31 Aralık 2012

Life of Pi

İşte sinemada yaşayabileceğiniz çok farklı bir deneyim. Bir kere görsel açıdan Life of Pi'nin bu senenin (hatta belki de son senelerin) en göz alıcı filmi olduğunu en baştan söylemeli. Daha, doğal ortamlarında çeşitli hayvanların görüntülendiği ilk karesinden başlayarak film o müthiş renk paletiyle ve 3D'nin etkileyici kullanımı ile insanı büyülüyor. Bu özellikleri ile Life of Pi "evde değil, kesinlikle bir sinema salonunda izlenmesi gereken filmler" listesinin en başlarında da yerini alıyor.

Kanadalı yazar Yann Martel’e 2002 yılında, dünyanın en saygın edebiyat ödüllerinden Man Booker ödülünü kazandıran kitabın uyarlaması olan film kabaca 3 bölümden oluşuyor: İlk bölüm Piscine Patel, nam-ı diğer Pi'nin, Hindistan’da geçirdiği çocukluğunu anlatıyor ve bir anlamda hikayenin temellerini atıyor. Pasifik okyanusundaki gemi kazasından sonra, Pi'nin denizin ortasında bir filikada Richard Parker adında 300 kiloluk bir Bengal kaplanıyla başbaşa hayatta kalma mücadelesinin anlatıldığı ikinci bölüm başlıyor. Son perdede ise Pi alternatif bir hikaye anlatıyor. İşte o zaman herşey farklı bir anlam kazanıyor ve dönüp filmdeki bütün sahneleri yeniden gözden geçirmeniz gerekiyor. Bu alternatif hikayeyi duyduğunuzda, o ana kadar bir çocuk filmi gibi de okunabilecek senaryonun, aslında 17 yaşında bir çocuğun yaşadığı son derece travmatik bir sürecin sembollerle anlatımı olduğunu anlıyorsunuz. Yine de çoğu izleyici ilk hikayeye inanmayı tercih edebilir, yönetmen Ang Lee hangi hikayeye inanacağımız konusunda kararı bize bırakıyor. Life of Pi, izleyip de eve döndükten sonra üzerinde düşündükçe insanın içinde daha da büyüyen filmlerden. Yılın sondan bir önceki gününde görme şansına eriştiğim, senenin en iyi filmlerinden biri. Görsel bir başyapıt. (8)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder