26 Şubat 2016

Oscar Tahminleri


Bu sene Oscar'larda son yılların en yakın yarışı gerçekleşiyor. Eğer gol yersem iki kategoride gol yiyebilirim: en iyi film ve en iyi yardımcı kadın oyuncu. Amerika'da "Oscar'ın habercisi" sayılabilecek ödüller veren üç büyük meslek örgütü var: Oyuncular Birliği (SAG), Yönetmenler Birliği (DGA) ve Yapımcılar Birliği (PGA). Bu sene üçü de farklı bir filmi öne çıkardılar. Oyuncular Spotlight derken, yönetmenler The Revenant'ı, yapımcılar ise The Big Short'u taçlandırdı. Son on yılın sekizinde Yapımcılar Birliği'nin seçtiği film aynı zamanda en iyi film Oscar'ını almış. Bu durumda mantık ibresi The Big Short'u gösterse de, ben duygusal davranıp diğer ikisine kıyasla daha "film gibi film" olan The Revenant diyeceğim. 

En iyi yardımcı kadın oyuncuda da Alicia Vikander (The Danish Girl) ve Kate Winslet (Steve Jobs) başa baş gidiyorlar. Benim tahminim bu yılın parlayan yeni yıldızı Vikander ödülü alır; ama Titanic'den yirmi yıl sonra Leo ve Kate'in ellerinde heykelciklerle aynı karede buluşmalarının dayanılmaz cazibesi Akademi üyelerini Kate Winslet'e de yönlendirebilir. Velhasıl-ı kelam, işte benim tahminlerim:

EN İYİ FİLM: The Revenant
EN İYİ YÖNETMEN: Alejandro González Iñárritu (The Revenant)
EN İYİ ERKEK OYUNCU: Leonardo DiCaprio (The Revenant)
EN İYİ KADIN OYUNCU: Brie Larson (Room)
EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU: Sylvester Stallone (Creed)
EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU: Alicia Vikander (The Danish Girl)
EN İYİ UYARLAMA SENARYO: The Big Short
EN İYİ ORJİNAL SENARYO: Spotlight
EN İYİ GÖRÜNTÜ: The Revenant
EN İYİ ANİMASYON: Inside Out

Film isimlerinin üzerine tıklayarak o filmlerle ilgili yazılarıma ulaşabilirsiniz.

25 Şubat 2016

23. Saul Fia (Son of Saul)


Macar yönetmen László Nemes'in Altın Küre'de en iyi yabancı film ödülünü alan, Oscar'larda da aynı kategoride ödülü alacak gibi görünen filmi Son of Saul bizi 1944 yılına, Auschwitz toplama kampına götürüyor. Kamptaki işgücü eksikliğini gidermek üzere yine oradaki güçlü kuvvetli Yahudi mahkumlar arasından seçilen ve Sonderkommando denilen özel bir birliğin elemanı olan Saul, yakılmak üzere bekleyen bedenler arasında oğlu olduğuna inandığı bir cesetle karşılaşıyor. Kampta bir yandan bir isyan hazırlığı sürerken, Saul oğlunun yakılmaması ve Yahudi geleneklerine uygun bir şekilde gömülmesi için uğraşıyor.

Soykırım ile ilgili çok film gördük, çok şey okuduk. Ancak bu korkunç trajedi sanırım ilk defa bu kadar yakından ve bu kadar gerçekçi bir şekilde perdeye aktarılıyor. Son of Saul'dan önce hiçbir film izleyiciyi gaz odalarının ve ölüm çukurlarının içine bu kadar sokmamıştı. Lazslo Nemes özel bir çekim tekniği kullanmış: kamera film boyunca Saul'un yanından hiç ayrılmıyor. Sadece Saul'un duyduklarını duyuyor, sadece onun gördüklerini görüyoruz. Bu bilinçli tercih filme müthiş bir "birinci elden tanıklık" etkisi kazandırıyor. Sürekli baş karakterin omuz hizasında dolaşan kamera, kamptaki vahşeti ve kıyımı direkt gözümüze sokmaktan ziyade, Saul'un arka planında bulanık bir şekilde gösteriyor. Ancak seslerden neler olduğunu tahmin ediyoruz. Ses demişken, hiç müzik kullanılmayan filmin (ki bu da bilinçli bir tercih), ses miksajının da bir Oscar adaylığı hak ettiğini düşünüyorum. Kullanılan 40mm'lik kamera lensi ve 4:3'lük görüntü oranı da klostrofobik etkiyi arttıran diğer teknik faktörler.

