrarlara düşmüş olsa da ilgiyle ve zaman zaman duygulanarak izlediğim bir film oldu. Sadece Beşiktaşlıların değil, güzel insanların hikayelerini dinlemek isteyen herkesin ilgisini çekecektir.

Benim Notum: 7 / 10

26 Aralık 2018

138. Ölümlü Dünya


(Yıl içerisinde izleyip yazmaya fırsat bulamadığım bazı yerli yapımlarla ilgili yorumlarımı şimdi tamamlıyorum.)

Ali Atay'ın yazıp yönettiği Ölümlü Dünya, sinema salonlarını kaplayan birbirinin kopyası yerli komediler arasında farklı tarzı ile çizgi dışına çıkan çok özgün bir iş. Önce konu dersek: Mermer ailesi görünürde Anadolu Tat 1071 adlı bir lokantayı işleten, nişan, düğün, kokteyl gibi organizasyonlara da catering hizmeti veren sekiz kişilik bir aile. Ama restoran işi asıl işlerini örtmekte kullandıkları bir paravan. Asıl işleri ise uluslararası bir suç örgütünün İstanbul şubesi olarak tetikçilik yapmak, kendilerine bildirilen bazı hedefleri "temizlemek". Bir gün küçük bir hata sonucu işler ters gidince, örgütün merkezi aileyi gözden çıkartıyor. Mermer ailesi de hep birlikte hızlı bir şekilde yurtdışına kaçmak zorunda kalıyor. 

Ali Atay'ın filmi Guy Ritchie tarzı dinamik bir kurguyla, kara mizah yüklü diyalogları bir araya getiren absürd bir suç komedisi. Ahmet Mümtaz Taylan, Alper Kul, Sarp Apak, Mehmet Özgür, Özgür Emre Yıldırım, Feyyaz Yiğit ve Doğu Demirkol gibi isimlerden oluşan dikkat çekici bir oyuncu kadrosuna sahip film zeka pırıltısı taşıyan esprileri ile eğlendirmeyi başarıyor. Özellikle Feyyaz Yiğit senaryonun komedi unsurunu sırtlamış, onun olduğu sahnelerde kahkahalarla güldüm. Bazı sahneler biraz fazla uzatılmış, tabiri caizse sündürülmüş. Bazı aksiyon ve çatışma sahnelerinde de bütçe yetersizliği hissediliyor. Ama bu ufak tefek eksiklerine rağmen, Türk komedi sineması adına taze bir soluk, takdire değer bir deneme. Ali Atay da sinemamız için bir kazanç. En sondaki "Rasputin" sürprizi ise salonu ağzım kulaklarımda terketmemi sağladı.

Benim Notum: 7,5 / 10     

137. The Glass Castle

Yakında Captain Marvel olarak perdelerimizi şenlendirecek Oscar ödüllü Brie Larson'ın başrolünde oynadığı The Glass Castle, egzantrik ama dengesiz bir ailede büyüyen Jeannette Walls'un gerçek hayatını anlatıyor. Artık New York'ta yaşayan başarılı bir yazar olan Jeanette sık sık geçmişe dönüyor ve problemli çocukluğunu hatırlıyor. Jeanette ve üç kardeşinin çocuklukları, ailenin sürekli alacaklılardan kaçması nedeniyle şehirden şehire göç ederek geçmiş. Woody Harrelson tarafından başarıyla canlandırılan baba Rex karakteri ilk bakışta modern hayatın normlarını reddeden, özgür ruhlu ve aykırı bir tip; doğaya kaçarak özgürce yaşayacağı camdan kalesini inşa etmeyi isteyen hayalci ve çocuklar için belki de eğlenceli bir adam. Ama bir yandan da alkol problemi olan, evde çocukları aç yatarken, elindeki son parayla gidip yiyecek almak yerine, o parayı içkiye yatıracak kadar sorumsuz bir baba. The Glass Castle temelde bir baba-kız ilişkisini anlatıyor.  Filmde bazı etkileyici sahneler ve iyi oyunculardan güçlü performanslar var. Ama bizzat Jeannette Walls'un otobiyografik romanından uyarlanan senaryo babanın hasta ve tehlikeli davranışlarını önemsizleştirmesi ve sanki romantikleştirmesi nedeniyle eleştirilebilir.

Benim Notum: 6,5 / 10

136. Brawl in Cell Block 99

Araba tamircisi olarak çalışırken işten çıkarılan eski boksör Bradley bir arkadaşının ön ayak olmasıyla kötü yola sapıyor ve uyuşturucu kuryeliği yapmaya başlıyor. Bir polis baskınında yakalanıyor ve hapse atılıyor. Ancak bu arada uyuşturucu mafyası da hamile eşini kaçırıp, Bradley'nin hapishanedeki bir adamı öldürmesini istiyor. Genelde komedi filmlerindeki çenesi düşük halini görmeye alıştığımız Vince Vaughn, bu kez çok az konuşan, vurduğunu deviren, sert erkek olarak karşımızda. İlk yarısında tempo problemi yaşayan film, Vaughn'un hapishaneye girmesiyle birlikte patlayıcı bir şiddete bürünüyor. Kolların kırıldığı, kafaların ezildiği bu bölümdeki aşırı vahşet görüntüleri Robert Rodriguez filmlerini, özellikle de Machete'yi hatırlatıyor. Çok şey beklenmeden Vince Vaughn'un performansı için izlenebilecek bir suç/hapishane gerilimi.

Benim Notum: 6 / 10

25 Aralık 2018

135. Bright

İşte 90 milyon dolarlık bütçesiyle şimdiye kadarki en pahalı Netflix filmi. Filmin kamera arkasında ve önünde de çok bilindik isimler var. Fury ve Suicide Squad gibi filmlerden hatırladığımız David Ayer'ın yönettiği filmde, Will Smith ve Joel Edgerton başrolleri paylaşıyorlar. Film aslında ilginç bir çıkış konseptine sahip. Alternatif gerçeklik diyebileceğimiz bir dünyada Ork'lar, Elf'ler ve insanlar bir arada yaşıyorlar, ama hikaye günümüzde geçiyor. Los Angeles'ta aynı devriye arabasında bir araya gelen biri insan diğeri Ork iki polis sihirli bir asayı bulup dünyayı Dark Lord denilen bir kötü büyücünün gazabından kurtarmaya çalışıyorlar. David Ayer'ın daha önceleri bir de 2012'de yönettiği End of Watch diye bir film vardı. O filmde de Los Angeles'da suç çeteleri ile mücadele eden iki genç polisin hikayesi anlatılıyordu. İşte bu Bright, End of Watch'taki "buddy" polis draması ile Lord of the Rings'deki fantezi dünyasının birleşimi gibi olmuş. Dediğim gibi konsept fena değil. David Ayer özellikle aksiyon sahnelerinde hünerini de göstermiş. Ama maalesef kötü yazılmış bir film bu. Tempo düşük, kurgu kopuk, karakter gelişimi yetersiz. Smith ve Edgerton kendilerine verilen malzeme ile ellerinden geleni yapmışlar, ama karakterleri öylesine tek boyutlu yazılmış ki, bir süre sonra başlarına ne geleceğini umursamamaya başlıyoruz. Eleştirmenlerin yerin dibine batırdığı kadar kötü değil (Metascore: 29), gösterişli aksiyonu ve David Ayer'ın atmosfer yaratmadaki becerisi için izlenir, ama çok tembelce yazılmış bir film.

