İncir Reçeli aslında ilgi çekici bir şekilde açılıyor. Karakterlerin doğallığı, diyalogların hayatın tam ortasından kopup gelmesi filme ısınmamızı kolaylaştırıyor. Evinin kapısına gelen Metin'in "hassiktir ya, sigara almayı unutmuşum" demesi gibi günlük konuşmalar bunlar. Ancak bir süre sonra, o baştan çıkarıcı içtenlik kaybolmaya başlıyor. İki sevgili evin her tarafını mumlarla donatıp, çıplak bir şekilde karşılıklı bağdaş kurup birbirlerine büyük laflar etmeye başladıklarında, yukarıda sözünü ettiğim samimiyet duygusu da pencereden uçup gidiyor. Zaten filmin neredeyse tüm ikinci yarısı "bana bir şeyi sevme hakkını vermediler, ben de incir reçelini sevdim" tarzında post-it cümlelerden oluşuyor. Bir sahnede evin tüm duvarlarının post-it'lerle doldurulması bu açıdan ironik, o sahne sanki filmin genel manzarasını da özetliyor. Oyuncu seçiminde de problemler olduğunu düşünüyorum, ana rollerde başka iki isimle yönetmen Aytaç Ağırlar anlatmak istediklerini daha iyi aktabilirmiş bizlere. Duygu'yu canlandıran Melike Güner'in "deli dolu çılgın kız" kompozisyonu bana yapmacık geldi. Sezai Paracıkoğlu'nun "tiyatrocu" formasyonu ise her sahnede bize kendini belli ediyor. Bunu olumsuz anlamda söylüyorum, çünkü sinema dili başka bir şey. Yine de birçok Türk filminden daha iyi, şans vermeye değer bir yapıt. O andaki duygusallık durumlarına göre çok sevenler de çıkacaktır İncir Reçeli'ni... (6,5)
30 Mayıs 2011
27 Mayıs 2011
58. Kurtlar Vadisi: Filistin
Çocukluğumun Kara Murat filmlerindeki zeka seviyesinin ve dünya görüşünün bu çağda hala bu kadar seyirci toplayabilmesi enteresan. Üç adam ellerini kollarını sallaya sallaya İsrail'i fethe çıkıp koca bir ordu ile savaşıyor, arada bir ona buna "şşş, adam ol" diye ayar vermeyi de ihmal etmiyorlar. Bizim de bu kepazeliği izleyip, "bir Türk dünyaya bedeldir" diye göğsümüzün kabarması mı bekleniyor? Sadece verdiği mesajlar nedeniyle de eleştiriyor değilim bu yapımı. Filmin tüm şovenist ayrıntılarını ayıklayın, yine de iyi film değil. Fikrine değer verdiğim yazarlardan şöyle yorumlar okumuştum film ile ilgili: "tamam senaryo işe yaramaz, ama aksiyon sahnelerini de Allah için çok iyi çekmişler" ya da "sondaki çatışma sahnesi Black Hawk Down'ı anımsatıyor" filan gibi... Hayır efendim, hiç mi aksiyon filmi izlemedik, bu resmen her yönü ile kötü bir film. Çatışma sahnesinin bile bir koreografisi, kendi içinde bir estetiği olur, bunda öyle bir şey yok. Ayrıca birkaç tane kelepir helikopter bulup yaktığın zaman da o film Black Hawk Down olmuyor. Moşe'nin komuta merkezindeki dekorların sakilliğine, müsamere düzeyindeki oyunculuklara hiç girmeyeyim. (2)
25 Mayıs 2011
57. Scream 4
Wes Craven 11 yıl önce kurumuş bir kuyudan hala su çıkar mı acaba diye uğraşmış. 1996 yılında çekilen ilk Scream hem "teen slasher" denilen korku sineması türü ile dalga geçen, hem de kendisi de bizzat sıkı bir korku örneği olan iyi bir filmdi. Yönetmen Wes Craven'ın tüm ustalığını ve türdeki tecrübesini yansıttığı bu orjinal fikir, korku türünü sevenlerce coşkuyla kucaklanmış, üç filmlik bir seriye de dönüşmüştü. Ama artık 2011'de bu fikrin hiçbir orjinalliği kalmamış, hem yapılan espriler hem de hayalet suratın cinayetleri "e biz bunları defalarca görmüştük" hissi uyandırıyor. Yine de filmin içine yerleştirilmiş sinema tarihi ve de özellikle korku sineması ile ilgili göndermeler, sinemayla yakından ilgilenen benim gibiler için hoşluklar da içermiyor değil. Bir de en sonda Sidney'in "don't fuck with the original" diye biten müthiş bir repliği var, tek başına bu sahne filme verdiğim puanın bir yarım puan artmasını sağladı. (6,5) SİNEMADA İZLENDİ
24 Mayıs 2011
56. Thor