Henüz ilk filmini çektiğine inanamadığım László Nemes hem biçim hem içerik açısından son derece cesur bir iş ortaya çıkarmış. Kuşkusuz seyri zor bir film ve bu haliyle insanda "ikinci kez izleme" isteği yaratmıyor. Ama henüz üzerinden seksen yıl bile geçmemiş insanlığın bu en büyük suçu üzerine sarsıcı bir film izlemek isteyenler, ruh hallerini uygun moda alıp sinemanın yolunu tutabilirler.


Son of Saul (2015) on IMDb


Benim Notum: 7,5 / 10


24 Şubat 2016

22. Room


The Danish Girl hayal kırıklığından hemen bir gün sonra izlediğim ve "oh be, işte budur" dediğim küçük ama nefis bir sinema sürprizi. Room, bir adam tarafından kaçırılıp yedi yıl boyunca bir odaya hapsedilen Joy ve orada dünyaya getirdiği oğlu Jack'in hikayesi. Film Jack'in beşinci yaş günü ile açılıyor. Hemen anlıyoruz ki, Jack bütün dünyanın bu odadan oluştuğuna inanmaktadır. İlk bakışta korkunç gibi görünen bu gerçek, ana-oğulun birlikte yarattığı günlük ritüeller, annenin oğluna anlattığı masallar ve odadaki her eşyanın bir karaktere dönüştüğü oyunlar sayesinde Jack için güvenli ve hatta eğlenceli bir durum haline gelmiştir. Filmin tüm bir ilk yarısı bu 3 metreye 3 metre odanın içinde ve iki karakterle geçiyor. Sonrasında Jack ve annesi bir yolunu bulup kaçmayı başarıyorlar. Bu noktadan sonra Jack'in gerçek dünyada kendine yer arama ve bu yeni "gezegen"e adapte olma çabalarına tanıklık ediyoruz. 

En iyi film, yönetmen, senaryo ve kadın oyuncu gibi dört baba dalda Oscar'a aday olan Room, izlerken ruhunuzu kaplayan, bittikten sonra da sizi koltuğunuza çakan ve etkisi kolay kolay geçmeyen bir film. Bunu karamsar anlamda söylemiyorum. Anlattığı korkunç hikayeye rağmen, insana müthiş umut aşılayan bir deneyim Room. Bu etkinin yaratılmasında elbette oyuncuların rolü büyük. Kadın oyuncu kategorisinde Cate Blanchett ve Charlotte Rampling gibi çok güçlü rakipleri olmasına rağmen, Brie Larson bu filmdeki performansıyla bence Oscar'ı alacak (sonradan edit: evet aldı). Filmin çekimleri sırasında 7 yaşında olan Jacob Tremblay ise filmin asıl sürprizi. 120 dakikanın neredeyse her karesinde görünen Tremblay son derece inandırıcı oyunculuğu ile bu zor işin altından başarıyla kalkmış; bence şu ödül trafiğinde onun adını daha fazla duymalıydık.    

Room bu sezonun görülmesi gereken filmlerinden. Kaçırmayın!


Room (2015) on IMDb


Benim Notum: 8,5 / 10

23 Şubat 2016

21. The Danish Girl

20’nci yüzyıl başlarında kadın kimliği Lili’yi keşfeden ve tarihin ilk cinsiyet değişimi ameliyatına giren Danimarkalı ünlü ressam Einar Wegener’in gerçek hikayesini anlatan The Danish Girl, Eddie Redmayne’e En İyi Erkek Oyuncu, Alicia Vikander’a da En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dallarında Oscar adaylığı kazandırdı. Bu Oscar sezonunda aday filmler arasında en az beğendiğim The Danish Girl oldu. Bir kere Eddie Redmayne kesinlikle Oscar adaylığını hak edecek bir oyun sergilemiyor. Onun film boyunca gözlerini kırpıştıra kırpıştıra gerdan kırdığı tek boyutlu, tekrarlardan oluşan ve abartılı performansının yanında, adım adım kocasını kaybeden ama buna rağmen desteğini sürdüren eş rolündeki Alicia Vikander'ın oyununu bin kere tercih ederim. İlginç bir tesadüf, Redmayne'in geçen sene Oscar aldığı The Theory of Everything'de de yine Hawking'in eşi rolündeki oyuncu (Felicity Jones) filmde daha fazla öne çıkıyordu. Üstelik o filmde de yine kocasının geçirdiği değişimlere ve yaşadığı sorunlara rağmen evliliğini ayakta tutmaya çalışan bir kadın söz konusuydu. The Danish Girl güzel çekilmiş, kostümler ve mekanlar göz alıcı. Ancak film çok ilginç bir hikayeye dayanmasına rağmen, sonuçta ortaya çıkan iş kalplerde derin bir iz bırakmıyor. O ilginç hikaye beklendiği kadar iyi bir filme dönüşemiyor ve düşük tempolu bir TV filmi kıvamında ilerliyor. İyice melodrama bağlayan final sahnesi ise eski Yeşilçam filmlerini aratmıyor ve "şimdi arkadan yanık bir ney sesi gelecek" dedirtiyor.


FRAGMAN

The Danish Girl (2015) on IMDb

Benim Notum: 6 / 10

  

22 Şubat 2016

20. Trumbo



Bu aralar sık sık yaptığımız gibi (Brooklyn, Carol, Bridge of Spies, The Finest Hours) yine 1950'ler Amerikasındayız. O günlerde Hollywood'un en ünlü senaryo yazarı, aynı zamanda bir komünist olduğunu gizlemeyen Dalton Trumbo'dur. McCarthy dönemi olarak da anılan ve 1950'li yılların başından sonuna değin süren anti-komünist kuşkuculuk döneminde, Trumbo da bu cadı avından nasibini alır. Önce Washington'da sorgulanır, sonra da hapis cezası alır. Jay Roach'un filmi bu sorgulama ve hapis sürecinden ziyade, Dalton Trumbo'nun hapisten çıktıktan sonra Hollywood'da sisteme karşı nasıl mücadele ettiği ile ilgileniyor. Artık "kara liste"de olmasına rağmen, Trumbo sahte isimlerle senaryolar yazmaya devam ediyor ve hatta yazdığı senaryolar Oscar ile ödüllendiriliyor (Roman Holiday ve The Brave One). Trumbo genelde Amerikan sineması tarihiyle, özelde de Oscar'lar ile ilgilenen sinemaseverlerin mutlaka izlemesi gerken bir yapım. Breaking Bad takipçileri tarafından çok iyi bilinen bir aktör olmasına rağmen, sinemada hep yan rollerde sıkışıp kalmış Bryan Cranston sonunda bir başrolde parlıyor. Bu performansı ile Oscar'a aday olan Cranston, ödülü de alabilirdi, ama bu sene Leo'nun senesi olmasaydı...

FRAGMAN

Trumbo (2015) on IMDb

Benim Notum: 7,5 / 10


17 Şubat 2016

19. Deadpool

Marvel kahramanları arasında benim çok aşina olduğum bir karakter değildi Deadpool. Cumartesi tıklım tıklım dolmuş salonu görünce, Türkiye'de de özellikle 15-20 yaş arası gençler tarafından pek sevildiğini öğrenmiş oldum. Deadpool Türkiye'de ilk üç gününde 350,000 kişi tarafından izlendi (Star Wars'un ilk üç gün rakamından daha fazla). Deadpool alışılagelmiş süper kahraman filmlerinden değil, zaten Ryan Reynolds da filmin içinde sık sık yaptığı gibi, bir sahnede seyirciye doğru dönüp "süperim ama kahraman değilim" diyor. Hikayeye baktığımızda aslında özel bir tarafı yok, klasik bir intikam hikayesi. Ama Deadpool'u farklı kılan baş karakterinin sınır tanımaz edepsizliği. Süper geveze anti-kahramanımızın bir stand-up gösterisi kıvamında konuşup durduğu Deadpool'a aksiyon soslu bir komedi filmi demek daha doğru olur. Film boyunca özellikle popüler kültür ögelerine yapılan göndermeler gerçekten komik. Wham grubundan Sinead O'Connor'a, Ikea'nın İsveçli mobilya isimlerinden Taken serisine, X-Men evreninden Ryan Reynolds'un kendisine kadar herkes bu patavatsız espri sağanağından nasibini alıyor. Film arka arkaya o kadar çok gönderme ve hınzırlıklarla dolu ki, bazen "hadi Deadpool'cum, konuşmayı bırak da biraz aksiyon görelim" de dedirtiyor açıkçası.

FRAGMAN

Deadpool (2016) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10

     

16 Şubat 2016

18. Ip Man 3

Çocukluğu "iki film birden"lerde Bruce Lee  ve türevlerinin (Bruce Li, Bruce Lei, Dragon Lee, vs..) filmlerini izleyerek ve her sinema çıkışında artık bir kung fu ustası olduğuna inanarak geçmiş bir neslin evlatlarıyız biz. Dolayısı ile iyi çekilmiş bir "martial arts" filminin yeri gönlümüzde her zaman ayrıdır. Wing Chun dövüş sanatının yaratıcısı ve aynı zamanda Bruce Lee'nin hocası Ip Man'ın hayatını anlatan 2008 yapımı ilk film, estetik dövüş koreografilerinin yanısıra, sağlam dramatik kurgusu, güzel müziği ve başarılı görüntüleriyle tüm dünyada ilgi görmüş, başroldeki Donnie Yen sade ve sakin karizması ile uzakdoğu ülkeleri dışında da yeni takipçiler kazanmıştı. Ip Man şu anda halen "IMDb Top 250" listesinde yerini koruyan bir yapım. Donnie Yen aslında 1982 yılından beri, çoğu Hong Kong yapımı ellinin üzerinde kung fu filminde rol almış emektar bir aktördü. Ama dünya çapında şöhreti yakalaması 45 yaşında Ip Man ile olmuştu. 2010 yılında çekilen devam filmi, ilki kadar başarılı olmasa da, yine de tatmin ediciydi. Yedi yıl sonra gelen bu üçüncü film ise ne yazık ki ilk ikisinin de gerisinde kalmış. Hikaye ve karakter tasarımı zayıf. İlgi çeksin diye kadroya dahil edilen Mike Tyson, Bruce Lee'nin 70'lerde Ölüm Oyunu'nda Kareem Abdul-Jabbar'ı oynatmasını hatırlatıyor. Ancak beş dakikalık Donnie Yen v Mike Tyson kapışması yeterince ilginç değil. İlk iki bölüme kıyasla, bu filmde dram yönü sanki daha ağır basmış. Yönetmen Wilson Yip bu kez Ip Man'ın eşiyle aralarındaki ilişkiyi filmin odağına yerleştirmiş. Sonlara doğru gerçekleşen dans sahnesi ise filmin duygusal zirvelerinden birini oluşturuyor. İlk iki filmin de müziklerini yapan Japon müzisyen Kenji Kawai yine döktürmüş (Ip Man ana tema müziği için şuraya tıklayınız). Seriyi eksik bırakmayalım diyenler ve "grandmaster" ile yeniden buluşmak isteyenler, filmin bazı kusurlarına rağmen yine de izlemek isteyebilirler.