Benim Notum: 6,5 / 10

134. Cold War

Cannes Film Festivalinde en iyi yönetmen ödülü alan, Oscarlarda da en iyi yabancı film kategorisinde dokuz filmlik kısa listeye giren Polonya yapımı Cold War, 1950'lerin soğuk savaş atmosferinde yaşanan tutkulu bir aşk hikayesini konu alıyor. Polonya'da bir folklor topluluğunun seçmeleri sırasında tanışan, farklı geçmişlere ve farklı mizaçlara sahip şarkıcı Zula ve müzisyen Wiktor'un imkansız aşkını anlatan hikaye, aynı zamanda o yıllarda Avrupa'da yaşanan kutuplaşma ve bunun sonucu ortaya çıkan devasa kültürel değişime de ayna tutuyor. Senaryoyu da kaleme alan yönetmen Pavel Pawlikowski, hikayeyi yazarken kendi ailesinin hayatından ilham almış (yönetmenin gerçek hayattaki anne babasının isimleri de Zula ve Wiktor imiş). Pawlikowski'nin filmi görsel açıdan çok başarılı. 1.37:1 oranlı dar çerçevesi ve siyaz-beyaz renkleriyle sanki gerçekten 50'lerde çekilmiş bir film izlenimi veriyor. Ayrıca başroldeki her iki oyuncu da siyah/beyaz fotoğrafçılık için harika yüzlere sahip. Ancak, anlatılan hikayedeki karakterler birbirlerine çok uzak. Bu iki aşığın bir arada olmaları gerektiğini ben film boyunca bir türlü hissedemedim.  Pawlikowski ve görüntü yönetmeni Lukasz Zal uygun hikaye anlatıcılığından çok ruh hali, çerçeveleme ve kompozisyon konusuna daha motive olmuşlar gibi. Film perdede çok klas gözükse de, on yıla yayılan bir aşk hikayesini anlatmakta 88 dakikalık süre yetersiz kalıyor. Sanki filme bazı sahnelerin eklenmesi hikayeyi daha destekleyebilirmiş. Hem karakterler hem de filmin odağındaki romantizm yeterince geliştirilememiş. Ben dışarıda kopardığı gürültüye bakıp, Cold War'u daha çok seveceğimi düşünmüştüm, ama biraz beklentilerimin altında kaldı. Pawlikowski'nin yaptığı işteki titizliği etkileyici, ama ortaya çıkan son ürün yeterince ilgi çekici değil.

Benim Notum: 7 / 10

133. Ailecek Şaşkınız

(Yıl içerisinde izleyip yazmaya fırsat bulamadığım bazı yerli yapımlarla ilgili yorumlarımı şimdi tamamlıyorum.)

Ferhat, babasının emekliye ayrılmasından sonra aileye ait inşaat şirketinin başına geçen, aşırı hırslı ve bencil bir işadamı. Aynı şirkette finans müdürü olarak çalışan çocukluk arkadaşı Gökhan ile birlikte bir yandan şirket çalışanlarına acımasızca davranırken, bir yandan da ihaleden ihaleye koşuyorlar. İkilinin hayatına giren gönlü zengin kadın polis memuru Elif, Ferhat'ın romantizm rüzgarlarına kapılıp değişmesini sağlıyor. Ahmet Kural ve Murat Cemcir Türk sinemasında kendilerine özgü bir komedi ekolünü temsil ediyorlar. Charlie Chaplin'den Jim Carrey'e uzanan, İngilizcede "slapstick" denilen, oyuncuların genellikle dikkatsizce veya mantıksızca hareketler yaptığı, düşüp kalktığı bu komedi türünü iyi becerdikleri kesin. Ama ben bu türün çok hastası değilim. Hatta Ahmet Kural'ın abartılı oyunculuğunun, aşırıya kaçan mimik kullanımının, sürekli kaşının gözünün oynamasının bir noktadan sonra rahatsız edici olduğunu bile söyleyebilirim. Öte yandan, filmlerinin gişe başarısına bakılırsa bu "fiziksel komedi" diyebileceğimiz tarzın meraklısı çok.

Benim Notum: 5 / 10     

24 Aralık 2018

132. Bumblebee

Onbir yıla yayılan beş filmden sonra ilk defa Michael Bay tarafından yönetilmemiş bir Transformers filmi ile karşı karşıyayız.  Kubo and the Two Strings ile büyük övgülere mazhar olmuş Travis Knight'ın yönettiği Bumblebee'nin şimdiye kadarki en iyi Transformers filmi olduğu söylenebilir; ama bu değerlendirmeye çok da fazla bir anlam yüklememek lazım. Çünkü Michael Bay'in filmleri o kadar kötüydü ki (belki ilk film hariç tutulabilir), onların üzerine çıkmak o kadar da matah bir şey değil. Transformers maceralarının prequel / öncülü diyebileceğimiz hikaye 1987'de geçiyor. Uzaydaki savaştan kaçıp, kendi türü için güvenli bir üs kurmak üzere komutanı tarafından dünyaya gönderilen bir dev robot, kendini Charlie isimli kızın garajındaki bir Vosvos olarak buluyor. Bundan sonrası tam bir E.T. hikayesi. Yaşı genç olanlar farkına varmayabilir ama Bumblebee'nin senaryosu ile E.T. arasında o kadar çok paralellikler var ki. Yine uzaydan gelmiş sevimli bir yabancı, yine baba özlemi çeken bir çocuk, yine evin altını üstüne getiren sakarlıklar ve yine devlet görevlilerinin bu uzaylının peşine düşmesi. Sanki filmin senaryo yazarı E.T. senaryosunun ana hatlarını bir şablon olarak önüne koymuş, sonra da araları doldurmuş gibi. Bumblebee'nin artık metal yorgunluğu taşıyan bir seriye duygusal ve naif bir soluk getirdiği kesin. Ancak yer yer sürükleyici ve heyecan verici olsa da, hikaye hiçbir noktasında yeterince derinleşemiyor. Esprileri de ben pek komik bulamadım. Sonuç olarak müzikleri ve göndermeleriyle 80’ler nostaljisi estiren, duygusal ve sevimli bir robot / insan dostluğu hikayesi. Ama o kadar.

Benim Notum: 6,5 / 10  

131. Una Mujer Fantástica



Geçen senenin En İyi Yabancı Film Oscar'ını kazanan Şili yapımı Una Mujer Fantástica (A Fantastic Woman) trans birey Marina'nın hayatını anlatıyor. Kendinden yaşça büyük sevgilisi Orlando'nun beraber oldukları bir gece kalp krizi geçirip ölmesi sonucu, Marina hem polisle hem de Orlando'nun ailesi ile uğraşmak durumunda kalıyor. Filmin başrolünde daha önce hiçbir oyunculuk deneyimi bulunmayan ve kendi de trans olan Daniela Vega oynamış. Daniela film ekibine aslında önce Şili'deki LGBT topluluğu ile ilgili danışmanlık vermek üzere  dahil edilmiş. Ancak onunla birlikte zaman geçiren ve kişisel deneyimlerini dinleyen yönetmen Sebastián Lelio bir süre sonra Marina rolünü onun oynamasına karar vermiş. Daniela da bu zor yükün altından başarıyla kalkmış. Lelio'nun filmi gündelik hayatta trans bireylere karşı nasıl bir ayrımcılık yapıldığını, transfobinin nasıl da sıradanlaştığını çok etkili bir şekilde anlatıyor. Öyle ki, en önyargılı seyirciyi bile Marina'nın yalnızlığına ve hüznüne eşlik ettirebilecek güçlü bir duygusallığı var izlediğimiz hikayenin. 