Bu yaz epey bir uçan kaçan adam izleyeceğiz. 2011 yaz döneminin ilk süper-kahraman filmi sinemalarımızda, hem de kendi ülkesinden bir hafta önce...(bu gösterime girme tarihleri ile ilgili aşağıda 49 numaralı Rio başlığına bir göz atınız). İskandinav mitolojisinden esinlenen bu Marvel çizgi romanında, uzayda Asgard denilen bir krallıkta yaşarken sihirli çekici ile birlikte dünyaya sürgüne gönderilen yarı-tanrı Thor'un maceralarını izlyoruz. Filmin Asgard'da geçen ve hikayenin temellerini anlatan ilk yarım saatlik "kim kimdir" bölümü aslında vasat. Thor'un dünyaya geldikten sonraki "sudan çıkmış balık" halleri ise filmin en eğlenceli bölümünü oluşturuyor. Filmi izlemeden yönetmen satırının karşısında Kenneth Branagh ismini görenler şaşıracaklardır. Gerçekten de hem oyuncu hem yönetmen olarak ağır ve ağdalı Shakespeare filmleri ile ün yapmış bu İngiliz aktörün ismini, üç boyutlu bir çizgi-roman uyarlamasında görmek önce bir "ne alaka!" dedirtiyor. Ancak Thor'u izleyince görüyoruz ki, hikayede Othello, Kral Lear ve V.Henry'den ödünç alınmış birçok tema var (güçlü bir baba figürü, babasını hem seven ama hem de yok etmek isteyen bir üvey evlat, vs..) ve Kenneth Branagh'ın bu projeye sempati duyması sürpriz değil. Branagh'ın varlığı yapıma belli bir kalite kazandırmış. Ama aceleye gelmiş bölümler de var: Thor ile Natalie Portman karakteri arasındaki romantizm iyi işlenmemiş, çatıda geçen bir muhabbetin sonrasında hemencecik birbirlerine aşık oluvermeleri inandırıcı durmuyor. Thor'un karşısına çıkan o devasa robotla çarpışma sahneleri de yeterince ilginç değil. Sonuç olarak, çok fazla bir şey beklenmeden izlenebilecek, iyi çekilmiş bir yaz eğlencesi. (7) SİNEMADA İZLENDİ
6 Mayıs 2011
55. Fast Five
Vay vay vay... Fast Five eşine az rastlanır bir şeyi başarıyor ve "devam filmleri ilkini aratır" kuralını çöpe atıyor. Hızlı ve Öfkeli filmlerinin bu beşinci halkası hiç şüphesiz serinin en janjanlısı, en heyecanlısı ve -hakkını teslim edelim ki- en iyisi... Vin Diesel ve Paul Walker'ı tanıştıran 2001 yılındaki ilk film Los Angeles'da modifiye araçlarıyla birbiriyle yarışan gençleri anlatan çok daha düşük bütçeli ve mütevazı bir yapımdı. O filmden on yıl ve dört film sonra şimdi bütçe beş katına, haşat olan araba sayısı on katına çıkıyor. Aksiyonun dozu ise tam anlamıyla tavan yapıyor. Bu artık bir araba yarışı filmi değil, bir soygun filmi. Gerçekten de Fast Five ekibin toparlanması, soygunun planlanması ve sondaki sürprizleri ile konu olarak serinin diğer filmlerinden ziyade Ocean's Eleven'ı daha çok andırıyor. Aksiyon sahneleri ise insanın ağzını açık bırakacak derecede ustalıkla çekilmiş, birkaç yerde "oha yok artık" diyeceğiniz kesin. Evet, bu sofistike ruhlara hitap eden bir film asla değil, evet diyaloglar çoğu zaman zeka kırıntılarından yoksun. Ama ne gam!.. Sinemayı aynı zamanda bir eğlence aracı olarak görenler, bu filmde aradıklarını eksiksiz bulacaklar: %100 eğlence!.. Yaşasın testosteron kardeşliği!...(8) SİNEMADA İZLENDİ
4 Mayıs 2011
54. Unknown
Bir konferans için Berlin'e giden Dr.Martin Harris içinde bulunduğu taksi ile bir kaza geçirip komaya giriyor. Komadan uyandığında ise başka birinin kendi kimliği ile yaşamaya devam ettiğini görüyor ve gerçek Dr.Harris'in kendisi olduğuna kimseyi inandıramıyor, çok sevgili eşini bile... 58 yaşındaki Liam Neeson yine "Taken" modunda! 