FRAGMAN

 Ip Man 3 (2015) on IMDb

Benim Notum: 6,5 / 10

12 Şubat 2016

17. The Finest Hours

Sahil güvenlik tarihine "en büyük gemi kurtarma operasyonu" olarak geçmiş (filmin sonundaki yazıların yalancısıyım) ve 1952 yılında gerçekten yaşanmış bir cesaret öyküsü. Yıllar önce George Clooney'nin yıldızının yeni yeni parlamaya başladığı yıllarda başrolünde oynadığı The Perfect Storm diye bir film vardı, bu film ister istemez onu hatırlatıyor. Tabii aradan 16 yıl geçmiş ve görsel efekt teknolojisi de bu arada epey ilerlemiş. The Perfect Storm'un sonunda, heyecanın zirve yaptığı  ve ağzımız açık kalarak izlediğimiz dev dalgayla karşılaşma sahnesinden bu filmde en az 15 tane filan var. Yeni Star Trek filmlerinde Kaptan Kirk olarak izlediğimiz Chris Pine bu kez küçük bir cankurtaran botunun "kaptan"ı rolünde. Klişeleşmiş bir formülü takip ederek ilerleyen The Finest Hours'da en azından denizde geçen sahneler görsel açıdan fena değil. Ancak filme duygusal bir boyut katalım diye monte edilmiş "sahilde yavuklusunu bekleyen narin sevgili" motifi bir türlü ana hikaye ile entegre olamıyor ve son derece yapay kalıyor. Beklentiyi yüksek tutmamakta fayda var.

FRAGMAN

The Finest Hours (2016) on IMDb

Benim Notum: 5,5 / 10

11 Şubat 2016

16. Spotlight


Spotlight 2001 yılında yaşanmış gerçek bir gazetecilik olayını anlatıyor. Boston Globe gazetesinin çatısı altında çalışan Spotlight adlı özel bir "araştırmacı gazetecilik" ekibi, Katolik kilisesinde yaşanan bir skandalı ortaya çıkarıyorlar. Filmde özellikle dikkatimi çeken, ekibi oluşturan Michael Keaton'dan Mark Ruffalo'ya, Liev Schreiber'dan Rachel McAdams'a birbirinden yetenekli ve yüksek profilli oyuncuların sade ve alçak perdeden oyunları oldu. Filmin hiçbir bölümünde, herhangi bir oyuncunun "şöyle kameraya döneyim de, Oscar'lık bir tirad patlatayım" tarzında çekilmiş bir sahnesi yok. Sanki bir drama değil de, Boston Globe gazetesinin içinde çekilmiş bir belgesel izliyoruz. Sanki Mark Ruffalo daha geçen sene Hulk'ı canlandırmış bir aktör değil de, gerçekten o gazetenin bir çalışanı. Bu seneki Screen Actors Guild (Oyuncular Birliği) ödüllerinde en önemli kategori olan en iyi kast ödülünü sahneye çıkıp hep birlikte alan ekipteki oyuncuların her biri rollerinin içinde kaybolmuşlar. Spotlight'taki bu belgesel kıvamı, filmi izlerken merakımızı arttıran bir faktör, orası tamam. Ama bu düz anlatım tarzının şöyle bir handikapı da var: sonrasında filmin beynimizdeki kalıcılığı çok uzun olmuyor. Örneğin The Revenant, Carol gibi filmler görüntüleriyle, müzikleriyle daha çok beynimizin sağ yarısına hitap ettikleri için, ruhumuzdaki imgeleri bir süre daha bizimle yaşamaya devam ediyor. Spotlight'ta ise "vay be, adamlar çok iyi iş çıkarmış" diyoruz, filmden sonra o gazeteciler şimdi ne yapıyor acaba diye Google'dan filan araştırıyoruz, ama bir hafta sonrasında içimizde pek bir iz kalmıyor, bir hafta oldu da ordan biliyorum.. 