Benim Notum: 7,5 / 10

130. Kaybedenler Kulübü Yolda

(Yıl içerisinde izleyip yazmaya fırsat bulamadığım bazı yerli yapımları şimdi tamamlıyorum.)

2011 yılında Tolga Örnek'in yönettiği Kaybedenler Kulübü, Türkiye'nin ilk özel radyolarından Kent FM'de 90'lı yılların ikinci yarısında yaptıkları aynı adlı program ile hatırı sayılır bir dinleyici kitlesine ulaşan Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk'un gerçek hikayelerini anlatıyordu. Kendini alkole, kitaplara ve rock müziğine vermiş, aslında yaratıcı olsalar da sorumluluk almayı reddeden, kendini akıntıya bırakmış bu iki adamın yaşadıkları seyirciyle bağ kurabilen ilginç bir filme dönüşmüş, hatta zaman içerisinde küçük çaplı bir kült haline gelmişti. Yedi yıl sonra gelen, ilk filmin ortak senaristi Mehmet Ada Öztekin'in yönettiği bu devam filminde iki arkadaşı biraz yaşlanmış ama hala aynı yolun yolcusu bir kıvamda buluyoruz. İkili Olimpos'ta yaptıkları bir tatilin ardından, altlarında motorları, Ege sahilleri boyunca geze geze İstanbul'a dönüyorlar. Kaan'ın yeni tanıştığı bir kadınla yaşadığı aşk  filmin odağında yer alıyor. Ama bu aşk yeterince iyi işlenemediği için, Kaan'ın kendini ve hayatı sorguladığı sahneler de biraz havada kalıyor. Kulübün üyeleri idolleri ile buluşmaktan her halükarda memnun olacaktır, ama Yolda'nın ilk filmin gölgesinde kaldığı da kesin.

Benim Notum: 6 / 10

23 Aralık 2018

129. Thelma

Aynı zamanda Lars von Trier'in uzaktan akrabası olan Norveçli yönetmen Joachim Trier'in çektiği Thelma, kasabadaki hayatını ve dindar ailesini geride bırakarak Oslo’ya biyoloji okumaya giden çekingen bir kızın tuhaf hikayesini anlatıyor. Üniversitede epilepsi benzeri nöbetler geçirmeye başlayan Thelma, bir süre sonra sahip olduğu doğaüstü güçlerin farkına varıyor. Bir yandan bu doğaüstü gücü durdurmanın peşine düşerken, bir yandan da küçüklüğünde yaşadığı bazı korkunç olaylarla yüzleşmek durumunda kalıyor. Ele aldığı konu itibarıyla Brian De Palma'nın 1976 tarihli klasiği Carrie'yi hatırlatan film, elbette ona göre daha yavaş ve daha sembolik bir anlatımla ilerliyor. İyi yazılmış, yapım tasarımı ve teknik kalitesi üst düzey bir psikolojik gerilim Thelma. Görüntü yönetimi ve synthesizer ağırlıklı film müziği başarılı. Ama seyirciyle arasına mesafe koyan filmlerden olduğunu da söylemek lazım. Metaforlarla verilmeye çalışılan mesajların her biri hedefine tam olarak ulaşamıyor.

Benim Notum: 7 / 10

128. You Were Never Really Here

2017 Cannes Film Festivalinde en iyi erkek oyuncu (Joaquin Phoenix) ve en iyi senaryo ödüllerini alan You Were Never Really Here sert ve kanlı bir suç hikâyesi. Joaquin Phoenix'in canlandırdığı eski savaş gazisi Joe, hayatını kayıp kızları bularak kazanan yasadışı bir özel dedektif. Bir politikacı kayıp kızını bulması için Joe’yu tutuyor. Bir yandan geçmişinde yaşadığı kişisel travmalarla boğuşan intihara meyilli Joe kızı buluyor ama bu arada başka bazı kirli gerçekleri de ortaya çıkarınca işler karışıyor. Daha çok We Need to Talk About Kevin ile tanınıp sevilen İskoçyalı yönetmen Lynne Ramsay yine stilize bir üslup tutturmuş. Kamera kullanımından, kurguya ve yaratılan atmosfere hemen her şey başka bir boyutta cereyan ediyor sanki. Bu derece şiddete meyilli bir hikayenin bir kadın yönetmen tarafından çekilmiş olması da insanı biraz şaşırtıyor. Joaquin Phoenix’in gerçekten etkili performansına diyecek yok ama bildik duraklara uğrayıp duran senaryo Altın Pamiye ile ödüllendirilecek kadar müstesna değil.

Benim Notum: 7 / 10   

22 Aralık 2018

127. Last Flag Flying

2014'te "yılın en iyileri" listeme giren Boyhood ve daha önceki yıllardan yine çok sevdiğim Before Sunrise, Before Sunset, Before Midnight üçlemesinin yönetmeni Richard Linklater'ın  son filmi. Vietnam'da birlikte savaşan üç askerlik arkadaşı otuz yıl sonra bu kez içlerinden birinin Irak savaşında hayatını kaybeden oğlunun cenazesi için bir araya geliyorlar. Steve Carell, Bryan Cranston ve Laurence Fishburne gibi önemli isimleri bir araya getiren film politik tarafı güçlü bir kara komedi. Darryl Ponicsan'in romanından Linklater tarafından uyarlanan senaryo kahkahalarla güldüğünüz sahnelerle gözlerinizi yaşartan anları başarılı bir şekilde dengeliyor. Richard Linklater bir yolculuk boyunca yapılan sohbetleri yazmada usta bir sinemacı (bakınız Before serisi). Burada da eğlenceli diyaloglara imzasını atmış. Üç arkadaş cenazeyi teslim almaya giderken ve cenazeyi teslim aldıktan sonra yol boyunca yaşlılık, gençlik, dindarlık, Vietnam savaşı, Irak savaşı ve daha onlarca konu üzerinde tartışıyorlar. Dürüst, cesur, sevimli bir yol filmi.

