27 Haziran 2016

52. Triple 9

Atlanta'da bir grup "çürük" polisten oluşan bir suç çetesi, kentteki Rus mafyası ile ortaklaşa soygunlar düzenliyor. Son bir iş için bir araya geldiklerinde, polis jargonunda bir memurun yaralanması ya da öldürülmesi ("officer down") olarak geçen Kod 999'u kullanarak, polisin dikkatini başka yöne çekmeyi planlıyorlar. Chiwetel Ejiofor'dan Casey Affleck'e, Aaron Paul'dan Anthony Mackie'ye ve hatta Woody Harrelson'dan Kate Winslet'e bir dolu tanıdık oyuncuyu bir araya getiren Triple 9, aslında oldukça etkileyici bir soygun sahnesiyle açılıyor. Michael Mann'in unutulmaz Heat filmini anımsatan bu bölüm bizi heyecanlandırıyor ve "iyi bir şey izleyeceğiz galiba" dedirtiyor. Ancak hikaye belli bir noktadan sonra bu türün klişelerine hapsoluyor ve cazibesini kaybetmeye başlıyor. Senaryonun çok karakterli yapısı bir dezavantaj haline geliyor; kim kimdir, birinin diğeriyle ne ilişkisi vardır, bir yerden sonra karışmaya başlıyor. Geriye iyi çekilmiş bazı aksiyon sahneleri ve yönetmen John Hillcoat'un kırmızı ağırlıklı renk paleti kalıyor. Sonuç olarak belli oranlarda çekici ama genelinde vasatın az üstü bir yapım.

FRAGMAN

Triple 9 (2016) on IMDb

Benim Notum: 6 / 10

22 Haziran 2016

51. Eddie the Eagle


Tam da Rio olimpiyatlarının olduğu bir senede, olimpiyat ruhunun ne demek olduğunu mükemmel şekilde anlatan bir film. Michael "Eddie" Edwards çocukluğundan itibaren olimpiyatlarda yarışmayı hayal eden bir İngiliz. Bunun için çeşitli spor dallarında şansını deniyor. Hüsranla sonuçlanan bu denemeler sonrasında, Britanya olimpiyat takımında kayakla yüksek atlama dalında yarışan bir sporcu olmadığını farkediyor. Ve normalde 6 yaşında başlanılması gereken bu çok zor spora 21 yaşında adım atıyor. 

Eddie the Eagle, "yenik ama azimli" sporcu filmlerinin bilindik formülünü takip etse de, bunu çok iyi bir şekilde yapıyor. Eddie Edwards rolünde Taron Egerton ve onun akıl hocası Bronson Pearly rolünde Hugh Jackman harika bir ikili olmuş. Filmin bol synthesizer'lı müziği, hikayenin geçtiği 80'ler ruhuna çok iyi oturmuş. Finalde çalan "Jump" ise, bu unutulmaz Van Halen klasiğinin sinemada şimdiye kadar gördüğüm en iyi kullanımını oluşturuyor (şarkıyı hatırlamak için şuraya tıklıyoruz). Filmin sonunda yüzünüzde bir sırıtma ile salondan çıkmamanız, ya da ekran başından kalkmamanız imkansız.   