Spotlight gazeteyi ve gazeteciliği yücelten bir film. Dolayısı ile en başta bütün gazeteciler ve gazeteci adayları mutlaka izlemeli. Henüz ne okuyacağına karar vermemiş liseli bir çocuğunuz varsa, bu filmi gördükten sonra kesin Basın-Yayın yazar, öyle söyleyeyim.     


Spotlight (2015) on IMDb


Benim Notum: 8 / 10

8 Şubat 2016

15. Carol


Sinemaya gitmeden önce bir kahve içmek üzere oturduğumuz cafe'de radyonun sesi geliyordu arka plandan. Spiker haftanın vizyona yeni giren filmlerini sayarken, bu film için sadece beş kelime söyledi: "eşcinsel bir ilişkiyi anlatan Carol"... Carol'ı tanımlarken sadece "eşcinsel ilişkiyi anlatan film" ifadesine indirgemenin, onu dar bir kalıbın içine sıkıştırmak ve etiketlemek olduğunu düşündüm sinemadan çıkarken. Çünkü Todd Haynes'in filminde çok daha fazlası var. Bir kere prodüksiyon kalitesi ve estetik düzeyi çok yüksek bir yapımla karşı karşıyayız. The Talented Mr. Ripley'nin de yaratıcısı Amerikan polisiye yazarı Patricia Highsmith’in The Taste of Salt adlı romanından uyarlanan film, muhafazakarlık rüzgarlarının estiği Eisenhower Amerikasında birbirinden çok farklı sosyal statülerden ve farklı yaşlardan gelen iki kadının ilişkisine odaklanıyor. İncelikli bir senaryo ve ikisi de Oscar'a aday Cate Blanchett ve Rooney Mara'nın üst düzey performansları sayesinde bu iki kadının birbirlerinden neden etkilendiklerini anlayabiliyoruz. Filmin hiçbir anında bu "yasak ilişki" sakil durmuyor. Tıpkı birkaç gün önce bu blogda yazdığım Brooklyn'de olduğu gibi, Carol'da da kostümler, dekorlar ve mekan tasarımları ile 1950'lerin New York'u büyük bir başarı ile canlandırılmış. Brooklyn'de daha parlak renkler tercih edilirken, Carol 16mm kamera ile çekilen kumlu görüntüleri ve mat renk paleti ile sanki Brooklyn'in hüzünlü versiyonu gibi. Yönetmen Todd Haynes her planın kompozisyonu için ayrı bir titizlikle çalışmış. Öyle ki, filmi bu defa sadece dekor, kostüm, makyaj gibi çevresel faktörlere konsantre olarak bir kez daha izlemek iyi bir fikir olabilir. Filmi bir tül gibi örten Carter Burwell imzalı müzik de melankolik havayı arttıran bir etki yaratmış (dinlemek için tıklayınız). Carol güzel ve "zarif" bir aşk hikayesi.


Carol (2015) on IMDb


Benim Notum: 8,5 / 10








6 Şubat 2016

14. 45 Years

45 yıldır evli olan Kate ve Geoff evlilik yıldönümlerini özel bir parti ile kutlamaya hazırlanıyorlar. Kutlamadan bir hafta önce posta kutusundan çıkan ve Geoff'un eski bir ilişkisi ile ilgili bir haberi getiren mektup, ikisinin de evlilikleri ile ilgili perspektiflerini derinden etkiliyor. Hikâye ilerledikçe anlıyoruz ki Kate ve Geoff'un evliliklerini 45 yıl ayakta tutan şey, sevgiden ziyade alışkanlıklar ve bir takım sınırlar olmuş. Geçmişlerini etkileyen birçok olayı hiç konuşmadıklarını, huzur zannedilen şeyin aslında sessizlik ve sorunların dillendirilmemesi, haliyle çözümlenmemesi olduğunu görüyoruz. Nihayetinde, geçmişten gelen bir mektup "halının altına süpürülen" şeylerin birdenbire ortaya çıkmasına sebep oluyor. Sinema kariyerinin ellinci yılında bu rolü ile ilk kez Oscar'a aday gösterilen İngiltere'nin saygın veteran aktrislerinden Charlotte Rampling çok sakin, abartısız performansıyla adeta bir oyunculuk dersi veriyor. Rampling, Kate'in yaşadığı duyguları kelimeler kullanmadan, yüz ifadeleri ve bakışlarıyla bize aktarmayı başarıyor.  İngiliz yönetmen Andrew Haigh'in elinden çıkan 45 Years, minimalist ve son derece incelikli bir çalışma. Sinema olarak çok yükseklerde uçmasa da, kendine özgü nitelikleriyle gönüllere yerleşen alçakgönüllü bir film. Birkaç sene önce Michael Haneke'nin Amour'unu sevenler 45 Years'ı da beğeneceklerdir.