Benim Notum: 7 / 10

126. The Greatest Showman

İşte özellikle müzikleriyle 2018'e damgasını vurmuş filmlerden biri. Şu anda gidip İngiltere albüm listelerine bir göz atarsanız (ki şuradan bakabilirsiniz), The Greatest Showman film müzikleri albümünün 1 numarada olduğunu görürsünüz . Bir albümün liste başı olması olağan bir durum gibi gelebilir, ama burda olağan dışı olan şey, piyasaya çıkalı 53 hafta -yani bir yıldan fazla- olmasına rağmen bu albümün hala en çok satan albüm olması. Üstelik de 2018 yılının tamamını ilk 5 içerisinde geçirmesi. Albümdeki şarkılardan "This is Me"  de En İyi Şarkı dalında Oscar'a aday olmuş ve bu dalda Altın Küre almıştı. Demek ki filmdeki "ben kendimle barışığım, ha bir de beni kimse yıkamaz" temalı şarkılar özellikle genç bir demografiyi çok etkilemiş. Peki ya filmin kendisine gelirsek: Bence pek bir numarası yok. Hugh Jackman’ın şov dünyasının efsane ismi P.T. Barnum’u canlandırdığı The Greatest Showman, daha çok 105 dakikalık bir müzik video klibi gibi. Hiçbir sekansın 2 dakikadan uzun sürmediği aşırı hızlı bir kurgu bir süre sonra yorucu bir hal almaya başlıyor.  Bu paldır küldür koşuşturmaca içinde ne hikaye ne de karakterler derinleşebiliyor. Sonuçta da, güzel müzikler dinlemiş, güzel performanslar izlemiş ama hedeflenen duygusal yoğunluğa yükselememiş bir şekilde tamamlıyoruz filmi. 

Benim Notum: 6,5 / 10

21 Aralık 2018

125. Roma


Bu sene Venedik Film Festivalinden En İyi Film ödülü ile dönen Roma birkaç aydır Oscar muhabbetlerinde de en çok adı geçen filmlerden. Children of Men ve Gravity ile hatırladığımız Meksikalı yönetmen Alfonso Cuaron'un çektiği film öncelikle şahane görüntüleri ile aklımıza kazınıp kalıyor. Tamamı siyah-beyaz çekilen filmdeki birçok kareyi tek tek alıp, çerçeveletip tablo olarak salonunuzun duvarına asabilirsiniz. Aslına bakarsanız filmin öyle çok da değişik, vurucu bir öyküsü yok. Cuaron'un bizzat kendi çocukluk hatıralarından derleyip yazdığı senaryo, 70'li yılların başında Meksikalı orta sınıf bir ailenin yanında yardımcı olarak çalışan kırsal kökenli Cleo adlı bir kızın hikayesini anlatıyor. Ailenin Mexico City'de oturduğu mahalle Roma, aynı zamanda filme de adını veriyor. Cuaron otantik etkiyi arttırmak için, filmdeki evde kullanılan mobilya ve eşyaları kendi çocukluğunun geçtiği evden almış, hatta bazılarını akrabalarının evlerinden toparlamış. Yönetmen doğduğu, büyüdüğü toprakların yaşamını beyaz perdeye aktarırken bir yandan da birbirinden çok farklı sosyal statülerden iki kadın, Cleo ve evin hanımı Sofia'nın başlarına benzer olayların gelmesi sonucu ayakta kalma mücadelelerini ve birbirlerine destek oluşlarını anlatıyor. Başroldeki Yalitza Aparicio'nun sade ve doğal oyunculuğu filmin gerçekçiliğine çok şey katmış.

Alfonso Cuaron "hayatımın en önemli projesi" dediği Roma'da yapımcılığın, yönetmenliğin ve senaryo yazarlığının yanı sıra görüntü yönetmenliğini de üstlenmiş. Ama ah o görüntüler... Özellikle kalabalık sahnelerin  (tozlu bir toprak sahanın ortasında antrenman yapan gençler, Mexico City sokaklarındaki öğrenci eylemleri, hastane koridorları ve tüm o doğumhane sahnesi) çekimindeki teknik virtüözlük insanın ağzını açık bırakıyor. Yine, filmin sonlarındaki deniz sahnesinde kameranın sadece yatay bir eksende sağa sola sakin sakin hareket ettiği o tek plan çekim de "bunu nasıl yapmışlar" dedirtiyor. Alfonso Cuaron sıradan bir konuyu derin ve incelikli bir sinema deneyimine dönüştürmüş. Bu her yönetmenin harcı değil. Film Netflix yapımı ama Türkiye'de sinemalarda da gösterimde, ve iyi ki de öyle. Bulabildiğiniz en büyük perdede izleyin. Roma görüntülerle yazılmış bir şiir gibi.

Benim Notum: 8 / 10

124. Spider-Man: Into the Spider-Verse


Spider-Man külliyatına hakim olanlar bilecektir (ben bilmiyordum), Spider-Man çizgi romanlarında yıllar içerisinde farklı evrenler oluşmuş ve bu evrenlerde bildiğimiz Peter Parker'dan ayrı olarak, farklı Spider-Man'ler ve Spider-Woman'lar da varmış. İşte Into the Spider-Verse, Afro-Latin kökenli genç Miles Morales'li Örümcek Adam'ın origin/başlangıç hikayesini ve onun evrenini anlatıyor. Miles, kötü adam Kingpin ile karşılaşıp onun farklı boyutları birleştiren makinesini keşfedince, farklı evrenlerden gelen diğer Örümcek İnsanlar da teker teker hikayeye dahil oluyorlar.

Into the Spider-Verse animasyon tekniği açısından çok yenilikçi ve yaratıcı bir yapım. Filmleri yorumladığım dönem içerisinde daha önce de bazı filmler için "çizgi-roman estetiğine sahip" diye yazdığımı hatırlıyorum, örneğin bazı aksiyon filmlerinde... Ama burada daha başka bir durum söz konusu: Into the Spider-Verse resmen çizgi-roman sayfalarını alıp hayata geçiriyor, canlı canlı önümüze getiriyor. Örneğin bazen karakterlerin düşüncelerini tepelerinde asılı konuşma balonları şeklinde görüyoruz, ya da kapı çarpması gibi yükses sesli bir olay olduğunda, çıkan ses yazı şeklinde kadraja giriyor. Bir iki yerde sahne geçişinde sayfanın çevrildiğini görüyoruz. Hatta, bazı sahnelerde kâğıdın dokusunu hissetmek mümkün. Şöyle anlatayım, çocukluğunda bol çizgi-roman okuyanlar hatırlar, ofset baskıda özellikle gri tonlar kağıt üzerinde nokta nokta görünür, ben mesela en çok Kızılmaske'den hatırlıyorum bu nokta nokta efektini. İşte o puanlı doku bu filmde de yoğun bir şekilde kullanılmış ve çok hoş bir hava yaratmış.

Elindeki büyük franchise ile ne yapacağını pek bilemiyor gibi görünen ve 2002’den bu yana üç ayrı oyuncu ile (Tobey Maguire, Andrew Garfield ve son olarak da Tom Holland) bu süper kahramanı yeniden ve yeniden canlandırarak denemeler yapan Sony stüdyoları sonunda hedefi 12'den vurmuş. Tüm Spider-Man filmleri arasında en iyilerden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim (Sam Raimi'nin yönettiği ilk iki filmden sonra üçüncü sıraya yerleşir benim gözümde). Spider-Man: Into the Spider-Verse, zeka pırıltıları içeren espri anlayışı, muhteşem animasyonu, zamanın ruhunu çok iyi yansıtan popüler kültür göndermeleri ve nefis soundtrack'i ile eğlenceli, harika bir çizgi-roman uyarlaması.   