Eddie the Eagle (2016) on IMDb

Benim Notum: 7,5 / 10

17 Haziran 2016

50. The Man Who Knew Infinity

Hindistan'ın en alt tabakasından gelip, ayağına giyecek pabucu yokken matematiğe olan ilgisi ve geliştirdiği formüllerle Cambridge Üniversitesi'nden bir profesörün dikkatini çekmeyi başaran ve onun desteği ile dünyanın en önemli matematik teorisyenlerinden biri olarak tarihe geçen Srinivasa Ramanujan Iyengar'ın gerçek hikayesi. Yönetmen Matthew Brown'ın biyografik film şablonundan pek sapmadığı The Man Who Knew Infinity, Dev Patel ve özellikle de Jeremy Irons'ın oyunları sayesinde ayakta kalmayı başarıyor. Ama bir şeyler eksik; film boyunca Ramanujan'ın ne kadar parlak bir dahi olduğunu dinleyip duruyoruz, ama tam olarak ne yapmıştır, bunu pek anlayamıyoruz. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse, geçen senenin bence en iyi filmlerinden The Theory of Everything'de Stephen Hawking'in son derece ilginç hayat hikayesini izlerken, bir yandan geliştirdiği teorilerle ilgili de az çok bir fikir sahibi oluyorduk. Burada ise defterlere ya da kara tahtalara yazılmış kargacık burgacık upuzun formüller görüyoruz, ama bunlar bize hiçbir şey ifade etmiyor. Bunların ne işe yaradığını birinin bize "dört yaşındaki çocuğa anlatır gibi" anlatması gerekiyor. Mesela, Ramanujan formüllerinin günümüzde evrendeki kara deliklerin davranışlarını incelemede kullanıldığını ta filmin sonunda, kapanış jeneriği akarken öğreniyoruz, ama biraz geç oluyor. Yine de, ana karakterinin etkileyici yaşam hikayesi için izlenebilecek iddiasız bir yapım.

FRAGMAN

The Man Who Knew Infinity (2015) on IMDb

Benim Notum: 6,5 / 10

15 Haziran 2016

49. Ride Along 2

Ride Along'un birincisi zaten yeterince kötüydü, ikincisine gerek var mıydı bilemiyorum. Bir türlü ısınamadığım gürültücü geveze Kevin Hart ile, bir zamanlar anarşist rap şarkılar yazarken, şimdi o eleştirdiği düzenin amigosu olmuş Ice Cube'un başrolleri paylaştığı Ride Along 2, birinci filmdeki ana hikayeyi aynen bir kez daha tekrarlıyor: Ice Cube sert bir dedektifi, Kevin Hart ise onun kızkardeşi ile evlenme hazırlığı yapan çömez bir polis memurunu canlandırıyor. "Buddy cop" filmleri tarihindeki bütün klişeleri ardı ardına sıralayan hikayede, bu iki sinir bozucu adam Miami'deki bir suç örgütünü çökertmeye çalışıyorlar. Ortaya bir iddia koyduk diye seyrettiğim ("150 film"), seyrettikten sonra da hemen unutmak istediğim yorgun ve akılsız bir çaba. Bu senenin en düşük notunu da böylece vermiş olduk netekim.

FRAGMAN

Ride Along 2 (2016) on IMDb

Benim Notum: 3 / 10


6 Haziran 2016

48. Money Monster

Jodie Foster'ın yönettiği Money Monster'da George Clooney bir finans kanalında borsa ile ilgili tavsiyelerde bulunan bir TV sunucusunu, Julia Roberts da programın yönetmenini canlandırıyor. Clooney'nin tavsiyelerine uyarak bütün parasını bir hisse senedine yatıran genç bir adam (Jack O'Connell), o hisse senedi çakılıp bütün parasını kaybedince canlı yayında stüdyoyu basıyor ve tüm çalışanları rehin alıyor. Aslında ilginç olacakmış gibi başlayan film, istenen gerilim sağlanamayınca bir türlü tam olarak rayına oturmuyor. Kapalı stüdyo ortamında daha iyi işleyen hikaye, son perdede oyuncularını sokaklara taşımaya karar verince odağını kaybediyor. Finans dünyasına ve medyaya getirilmeye çalışılan eleştiriler ise cılız kalıyor. George Clooney ve Julia Roberts -her zamanki gibi- yine iyiler. Öykünün beyazperdede gerçek zamanlı olarak akması ise sürükleyiciliği arttıran bir unsur olarak filmin artı hanesine yazılıyor.