FRAGMAN

45 Years (2015) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10

4 Şubat 2016

13. İftarlık Gazoz


"Cem Yılmaz filmi gelmiş, gidelim de gülelim" diyenler çok fena ters köşe olacaklar. İftarlık Gazoz bir G.O.R.A'dan ziyade, daha çok Babam ve Oğlum'un sularında dolaşıyor. Yüksel Aksu'nun (Dondurmam Gaymak) yönettiği yapım, 1973 yılında Muğla'nın Ula ilçesinde, yaz tatilini gazoz imalatçısı Cibar Kemal'in yanında çırak olarak geçiren ilkokul öğrencisi Adem'in hikayesini anlatıyor. Film öylesine nostaljik lezzetlerle açılıyor ki, çocukluğu aynı şekilde 70'li yıllarda bir Ege kasabasında geçmiş biri olarak "herhalde bu filmde çok ağlayacağım" dedim içimden. Ama öyle olmuyor. İlk başlardaki o pastoral duygu yoğunluğu, hikayenin içinde gerekli bağlantılar kurulmayınca filmin ortalarına doğru yavaş yavaş sönmeye başlıyor. İftarlık Gazoz'un ilk yarım saatlik giriş ve son yarım saatlik sonuç bölümlerini -her ne kadar sonu biraz ajitasyona göz kırpsa da- oldukça başarılı buldum. Ama ortadaki 45 dakikalık koskoca bir bölüm "Ademin oruçla imtihanı" meselesine kafayı biraz fazla takıyor. Aniden ortaya çıkan siyasi mesajlar filmin ana öyküsüyle tam harmanlanamıyor ve havada kalıyor. Gereksiz rüya sahneleri ve resmen kötü çekilmiş animasyonlarla ilgi düzeyimiz düştükçe düşüyor. Velhasıl, film elimizden tutup bizi A noktasından B noktasına düzgün bir şekilde götüremediği için, aslında çok etkileyici olması tasarlanan bir finalde hedeflenen vuruculuk yakalanamıyor. Geriye, elde gaz lambaları ile tütün toplanan sahne gibi çok güzel kadrajlar ve her rolü oynayabilecek bir aktör olduğunu kanıtlayan Cem Yılmaz'ın başarılı oyunu kalıyor.  

Sarmaşık'tan sonra sadece bir ay arayla Deniz Üstü Köpürür ile yeniden karşılaşmak hoş bir sürpriz oldu. Cem Karaca'nın görkemli sesinden dinlediğimiz şarkının bir Ula türküsü olduğunu da bu film vesilesiyle öğrenmiş olduk. Öyleyse, bir kez daha şuraya tıklayalım. 