Benim Notum: 8 / 10  

   

123. Transit

Nazi işgali altındaki Fransa'dan kaçmaya çalışan bir adam, yolculuk esnasında yanıbaşında ölen ünlü bir şairin kılığına giriyor. Şairin izin belgeleri ile çıkış vizesi almayı beklerken, Marsilya'da bir kadına aşık oluyor. Ancak bir süre sonra aşık olduğu kadının, kimliğini çaldığı şairin karısı olduğunu öğreniyor. Alman yönetmen Christian Petzold, Transit'i yine Almanya'nın önemli yazarlarından Anna Seghers'in 1944 tarihli bir romanından uyarlamış. Ama senaryoda çok ilginç bir dokunuş, bir twist var: Nazi işgali deyince filmin 2.Dünya Savaşı sırasında geçtiğini düşündünüz elbet, ama hayır, film günümüzde geçiyor. Fantastik bir öyküde, güya Almanlar günümüzde Fransa'yı işgal etmiş. Bugünün Marsilya'sında, vize almak için kuyrukta bekleyen Almanları, Fransızları görmek insanı gülümsetiyor, hem de vize almak için başvurdukları yer de Meksika konsolosluğu. Petzold zaman boyutuyla oynayarak senaryoya kendi damgasını vursa da, film Anna Seghers'in romanının ruhuna sadık kalmış. Filmi izlerken sanki bir romanın sayfalarını çeviriyor gibi hissediyor, edebi lezzetler alıyorsunuz. Ancak temposunun çok düşük olduğunu ve seyirciden belli bir sabır istediğini de eklemek lazım.

Benim Notum: 6,5 / 10

20 Aralık 2018

122. Calibre

İngiliz filmlerinden devam edelim o zaman... Çocukluk arkadaşları Vaughn ve Marcus bir haftasonu İskoçya'nın dağlarında ava çıkıyorlar. Av esnasında, genç adamlardan biri bir anlık bir dikkatsizlik sonucu oraya kamp yapmaya gelmiş bir turisti yanlışlıkla vuruyor. Bu cinayeti örtbas çabaları ise daha kötü sonuçlar doğuruyor. Matt Palmer'ın yazıp yönettiği Jack Lowden, Martin McCann ve -acayip derecede Rachel McAdams'a benzeyen- Kate Bracken'ın oynadığı film tam bir "truth will set you free / hakikat seni özgür kılar" hikayesi. İki arkadaştan daha iyi kalpli gibi görünen Vaughn'un yaşadığı vicdan muhasebesini odağına alan senaryo karakterlerin düştüğü durum üzerinden iyi bir psikolojik gerilim yaratmayı başarıyor. Filmin sonuna kadar da "acaba düştükleri bu çukurdan nasıl kurtulabilecekler" sorusu belli bir merak duygusunu hep canlı tutuyor. İyi bir Netflix filmi.

Benim Notum: 7 / 10 

121. Ghost Stories

Doğaüstü olayların varlığından şüphe duymasıyla ünlü bir profesör, açıklanamayan üç olayla ilgili bir dosyaya ulaşıyor ve olayların geçtiği mekanları ziyaret ederek bunları teker teker araştırmaya başlıyor. İngiliz aktör Andy Nyman'ın, Jeremy Dyson ile birlikte hem yazıp hem de yönettiği, üstüne bir de başrolde oynadığı Ghost Stories adı üzerinde üç hayalet hikayesini anlatıyor. Bu üç hikaye ilk başta birbirinden bağımsız gibi görünse de filmin sonunda elbette yollar bir yerde kesişiyor. Tek tek hikayelere bakıldığında aslında filmin oldukça ürkünç ve etkileyici olduğu söylenebilir. Ancak sondaki çözümleme (spoiler vermeyeyim) sanki bütün o etkiyi silip atıyor ve "e biz şimdi boşuna mı korktuk" dedirtiyor. O talihsiz finalle birlikte, o ana kadar izlenilen tüm sahnelerin altı birden bire boşalıyor ve seyirci kendini aldatılmış hissediyor. En azından ben öyle hissettim.

Benim Notum: 6 / 10

18 Aralık 2018

120. Madeline's Madeline

Bir modern tiyatro topluluğunda rol alan 16 yaşındaki Madeline, bir yandan da ağır bir depresyonla mücadele etmektedir. Tiyatronun hırslı yönetmeninin Madeline'in annesi ile problemli ilişkilerini oyundaki performansa yansıtma çabaları çok iyi sonuçlar doğurmayacaktır. Josephine Decker'ın bu sene Sundance Film Festivalinde görücüye çıkan filmi tam bir Amerikan bağımsız sineması örneği. Aslında başroldeki Madeline'i canlandıran Helena Howard çok parlak bir iş çıkartıyor, bu genç kızın ismini eminim ileride çok duyacağız. Filmin ruhsal rahatsızlıklar konusuna cesur yaklaşımı da takdire değer. Ancak yönetmenin herşeyi sanki bir rüyadaymış gibi anlatma tarzı filmi izlemeyi zorlaştırıyor. Sürekli çok yakın plan çekimler, odağı kaymış bulanık görüntüler bir süre sonra yorucu olmaya başlıyor. Decker'in abartılı yönetmenlik numaraları, hikayeyi anlatma yönünde etkili bir araç olmaktan ziyade, dikkat dağıtıcı bir unsura dönüşüyor.

Benim Notum: 6,5 / 10

16 Aralık 2018

119. Lazzaro Felice

Filmin açılışında İtalya'da tütün çiftçiliği ile uğraşan küçük bir köy ile tanışıyoruz. Ancak bu köyde bir gariplik var: köyün sakinleri aşırı fakir, örneğin 20 kişi tek bir çatı altında yaşıyor, neredeyse yatacak yerleri yok. Ayrıca çok da cahiller, okuma yazma bile bilmiyorlar. Dünyanın sekizinci büyük ekonomisi İtalya'da böyle bir yerleşim yeri nasıl olabilir sorusu takılıyor aklımıza önce. Sonra filmin biraz gerçeküstü öyküsü açılmaya başlıyor: yıllar önce bir sel nedeniyle dış dünya ile bağlantısı kopan bu dağ köyünde, meğer bir toprak ağası yıllardır köylüleri sömürmekteymiş, onları boğaz tokluğuna çalıştırıp hasat edilen tütünün ticaretini yapmaktaymış. Hikaye daha sonra köylüler arasında yaşayan Lazzaro adlı aşırı saf, ama çok iyi kalpli, neredeyse aziz gibi bir gence odaklanıyor. Filmin ikinci yarısında Lazzaro'nun yine bazı doğaüstü olaylar sonucunda köyünden ayrılmasını ve büyük şehirde başına gelenleri izliyoruz. Alice Rohrwacher'ın en son Cannes Film Festivalinde en iyi senaryo ödülünü alan filmi değişik bir modern masal.  Rohrwacher, sosyal adaletsizliğin hüküm sürdüğü bir dünyada, bir insanın sadece saflık ve katıksız iyilikle nereye kadar gidebileceğini sorguluyor. Yönetmenin metaforlarla anlatım merakı (kurtlar vesaire) zaman zaman tempoyu düşürse de, ilgiye değer bir Avrupa filmi.