FRAGMAN

Money Monster (2016) on IMDb

Benim Notum: 6 / 10

2 Haziran 2016

47. Tumbledown

Ünlü bir country şarkıcısı olan eşinin ölümünden sonra küçük bir kasabadaki dağ evine kapanan ve bu kayıpla yüzleşmekte zorlanan Hanna (Rebecca Hall), eşi ile ilgili bir biyografi yazmak üzere New York'tan çıkıp gelen bir yazar (Jason Sudeikis) ile tanışır. Tahmin edileceği üzere, önceleri birbirlerinin damarına basmakta geri adım atmayan bu ikili zamanla yakınlaşmaya başlayacaktır. Buraya kadar okuduklarınızın sizde esneme etkisi yarattığının farkındayım, az sabredin hele, film kötü değil. Sinemalarımızda "Başımın Belası" adıyla gösterime girdiğini görenler kakara kikiri bir komedi izleyeceklerini düşünebilirler, aşağıdaki fragman da açıkçası biraz yanlış yönlendiriyor; ama Tumbledown acıyı kabullenmek ve gidenin ardından hayata devam edebilmek gibi olgun konuları ele alan ve dram yönü ağır basan romantik bir hikaye. Senaryo içinde birçok klişeyi barındırsa da, Rebecca Hall ve Jason Sudeikis'in inandırıcı oyunları sayesinde film seyircinin ilgisini ve sempatisini yakalamayı başarıyor. Bir şans verilmeyi hak eden, iyi yazılmış, sıcak bir hikaye.

FRAGMAN

Tumbledown (2015) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10


1 Haziran 2016

46. Hitchcock/Truffaut


1960'lı yılların başlarında, o sıralar yeni yetme bir sinemacı olan Fransız yönetmen Francois Truffaut, hayranı olduğu Alfred Hitchcock'u bir dizi röportaj için ikna etmeye çalışır. Truffaut'nun yönettiği 2-3 filmi görmüş olan ve bu genç yeteneğe belli bir sempati besleyen Hitchcock görüşme teklifini kabul eder ve ikili 1962 yılında Los Angeles'da iki hafta boyunca her gün buluşarak Hitchcock'un filmleri ve sinemaya bakışı üzerine söyleşiler gerçekleştirirler. Truffaut daha sonra 1966'da bu görüşmelerin kayıtlarını "Cinema According to Hitchcock" adlı bir kitap olarak yayınlar. Bu kitap yarım yüzyıldır tüm dünyadaki yönetmenler için adeta bir kutsal kitap gibidir.

Bu kez Amerikalı belgesel yönetmeni Kent Jones kitabı ve söyleşiyi odağına alan bir belgesel ile karşımızda. O unutulmaz buluşma, zamanında filme alınmamış. Ama neyse ki, söyleşinin tüm ses kaydı mevcut. Böylece, Hitchcock'un kendi sesinden filmlerinin bazı sahnelerini nasıl çektiğini ve genelde sinema sanatı ile ilgili düşüncelerini dinleme fırsatı yakalıyoruz. Söyleşiden bölümler dinlerken, dönemden fotoğrafları ve film kliplerini izliyoruz film boyunca. Ayrıca Martin Scorsese, Wes Anderson ve David Fincher gibi Hitchcock hayranı yönetmenlerin Hitchcock hakkındaki düşüncelerini öğreniyoruz. Özellikle kimi planların ya da sahnelerin kompozisyonu üzerine söylenenler çok ilginç.

Hitchcock/Truffaut has sinemaseverler için unutulmaz bir resital gibi!.. Kent Jones kitabın yarattığı etkiyi, kitabın yayımlanmasından elli yıl sonra günümüz sinefillerine bir kez daha hatırlatıyor. Kitabı okumayanların da hemen bir kitapçıya uğramasını sağlıyor. Ben, kitabın Türkçesini ararken İzmir'de bir sahafta tesadüfen Amerika'da yayınlanan orjinalini buldum. Şu an evimin salonunda bir hazine duruyor.


Hitchcock/Truffaut (2015) on IMDb


Benim Notum: 8 / 10