Iftarlik Gazoz (2016) on IMDb


Benim Notum: 6 / 10


2 Şubat 2016

12. The Revenant


Daha önce dört kez Oscar'a aday olup, bir türlü ödülü alamayan Leonardo DiCaprio için The Revenant'taki performansından sonra Hollywood çevrelerinde şöyle bir espri yapılıyor: "Akademi üyelerine bir mektup yazalım da rica ediverelim, artık Leo'ya Oscar'ı versinler, yoksa bir sonraki filminin çekimlerinde adam kendini öldürecek, yazık olacak çocuğa...". Gerçekten de Alejandro González Iñárritu'nun bu son derece zorlu şartlarda çekilen filminde, DiCaprio'nun girmediği şekil kalmıyor: toprağa gömülüyor, uçurumlardan aşağı düşüyor, bir şelalenin azgın suları ile boğuşuyor, bir ayının saldırısına uğruyor (hayır tecavüzüne değil, bir de öyle bir söylenti vardı), çiğ et çiğ balık çiğ ot yiyor ve film süresinin büyük bir kısmını karların çamurların içinde sürünerek geçiriyor. Ama hakkını da teslim edelim, sadece çektiği fiziksel cefa nedeniyle değil, verdiği oyunculuk performansıyla da ödülü hak ediyor Leo. Çok yakın yarışların gerçekleşeceği bu yılki törende, en banko iddia onun artık Oscar'ı alması olacak. Bu sene onun senesi.

Girişi Leonardo ile yaptık ama The Revenant tam bir "yönetmen filmi". Meksikalı yönetmen Inarritu (Birdman, Babel, 21 Grams) çektiği her filmde, gerek çekim tekniği, gerek ışık kullanımı, gerek kurgusu ile biçimsel farklılıklar yaratmayı ve peliküle kendi damgasını vurmayı seven bir yönetmen. Daha geçen sene hem en iyi film, hem de en iyi yönetmen Oscar'ı alan Birdman'de de çok cesur bir çekim tekniği denemiş ve iki saatlik filmin tamamını tek plan olarak çekmişti (eh tamam, gerçekten tek plan olmasa da, "akıllı" geçişlerle öyleymiş gibi görünüyordu). Birdman'deki emeği takdir etmiş, ama biraz içine girmesi zor, biraz ukala bir film olarak değerlendirmiştim. Bu kez öyle değil Allahtan!..

The Revenant 1823 yılında İç Savaş öncesinin Kuzey Amerika'sında gerçekten yaşanmış mucizevi bir hayatta kalma ve intikam öyküsünü anlatıyor. Bir grup avcıya eşlik eden deneyimli rehber Hugh Glass, önce bir boz ayının saldırısına uğrayıp ağır yaralanıyor, sonra da ekipteki çiğ süt emmiş bir avcının (Tom Hardy) ihanetine uğrayıp ölüme terkediliyor. Fakat Glass, intikamını almak adına çok çok zor koşullarda hayata tutunmaya çalışıyor. 

Bir prodüksiyon ekibi için kabus denebilecek kış şartlarında, karlı dağlarda, doğal ortamda çekilen The Revenant'taki işçiliğe hayran kalmamak elde değil. Inarritu cüretkarlığını bu kez görüntü yönetiminde gösteriyor: Hiçbir stüdyo ışığı olmadan, tamamı doğal ışık kullanılarak çekilen The Revenant benim şimdiye kadar gördüğüm en iyi sinematografilerden birine sahip. Bu kez Birdman'deki gibi filmin tamamı tek plan olmasa da, sahnelerin çoğunda kamera -yine fazla kesintiye uğramadan- omuz hizasında ana karakterin hemen yanıbaşında dolaşıyor ve bizi aksiyonun tam içine yerleştiriyor. Öyle ki birkaç çekimde objektifin camı oyuncuların nefesiyle buğulanıyor ve bu durum, tuhaf biçimde her şeyi daha da gerçekçi kılıyor. Bu gerçekçilik yer yer izlemesi zor sahneleri beraberinde getirse de, toplamına bakıldığında çok etkileyici bir sinema deneyimi. Mükemmel görüntülerin tadına varabilmek ve bu sinema deneyimini eksiksiz yaşayabilmek için şehrinizdeki en büyük perdeli salonda (mümkünse IMAX'de) izleyin. The Revenant şüphesiz senenin en iyilerinden.


The Revenant (2015) on IMDb


Benim Notum: 9 / 10