Benim Notum: 7 / 10 

14 Aralık 2018

118. The Other Side of the Wind

Orson Welles, Avrupa'da geçirdiği 25 yıllık sürgün hayatının ardından 1970 yılında tekrar Amerika'ya gelir ve "geri dönüş projem" dediği The Other Side of the Wind üzerinde çalışmaya başlar. Filmin sancılı çekim süreci aradaki duraklamalarla birlikte 1976'ya, sonrasındaki post-prodüksiyon çalışmaları ise 1980'e kadar sürer. Yasal ve finansal birçok engele saplanıp kalan Orson Welles filmi tamamlayamaz ve 1985'te geçirdiği kalp krizi sonucu hayata veda eder. Geriye de kurgu çalışmaları yarım kalmış yaklaşık 100 saatlik görüntü ve filmin nasıl olması gerektiği ile ilgili çeşitli notlar bırakır. Ölümünden sonraki yıllarda filmle ilgili hakları elinde bulunduran Welles ailesi yüksek telif hakları isterler. En sonunda 2017 yılında Netflix ile anlaşmaya varılır ve yönetmenler Wes Anderson (Grand Budapest Hotel) ve Noah Baumbach önderliğinde film tamamlanır. Yani sonuç olarak tamamlanması 47 yıl süren bir projeden söz ediyoruz.

Buraya kadar kağıt üzerinde herşey çok güzel, ilginç; yirminci yüzyılın en önemli sinemacılarından birinin son işini izleyebilmek heyecan verici, tamam. Ama öte yandan önümüzdeki son ürün öylesine izlemesi zor, tek kelimeyle ifade etmek gerekirse öylesine "tuhaf" bir şey ki... Benim çocukluğumda babamın 8mm'lik bir kamerası vardı. O kamerayla yapılmış, genelde aile gezilerini içeren ikişer üçer dakikalık kopuk kopuk çekimleri arka arkaya izlerdik. Bu filmi izlerken o çekimleri hatırladım. The Other Side of the Wind, başı sonu belli olan bir hikayeden ziyade, yönetmenin farklı anlatım teknikleri arasında gezindiği aşırı stilize bir egzersiz gibi. Orson Welles, filmin (bana 20 saat gibi gelen) 2 saatlik süresi boyunca, farklı çerçeve oranları ve renk paletleri arasında gidip geliyor. Bunu yaparken Antonioni'den Godard'a o dönemin özellikle Avrupalı sinemacılarına göndermeler hedefleniyor, onu anladık da, keşke gönderme yapacağım derken bize bu kadar işkence çektirmeseymiş. Sadece ve sadece iflah olmaz sinefillere ve fakültelerin sinema bölümü öğrencilerine... 

Benim Notum: 4 / 10     

12 Aralık 2018

117. Bizim İçin Şampiyon


Ne yalan söyleyeyim filmin ismi biraz talihsiz, hiç "aman gideyim şu filmi göreyim" isteği uyandırmamıştı bende. Ama iyi ki de gitmişim. Bizim İçin Şampiyon öncelikle çok yüksek prodüksiyon kalitesi ile dikkati çekiyor. Bütün o yarış sekansları, drone çekimleri, doğa görüntüleri filan birinci sınıf. Biz bu tür yarış sahnelerini Hollywood yapımlarında görmeye alışmıştık, örneğin 2000'li yıllardan hemen akla Seabiscuit ya da Secretariat geliyor. Bu filmdekiler onları hiç aratmıyor, hatta belki heyecan unsuru bakımından biraz üzerine bile çıkıyor. Bir kere zaten yelelerini rüzgarda uçura uçura dörtnala koşan bir atın görüntüsü sinema diline son derece uygun bir imge. Ama tabii layıkıyla çekebilmek şartıyla. İşte daha önce hiçbir filmini izlemediğim, Dokuz Eylül Üniversitesi mezunu (demek ki hemşerim) yönetmen Ahmet Katıksız ve görüntü yönetmeni Serkan Güler bu güzel malzemeden nefes kesen çekimler çıkarmayı başarmışlar. Çok zengin bir görselliği, çok iyi bir işçiliği var filmin.

Film 90'lı yıllarda hipodromlarda fırtına gibi esen Bold Pilot adlı efsanevi İngiliz tayını ve asıl önemlisi onun çevresindeki insanları, jokey Halis Karataş'ı ve yetiştirici Atman ailesini anlatıyor. Elbette Halis Karataş'ın "patronun kızı" Begüm Atman’la yaşadığı büyük aşk da filmin duygusal eksenini oluşturuyor. Benim gittiğim seansta salonun çoğunluğu 45 yaş üstü izleyicilerden oluşuyordu. Belli ki gençlikleri Bold Pilot'ı takip ederek geçen bu kitle o asil ata son bir kez saygılarını sunmak istemişlerdi. At yarışlarına karşı hiçbir zaman özel ilgim olmadı ama, bu filmde Bold Pilot’ı ve onun gerilerden gelerek kazandığı yarışları izlerken sinemada "hadi oğlum, hadi oğlum" diye ayağa kalkmamak için kendimi zor tuttum. Filmin "kaybedeceğini bilsen bile mücadeleyi bırakmama" yönündeki mesajlarını da çok etkileyici buldum. Bizim İçin Şampiyon son dönemde popüler sinema türünde çekilen yerli yapımlar arasında bence en iyilerden biri. Emeği geçenlerin ellerine sağlık.

Not: Filmi izleyenler, anlatılanların gerçek olduğunu teyit etmek ve ağlamaya devam etmek için Bold Pilot ile ilgili şu kısa belgesele de göz atabilirler: Bölüm 1 , Bölüm 2

Benim Notum: 8 / 10

11 Aralık 2018

116. Blindspotting


Hapisten çıkan Collin (Daveed Diggs) bir yıllık şartlı tahliye süresinin son üç günündedir. Eğer bu üç günde de başını beladan uzak tutmayı başarırsa özgürlüğüne tam olarak kavuşacaktır. Gelgelelim çocukluk arkadaşı, fazla atarlı genç Miles (Rafael Casal) onun bu beladan uzak durma çabalarına limon sıkmak üzeredir. Carlos López Estrada'nın bu ilk uzun metraj filminde senaryoyu filmin iki başrol oyuncusu Daveed Diggs ve Rafael Casal yazmış. Bu nedenle izlediğimiz hikayenin otobiyografik olduğunu da düşünebiliriz. İki başrol oyuncusunun aynı zamanda senaryo yazarları olduğu bir durumu en son yıllar önce Matt Damon ve Ben Affleck'e Oscar kazandıran Good Will Hunting'de görmüştük.

Blindspotting, kentsel dönüşüm (Amerika'da bu dönüşüm işi bizdekinden biraz daha farklı uygulanıyor) ve ırkçılık üzerine söyleyecek sözleri olan cesur bir film. Toplumsal eleştiri ile komedi unsurlarını mükemmel bir şekilde harmanlayan yönetmen Carlos López Estrada övgüye değer bir iş çıkarmış. Başroldeki zenci aktör Daveed Diggs daha ön planda gibi görünse de, ben onun "zenci görünümlü beyaz" kankasını canlandıran Rafael Casal'ı daha çok beğendim.  

