31 Mayıs 2013

A Royal Affair

Artık karar verdim, bu Danimarka sinemasında -hatta biraz daha genellersek İskandinav sinemasında- iş var. O topraklardan şu aralar çıkan  en parlak yıldız da Mads Mikkelsen kuşkusuz. İlk olarak James Bond macerası Casino Royale'de kötü adam Le Chiffre olarak karşımıza çıkan bu Danimarkalı aktörü, geçen ay izlediğim The Hunt'da da çok başarılı bulmuştum. Şimdi ise bir tarihi dramada, The Hunt'takinden çok daha farklı bir rolde yine göz dolduruyor. Henüz izlemedim ama, Mikkelsen bu sene başlayan NBC dizisi Hannibal'da başrolü kapmayı da başardı.

18.yüzyılda Danimarka kraliyet sarayında yaşanan bir yasak aşkın gerçek hikayesini, dönemin aydınlanma hareketi ile harmanlayarak anlatan, teknik açıdan mükemmeliği ile benzerlerine fark atan bir yapım A Royal Affair.  62. Berlin Film Festivalinde en iyi senaryo ve en iyi erkek oyuncu dallarında gümüş ayı alan film, aynı zamanda en iyi yabancı film dalında bu seneki Oscar adaylarından biriydi. Saray entrikaları için her hafta Muhteşem Yüzyıl'ı ayıla bayıla izleyenler mutlaka bu filme de bir göz atmalı, tarihi drama nasıl çekilir görmeli. (8)

FRAGMAN

30 Mayıs 2013

Seven Psychopaths

"Yedi Psikopat" adını koyduğu ama hikayesini bir türlü tam olarak kurgulayamadığı kitabını zar zor yazmaya çabalayan senarist Marty'nin başı, tuhaf arkadaşlarının bir mafya babasının köpeğini kaçırması sonrasında belaya dolanıyor. Olaylar gelişirken bir yandan Marty'nin senaryosundaki farklı psikopat katil hikayelerini dinliyor, bir yandan da bizzat Marty'nin yaşadıklarının aslında yazmaya çalıştığı filmi oluşturduğuna şahit oluyoruz. Yani bir tür "film içinde film" durumu. Biraz Guy Ritchie'nin erken dönem filmlerini (Lock Stock, Snatch, RocknRolla), çoklukla da Quentin Tarantino tarzını anımsatan olay örgüsü başta ilginç gelse de, bir süre sonra çok fazla hikaye, çok fazla karakter ve çok fazla diyalog nedeniyle insanın dikkatini dağıtmaya başlıyor. Elbette kadrodaki Christopher Walken, Sam Rockwell ve Woody Harrelson gibi yetenekli aktörleri izlemek bir keyif. Ancak filmde genel bir akıcılık sorunu var. (6) 

FRAGMAN

27 Mayıs 2013

The Great Gatsby

Yirminci yüzyıl Amerikan edebiyatının en önemli yazarlarından F.Scott Fitzgerald'ın The Great Gatsby romanı, aynı zamanda sinemaya en çok uyarlanan eserlerden biridir. Gerçekten de IMDb'de "The Great Gatsby" diye aratsanız bir dolu film ile karşılaşırsınız, ki bunların arasında en çok akılda kalanı 1974 yapımı Robert Redford'lu olanıdır. Şimdi Avustralyalı yönetmen Baz Luhrmann bu meşhur romana kendi tarzı ile yaklaşıyor. Burada "tarz" kelimesi önemli, çünkü Luhrmann'ın önceki filmleri Romeo+Juliet (yine Leonardo vardı) veya Moulin Rogue'u izlemiş olanlar, yönetmenin bir edebi esere kendi damgasını vurmaya ne kadar meraklı olduğunu hatırlayacaklardır. Evet, bu son Gatsby her şeyden önce bir "yönetmen filmi". Leonardo DiCapprio her ne kadar Gatsby rolünde çok iyi bir iş çıkarmış olsa da, bu filmin başrolünde Baz Luhrmann var. Luhrmann 1920'lerin eğlence ve şatafat içerisindeki New York'unu perdeye taşırken, çok başarılı kostümler, etkileyici dekorlarla rüya gibi bir atmosfer yaratıyor ve müthiş bir görsel ziyafet sunuyor. Kullanılan müzikler de sanki filmin oyuncularından biri gibi... Müzik demişken, filmdeki Jay Z parçalarını duyup "1920'lerin caz çağında hip hop müziğin işi ne" diye filmi eleştirenler olmuş. Ben bu post-modernist yaklaşımı hiç rahatsız edici bulmadım. Ayrıca, o parti sahnelerinde aslında önce caz müziği duyuluyor, sonra melodinin altyapısında caz devam ederken R&B tınıları giriş yapıyor, ki akraba müzik türleridir bu ikisi. Bir anlamda Baz Luhrmann'ın kafasında yarattığı bir hayale ortak oluyor, gördüğü bir rüyada ona eşlik ediyoruz. Son günlerin moda deyimiyle "bu neyin kafası Baz?" diyenler yanılmış olmazlar. Öte yandan, yönetmenin dinmeyen gösteriş tutkusu, görsel bir bombardıman şeklinde gelen coşku ve fütursuzluk sanki eserdeki edebi lezzeti zedeliyor. Çok yoğun kullanılan bilgisayar destekli görüntüler perdede bir plastiklik duygusu yaratıyor ve izleyiciyi yabancılaştırıyor. Sonuç olarak,  filmin Türkçe adındaki gibi "muhteşem" olmasa da göz dolduran bir yapım. Sinemaya gitmeden önce "ne, aşk filmine mi gidiyoruz" diye söylenen 13 yaşındaki oğlumun, filme hayran kaldığını ve 10 üzerinden 9 puan verdiğini de ekleyeyim. (7,5)