2008 yılında Taken ile bir aksiyon figürü olarak küllerinden yeniden doğan Neeson, perdeyi dolduran karizması ile bu filmi de alıp götürmesini biliyor. Son yirmi dakikasına kadar oldukça sürükleyici giden ve merakla izlenen bir yapım Unknown. Ancak entrika çözüldükten sonra film çuvallamaya başlıyor ve klişeler arka arkaya geliyor. Mesela, bu tür filmlerin vazgeçilmez "anlatan adam" klişesi: kötü adam kahramanımızı neden hemen öldürmez de, önce işin içyüzünü anlatma gereği duyar. Adamı öldüreceksin zaten, herşeyi bilse ne olur, bilmese ne olur. Ama yok, şu merasimi uzatalım ki, hem seyirci ne olduğunu anlasın, hem de bu arada biri gelsin adamımızı kurtarsın. Acil bir işi çıkıp film bitmeden sinemayı terk etmek zorunda kalan bir seyirci, muhtemelen filmin tamamını izleyen birine göre daha çok sevecektir Unknown'u... Son bölümdeki savsaklığı saymazsak, ilgi çekici konusu ve Liam Neeson'ın performansı ile suyun üzerinde kalmayı başaran bir yapım yine de... (7) SİNEMADA İZLENDİ
3 Mayıs 2011
53. Kaybedenler Kulübü
Türkiye'nin ilk özel radyolarından Kent FM'de 90'lı yılların ikinci yarısında yaptıkları "Kaybedenler Kulübü" programı ile hatırı sayılır bir dinleyici kitlesine ulaşan Kaan ve Mete'nin gerçek hikayeleri. Sorumluluk almayı ve bir yetişkin gibi davranmayı reddeden bu iki adam, radyo programlarındaki havayı tüm hayatlarına da yansıtıyorlar. Film bir kere, radyoların ve radyocuların dünyasına eğilen ilk Türk filmi olması nedeniyle ilgiyi hak ediyor. Dinleyicilerle karşılıklı konuştukları bölümler akla hemen Oliver Stone'un "Talk Radio"sunu getiriyor. Tolga Örnek'in ekranı üçe dörde bölmek, ne dediği anlaşılmayan bir karakterin söylediklerini altyazı olarak bindirmek gibi biçimsel denemeleri de filme belli bir tempo kazandırıyor. Nejat İşler, kendisi ile özdeşleştirdiği çok belli olan bu rolde hayatının oyununu oynuyor. İki kafadar programlarında rock klasiklerinin yanısıra kafalarına göre bazı Türkçe "damar" şarkılara da yer veriyorlar. Ferdi Özbeğen, Asu Maralman ve MFÖ'yü yıllar sonra yeniden dinlemek, "hakkaten ne güzel şarkılarmış" dedirtiyor. Bu nostaljik lezzetleri yeniden yaşamak isteyenler şuraya , buraya ve hatta oraya tıklayabilirler. Ambalajdaki tüm bu artılara rağmen, anlatılan öykünün beni çok etkilediğini söyleyemeyeceğim. Bir kere filmde genel bir "akşamdan kalma" durumu hakim. Filmi izlerken, herkesin alkollü olduğu bir ortamda tek ayık kişi siz olursanız bir garip hissedersiniz ya, onun gibi hissettim... Hiç şüphesiz Kaan ve Mete'nin eski sadık dinleyicileri ve onların felsefesini paylaşanlar tarafından bu film baş tacı edilecek, giderek bir kült filme dönüşecek. Eğer programı ve bu iki marjinal karakteri severseniz/sevdiyseniz filmi de seversiniz. İstanbul'da yaşamadığım için (ve Kent FM zamanında sadece İstanbul'a yayın yaptığı için) "Kaybedenler Kulübü"nü radyoda hiç dinlemedim. Ama dinleme şansım olsaydı da geceleri oturup bu adamları dinler miydim? Şüpheli... (6,5) SİNEMADA İZLENDİ
2 Mayıs 2011
52. The Green Hornet
İnsan böylesine anlamsız ve gereksiz bir filmi izledikten sonra harcanan milyonlara acıyor doğrusu (filmin maliyeti 120 milyon dolarmış). Hep aynı tip rolleri canlandırarak kısıtlı yeteneğine rağmen komedi filmleri ile bir şekilde ün yapan Seth Rogen, yapımcılığını üstlendiği ve senaryosunu yazdığı filmde elbette başrolü de kendisine ayırmış. İşte "herşeyi ben yaparım" diye ortaya çıkarsan böyle yüzüne gözüne bulaştırırsın!.. Ortada doğru dürüst bir konu yok, diyaloglar gereğinden fazla uzun ve sıkıcı. Geçen sene Inglorious Basterds'taki harika performansı ile Oscar alan Christoph Waltz böyle saçma sapan filmlerde oynayarak kariyerini çöpe atmaya karar vermiş olmalı (bakınız: Cuba Gooding Jr. örneği). Cameron Diaz desen, filmdeki tek işlevi endamını göstermek ve yerli yersiz sırıtmak...tamam, çok güzel bir gülümsemesi var, ama insan senaryoyu da bir okur, değil mi ablacım? Bu felaketin yönetmeninin "Eternal Sunshine of the Spotless Mind"ı çeken Michel Gondry olduğuna inanmak zor. Uyuklaya uyuklaya üç günde zor bitirebildim. (3)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)