Benim Notum: 8 / 10



7 Aralık 2018

115. The Kindergarten Teacher


New York'ta yaşayan bir anaokulu öğretmeni Lisa, sınıfındaki çocuklardan birinde şiire karşı olağandışı bir yetenek farkediyor. Çocuğun yazdığı şiirlerin bir dahi seviyesinde olduğunu gören kendisi de şiire meraklı kadın, onun elinden tutmaya karar veriyor. Ama zamanla, ona yardım etme meselesini bir saplantıya dönüştürüyor ve üstüne vazife olmayan işlere kalkışıyor.

2014 yılı yapımı bir İsrail filminin yeniden çevrimi olan The Kindergarten Teacher'ı Sara Colangelo yönetmiş. Tıpkı kardeşi Jake gibi, bu tür arızalı tipleri canlandırmayı pek seven Maggie Gyllenhaal yine başarılı bir performans sergiliyor. Daha ilk bakışta canlandırdığı Lisa karakterinde bir şeylerin yerinde olmadığını hissediyorsunuz. Hikaye ilerledikçe yaptıklarını asla onaylamasanız dahi, onu anladığınızı düşünüyorsunuz. Filmin sonunda ise, tanımlaması zor bir hüzün duygusu kaplıyor ruhumuzu. Çok sade ama sıradışı bir senaryo ilgiyi hak ediyor.

Benim Notum: 7,5 / 10

6 Aralık 2018

114. Private Life

Tamara Jenkins'in 11 yıllık bir aradan sonra yönetmenliğe dönüş filmi Private Life, New York'ta yaşamakta olan 40'lı yaşlardaki evli bir çiftin kısırlık tedavisi sürecini anlatıyor. Oyuncu yönetimindeki ustalığı ile bilinen ve daha önce Savages ile Laura Linney'ye bir Oscar adaylığı kazandıran Tamara Jenkins bu kez de Paul Giamatti ve Kathryn Hahn'dan hayranlık uyandırıcı performanslar elde ediyor. Özellikle daha çok uyduruk komedi filmlerinde görmeye alıştığımız Kathryn Hahn içindeki cevheri asıl bu filmde ortaya çıkartıyor ve dramatik ağırlığı yüksek bir rolün altından başarıyla kalkıyor. Film içinde oldukça komik bazı sahneler ve parlak "one-liner"lar barındırsa da, özellikle sonlara doğru dram yönü daha ön plana çıkıyor. Kendisi de zamanında kısırlık tedavisi görmüş olan Tamara Jenkins, tedavi sürecininin o sürece dahil olan herkese getirdiği maddi ve manevi ağırlığı çok başarılı bir şekilde ele almış.

Benim Notum: 7 / 10

5 Aralık 2018

113. Outlaw King

14. yüzyılda İngiliz kralı I.Edward'a karşı baş kaldıran İskoç Robert the Bruce'un bir bağımsızlık savaşını başlatma çalışmaları. İki sene önce dört dalda Oscar adayı Hell or High Water'da Teksas bozkırlarında dolaşan İskoç yönetmen David Mackenzie bu kez doğduğu topraklara geri dönüyor. Yine o filmdeki başrol oyuncusu Chris Pine'ı da yanında getiriyor. Outlaw King öncelikle başarılı görüntüleri ile dikkat çekiyor. Hemen açılıştaki, dokuz dakikalık tek plan çekim "vay canına" dedirtiyor. İskoçya'nın gerek doğasını gerekse geleneklerini ekrana getirirken kullanılan sinematografi etkileyici. Çok fazla savaş sahnesi olmasa da, sondaki meydan muharebesi bölümü de iyi çekilmiş. Ama filmin eksikleri de yok değil: Öncelikle, kopuk kopuk ilerleyen olay örgüsü kurgu masasında çok zaman geçirilmiş gibi hissettiriyor. Filmin ilk halinin 4 saat olduğu bilgisi bu hissiyatın boşa olmadığını kanıtlıyor. Bazı sahnelerin başlaması ile bitmesi bir oluyor. Eğer ilerde bir "director's cut" versiyonu çıkarsa, eminim o çok daha başka bir film olacak.

İskoçların bağımsızlık savaşı denince akla Mel Gibson'lı Braveheart'ın gelmemesi imkansız. Chris Pine ne yazık ki bir Mel Gibson'ın karizmasına sahip değil. Film boyunca yüzünde aynı kalender ifade ile dolaşıp duruyor. Onun ruhsuz performansı, öykünün ana karakterine bağlanmamızı da zorlaştırıyor. Filmin kötü adamı Prens II.Edward'ı canlandıran oyuncu deseniz tam bir felaket. Sonuç olarak filmin hem kahramanı hem de kötü adamı duyguyu seyirciye geçirmede yetersiz kalınca, onların arasındaki mücadele de pek umurumuzda olmuyor doğrusu. Yine de Ortaçağ dekorlu savaş filmlerinden hoşlananlar beğenebilir.

Benim Notum: 6,5 / 10

4 Aralık 2018

112. Green Book


1960'lı yıllarda, New York'ta yaşayan İtalyan asıllı bir bar fedaisi ünlü bir siyahi piyanistin şoförlüğünü üstleniyor ve ırkçılığın had safhada olduğu güney eyaletlerindeki turne boyunca ona eşlik ediyor. Filme adını veren “Green Book” ise zencilerin o eyaletlerde yolculuk ederken geri çevrilmeden ya da dayak yemeden konaklayabilecekleri ve yemek yiyebilecekleri yerleri listeleyen kitabın adı. Gerçek olaylardan esinlenen film, ele aldığı meseleler itibarıyla iki sene önceki Octavia Spencer'lı Hidden Figures'ü hatırlatıyor (ki Spencer burada da yapımcı olarak karşımıza çıkıyor). Bir kez daha, Amerika'da daha sadece 60'larda, yani bu kadar yakın bir geçmişte yaşanan ırkçılığın ve nefretin boyutu insanı şaşırtıyor.

2017'de Moonlight ile Oscar alan Mahershala Ali, yeteneğini göstermesine çok daha fazla imkan veren bir rolde parlıyor ve Oscar'a yine göz kırpıyor. Kendisini True Detective dizisinin Ocak ayında başlayacak yeni sezonunda başrolde izlemek için sabırsızlanıyoruz. Belli ki bir yandan bu film, bir yandan dizi derken 2019 Ali'nin senesi olacak. Bir zamanlar Yüzüklerin Efendisi'nin Aragorn'u olarak tanıyıp sevdiğimiz Viggo Mortensen ise epeyce kilo alarak hazırlandığı Tony Lip rolünde belki de kariyerinin en iyi performansını sergiliyor.

Bu arada bu güzel filmi İzmir'de sadece tek bir salonda ve üstelik o tek salonda da günde sadece iki seansta gösterime sokma vizyonsuzluğu kime aittir, film şirketine mi, sinema işletmecilerine mi, bilemiyorum. Birçok dalda Oscar'a aday olduğunda hatalarını anlayıp, yeniden gösterime sokacaklar, orası kesin de, o vakte kadar beklemek istemiyorsanız biraz emek harcamanız gerekecek. Ama kesinlikle değer. (25 Şubat'ta gelen EDIT: Green Book En İyi Film Oscar'ını aldı)

Benim Notum: 8 / 10

3 Aralık 2018

111. The Guilty


Ben böyle deneysel projeleri seviyorum: The Guilty'nin tamamı tek bir odada ve -birkaç saniye görünen diğer figüranları saymazsak-  tek bir aktör ile geçiyor. 112 acil yardım servisinde görevli polis memuru Asger (Jakob Cedergren), kaçırılan bir kadından bir yardım çağrısı alıyor. Zamana karşı bir yarışa giren Asger, telefon başında geçen 85 dakika boyunca hem olayın içindeki kişileri hem de polis arkadaşlarını arayarak kadını kurtarmaya çalışıyor. 