FRAGMAN


21 Mayıs 2013

De rouille et d'os (Rust and Bone)

Beş yaşındaki oğluna bakmak zorunda kalan işsiz Alain, geçinebilmek için Belçika'dan ayrılıp güney Fransa'daki ablasının yanına sığınıyor. Bir sahil kentindeki gösteri merkezinde balina eğiticisi olarak çalışan Stephanie ile tanışıyor. Stephanie'nin geçirdiği kaza sonucu iki bacağını kaybetmesi sonrasında, zorlukların bir araya getirdiği tamamen ayrı dünyaların insanı bu iki karakter arasında farklı bir ilişki gelişiyor.

Bunca film izledikten sonra artık kendimce şöyle bir teori geliştirdim: "Bir filmin konusunu anlatmaya çalışıp da anlatamıyorsanız, o iyi bir filmdir". Burada da öyle oldu; yukarıdaki paragraf aslında film ile ilgili o kadar az şey anlatıyor ki... Sadece genel çerçeveyi veriyor diyelim.

"Tekerlekli iskemleye mahkum entellektüel ile işsiz cahil serserinin yakınlaşması" teması geçen senenin -yine bir Fransız filmi- Intouchables'ını anımsatsa da, bu filmi Intouchables ile aynı kefeye koymak biraz ayıp kaçar. Bir kere Intouchables daha eğlenceli, daha "light" bir filmdi. Burada ise yoğun bir dram ile karşı karşıyayız. Oynadığı her rolde o filmin çekim merkezi olmayı başaran Marion Cotillard, yine gözleriyle çok şey anlatıyor. İfadesiz performansı ile Matthias Schoenaerts da tam bir keşif. Eminim filmi izlemiş olanlar "keşke şu Ali (Alain) bu kadar kalas olmasaymış" demiştir. Ama işte var böyle adamlar... Pas ve Kemik klasik Hollywood kalıplarının çok dışında, hırpalanmış insanlar hakkında zor bir film. Bu yüzden izleyicinin de hem duygusal hem görsel açıdan biraz tartaklanmayı göze alması gerekiyor. İnsan ruhunun gücü ve her zorluğa rağmen hayata tutunma arzusuna dair etkileyici bir dram. (8,5)      

15 Mayıs 2013

Iron Man 3

2013 yılı yazlık aksiyon filmleri sezonu Iron Man 3 ile açılıyor. Geçen seneki Avengers'ın büyük başarısının ardından, serinin yapımcıları akıllıca bir kararla  özel efektlerle dolu ihtişamlı sahneler bakımından Avengers'ı geçmeye çabalamak yerine kostümün içindeki adama, Tony Stark'a odaklanan daha "küçük", daha samimi bir film çekmişler. Elbette Iron Man 3'te de bol bol patlama ve yıkım var (özellikle son 15 dakikada), ama filmin ortalarındaki uzunca bir bölüm Tony Stark'ın o meşhur zırhından ve her türlü teknolojik oyuncaktan uzakta, zekasını kullanarak bir nevi MacGyver'cılık oynamasıyla geçiyor. Senaryoda bazı mantık hataları olsa da (örneğin, madem evin bodrumunda küçük bir Iron Man'ler ordusu var, neden Tony Stark onları yardıma çağırmak için ta filmin sonuna kadar bekliyor) bunlara takılmayacağız, mısırımızı yiyip "escapism"in tadını çıkaracağız. (7)    

2 Mayıs 2013

Stoker

Eminim haftasonu birçok izleyici "Lanetli Kan" ismine bakıp korku filmine gittiğini düşünmüştür. Film şirketlerimiz de Türk sinema seyircisinin korku filmlerine düşkünlüğünü hesaba katıp böyle "kan"lı "lanet"li Türkçe isimler koymayı pek severler. Oysa Stoker'da öyle hayaletler, cinler filan yok. En fazla bir psikolojik gerilim. İnternet ortamlarında ufak çaplı bir fenomene dönüşmüş Oldboy'un yönetmeni Güney Koreli sinemacı Chan-wook Park'ın Amerika'da çektiği ilk film olan Stoker, babasının ölmesiyle annesiyle bir başına kalan India'nın ilk kez tanıştığı gizemli amcasıyla arasındaki öfke, nefret ve arzuyla karışık tuhaf ilişkiyi anlatıyor. İlk yarısında uzun sessiz boşluklar ve yönetmenin farklı bir tarz yapacağım sevdası biraz sıkıntıya yol açsa da, ikinci yarıda arka arkaya gelen cinayetlerle film Hitchcock'vari bir gerilim öyküsüne dönüşüyor. Yine de Oldboy hayranları Chan-wook Park'tan aynı seviyeyi beklemesinler. Stoker, görüntü yönetmenliği ile farklılaşan, biraz tuhaf, ama sonuçta iyi bir gerilim. (7)