Beş yıl önce Halle Berry'nin başrolde oynadığı, benzer bir konuyu ele alan The Call diye yavan bir film vardı. O filmin yapmak isteyip de yapamadıklarını The Guilty mükemmel bir şekilde başarıyor.  2018 Sundance Film Festivalinde seyirci ödülü alan, yıl boyunca birçok prestijli festivalden de ödüllerle dönen filmde tüm gerilimi telefondan duyduğumuz seslerle yaşıyoruz. Ama o  da ne gerilim!.. Film izleyiciye sanki bir kitap okuyormuşcasına olayları kafasında canlandırma imkanı tanıyor. Yönetmen Gustav Möller tansiyon yaratmak için illa bir şeyleri görmemizin gerekli olmadığını ispat ediyor. Hatta bazen görmediğimiz, ama hayalimizde canlandırdığımız tablolar daha korkunç olabiliyor.  Elbette başroldeki Jakob Cedergren'in etkileyici performansı ve akıllıca yazılmış virajlarla dolu bir senaryo bu gerilimin sağlanmasında en büyük katkıyı sağlıyor. Filmin ses efektlerinden sorumlu kişi de özel bir tebriği hak ediyor. The Guilty, ilk dakikasından finale dek kendini ilgiyle izleten, perdedeki öyküden bir an olsun kopmadığınız başarılı bir psikolojik gerilim.

Benim Notum: 8 / 10

30 Kasım 2018

110. Christopher Robin


Yüz Hektar Ormanından ayrıldıktan yıllar sonra bir yetişkin olarak karşımıza çıkan ve artık gayet meşgul bir iş adamı olan Christopher Robin, bazı tesadüfler sonucu çocukluk arkadaşı Winnie the Pooh ile yeniden karşılaşıyor. Çocukluktan ebeveynliğe geçiş sürecinde Christopher Robin o eski hayalperestliğini kaybetmiş, hırs küpü ama mutsuz bir bordro mahkumu olmuş. Aradan seneler geçmesine rağmen hala tüm saflığını koruyan iyimser oyuncak ayımız Pooh, ekibin diğer üyeleri Tigger, Piglet ve İyor ile birlikte Christopher'ın hayattaki  asıl önemli şeyleri yeniden keşfetmesine yardımcı oluyor.  

Bu fantastik masalı elbette çocuklar da severek izler, ama verdiği mesajlar dikkate alındığında Christopher Robin sanki daha çok hayat koşuşturmacası içinde kaybolup gitmiş yetişkinler için yapılmış bir film gibi duruyor. Hikayenin ana unsurları Steven Spielberg'in yıllar önceki Robin Williams'lı Julia Roberts'lı Hook filmine çok benziyor. Özellikle sevimli Poo'nun hayat ile ilgili kelime oyunları içeren felsefi gözlemleri çok eğlenceli ("people say nothing is impossible, but I do nothing every day"). İçindeki çocuğu öldürmek istemeyenler mutlaka izlemeli.

Benim Notum: 7,5 / 10


29 Kasım 2018

109. The Ballad Of Buster Scruggs


Netflix sinema izleme alışkanlıklarımızı değiştirmeye devam ediyor. Ben de yıllarca "film sinemada izlenir" ilkesinin bayraktarlığını yaptım ama, görünen o ki değişen zamanlara ayak uydurmaktan başka çaremiz yok. Joel ve Ethan Coen kardeşlerin yeni filmi sinemalara gelmiyorsa ve sadece Netflix'te gösteriliyorsa, biz de mecburen evde izleyeceğiz.  

Coen biraderlerin son Venedik Film Festivalinde en iyi senaryo ödülü alan filmi Vahşi Batı'dan altı kısa öyküyü bir araya getiriyor. Bu altı öykünün her biri western filmlerinden aşina olduğumuz tanıdık bir temayı odağına alıyor. Örneğin bir bölümde ıssız bir kasabanın ortasında klasik bir düello sahnesi işlenirken, başka bir bölümde at arabaları ile kervan halinde göç eden ilk yerleşimciler konu ediliyor. Hikayelerin ortak özelliği Coen kardeşlere özgü bir kara mizah duygusunun sürekli ön planda olması. Hınzır bir senaryo en dramatik olması gereken anlarda dahi suratımıza bir gülümseme yerleştirmeyi başarıyor. Silahlı çatışma sahnelerindeki oldukça kanlı şiddet de erken dönem Coen filmlerini (Blood Simple, Fargo, vb.) hatırlatıyor. 

The Ballad Of Buster Scruggs'ı izlerken ben epey eğlendim. Elbette bazı bölümler diğerlerinden daha iyi. Örneğin ben Tom Waits'li dördüncü bölümü (All Gold Canyon) ve Zoe Kazan'lı beşinci bölümü (The Gal Who Got Rattled) çok sevdim, altıncı ve son bölümü ise çok gereksiz buldum. Ama toplamına bakıldığında, özellikle Coen hayranlarını mest edecek ilginç bir western antolojisi.   

Benim Notum: 7,5 / 10   

28 Kasım 2018

108. Whitney


Altı sene önce, henüz 48 yaşındayken bir otel odasında ölü bulunan dünyaca ünlü şarkıcı Whitney Houston'ın hayatına samimi ve dokunaklı bir bakış. Touching the Void ve The Last King of Scotland gibi filmleriyle hatırladığımız İskoç yönetmen Kevin Macdonald'ın çektiği belgesel, Whitney'nin parlak sahne ışıklarının ardındaki yürek burkan öyküsünü, en yakınındaki kişilerin tanıklıklarıyla aktarıyor. Görüşmelerin ve videoların kronolojik bir akışla sunulması, yaşanan trajedinin gözlerimizin önünde oluşmasına fırsat veriyor. 

Kevin Macdonald'ın filmi klasik bir yaklaşımla genç yıldızın şöhret basamaklarını yavaş yavaş tırmanmasını anlatmakla vakit kaybetmiyor. Filmin daha 25. dakikası civarlarında Whitney Houston tüm dünyaca tanınan, şarkıları arka arkaya listelerde 1 numara olmuş, albümü milyonlar satan bir yıldız mertebesine ulaşıyor zaten. Film daha çok bundan sonrası ile ilgileniyor. Uyuşturucunun gencecik bir insanı nasıl yaşayan bir ölüye dönüştürdüğünü gösterirken, bir yandan da bu bağımlılığın sebeplerini araştırıyor. Filmi izlerken Whitney Houston'ın hayatının, yine birkaç sene önce belgeselini izlediğimiz Amy Winehouse ile ne kadar çok paralellikler içerdiğini düşündüm. Yine kızının şöhretinden faydalanmaya çalışan açgözlü bir baba, yine uyuşturucu ve yine çok genç yaşta yitip giden müthiş bir yetenek.

Benim Notum: 7,5 / 10