28 Aralık 2015

The Visit

1999 yılında The Sixth Sense gibi bir başyapıta imza atmış olan M. Night Shyamalan, bu başarısını Unbreakable, Signs ve The Village ile sürdürmüş, 2006'daki Lady in the Water ile düşüşe geçmeye başlamıştı. Sonrasında gelen The Happening ve The Last Airbender gibi felaketler ise sinema dünyasında onun için "artık bu adam bitti" denmesine yol açmıştı. Son yıllarda hiçbir büyük stüdyo artık onu filmlerinde yönetmen olarak görmek istemediğinden, Shyamalan oldukça küçük bir bütçeyle ve tanınmamış oyuncularla çektiği The Visit'in tüm masraflarını kendi cebinden karşıladı. The Visit bir anlamda bu Hint asıllı yönetmenin "yeşil sahalara geri dönüşünün" bir müjdecisi gibi... Henüz tam formunu bulmasa da, iyi bir sinemacının özüne dönüş işaretlerini görebiliyoruz. Altıncı His'ten hatırladığımız ürpertiler ve sürprizli finaller bu filmde de mevcut. Her ne kadar "found footage" (amatör kamera çekimi) tekniğinden artık gına gelse de, Shyamalan iyi bir bahaneye bağlamış bu tercihini: İki kardeş, doğduklarından beri görmedikleri anneanne ve dedelerinin evinde bir hafta geçirmeye gidiyorlar ve döndüklerinde annelerine gösterebilmek amacıyla tüm bu ziyareti kameraya kaydediyorlar. Yani biz aslında çocukların çektiği bir belgeseli izliyoruz. Başta herşey güzel gidiyor, ancak anneanne ve dedenin tuhaf davranışlarıyla birlikte ortam gerilmeye başlıyor. Amatör kamera tekniği bir gerçeklik duygusu yaratma ve ürperti düzeyini arttırma adına işe yarasa da, benim bu tür filmlerde hep itiraz ettiğim bir nokta var: Seni öldürmeye niyetli kötü bir adam peşinden kovalarken, sen hala çekim yapmaya devam mı edersin, yoksa pılıyı pırtıyı bırakıp canını kurtarmaya mı bakarsın? Bu tür mantığı zorlayan detaylara takılmazsanız, iyi oyunculara sahip, yer yer gerçekten korkutmayı başaran ilginç bir film.


FRAGMAN

The Visit (2015) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10

25 Aralık 2015

Nadide Hayat

"Nadide Hayat" Çağan Irmak'ın en iyi filmlerinden biri değil. 2011 yılındaki Dedemin İnsanları bence yetenekli hemşehrimizin en iyi işiydi. Geçen seneki Unutursam Fısılda da onun kadar olmasa da başarılıydı. Nadide Hayat sözünü ettiğim bu iki filmin de gerisinde kalıyor bence. Böyle bakıldığında Çağan Irmak için aşağıya doğru giden bir trendden söz edilebilir. Ancak Irmak seyircisini avucunun içine almayı, onların duygularına hitap etmeyi iyi bilen bir yönetmen olduğunu bir kez daha gösteriyor. Eski usül Yeşilçam öykülerini andıran Nadide Hayat seyirciyle sıcak temas kuran, eğlenceli bir film. Bunda Demet Akbağ'ın -her zaman olduğu gibi- çok başarılı performansının rolü büyük. Eşini kaybettikten sonra hayatında köklü değişiklikler yapmaya kararlı ellili yaşlardaki bir ev kadınını canlandıran Akbağ özellikle komedi konusundaki başarısını bir kez daha sergiliyor. Yan roller için ise maalesef aynı şeyi söyleyemiyoruz. Başta Nadide'nin üniversiteli genç arkadaşları olmak üzere yardımcı roller iyi işlenmiş karakterler haline gelemiyor, karikatürize kalıyorlar. Animasyonlarla pekiştirilmiş, konuşan balıklar, caretta'lar vesaire gibi rüya sahneleri ise dikkati dağıtmaktan öte bir etki yaratmıyor. Nadide Hayat'a bir Çağan Irmak filmi diye gitmek sizi hayal kırıklığına uğratabilir. Yer yer komedi unsurları barındıran, sıcak bir kendini keşif ve kuşak çatışması hikâyesi niyetine sinema salonunun yolunu tutmak daha risksiz bir tercih olur.

FRAGMAN

Nadide Hayat (2015) on IMDb

Benim Notum: 6,5 / 10

22 Aralık 2015

Star Wars: The Force Awakens

Son yıllarda şahit olduğum en yüksek beklenti seviyesi ile sinemalarımıza teşrif eden Star Wars'un bu yeni bölümü sadece beklentileri karşılamakla kalmıyor, üstüne bir şeyler koymayı da başarıyor. Filmin, orjinal üçlemeye çok büyük saygı ve sevgi duyan bir ekibin elinden çıktığı çok belli. Ama bu saygı duruşu 1977'deki filmi aynen kopyalama boyutuna ulaşmıyor. Mesela bu sene yaz aylarında izlediğimiz Jurassic World biraz öyleydi; Jurassic World orjinal Jurassic Park'ın gazı kaçmış bir versiyonu gibiydi. The Force Awakens ise bir yandan veteran kadroya gereken önemi verirken, yeni karakterleri ve gayet de sağlam hikayesiyle yepyeni heyecanlar yaratmayı başarıyor. Daha önceki altı bölümde hiç görmediğimiz -ve aslında eksikliğini hissettiğimiz- kıvrak bir mizah duygusu da hoş bir yenilik olarak filmden alınan keyfi arttırıyor.

Filmin ufak tefek kusurları yok mu? Elbette var. Yönetmen J.J.Abrams'ın yeni ve genç yüzlere fırsat verme politikası özellikle Rey (Daisy Ridley) ve Finn (John Boyega) karakterleri göz önüne alındığında çok iyi işlerken, kadrodaki her genç için bunu söylemek mümkün değil ne yazık ki. Örneğin Harry Potter'daki Bill Weasley olarak bildiğimiz Domhnall Gleeson karanlık tarafın generali rolünde hiç de inandırıcı durmuyor. Bir de, filmin ilk yarısı nasıl geçtiğini anlamadığımız  müthiş bir dinamizme sahipken, ikinci yarının ortalarında düşman karargahına bir girelim bir çıkalım, sonra tekrar girelim derken tempo biraz düşüyor. Bu iki küçük nazar boncuğu filmin genelinden duyduğumuz memnuniyeti pek zedelemiyor. Film sona erdiğinde "bölüm 8 bir an önce gelsin, güç bizimle olsun" diyerek salondan ayrılıyoruz.

Herşey bir tarafa, bu Star Wars mitolojisinin sinematografik öğeler dışında benim için kişisel bazı özel anlamları da var: Oğlumla birlikte bir hafta önceden ilk gün için biletlerimizi alıp dört gözle filmin gösterime girmesini beklemek, yeni filmi beklerken evde bir "Star Wars maratonu" yapıp daha önceki altı bölümü yeniden izlemek, sinema salonunda ışıklar kararıp perdede siyah üzerine mavi fontlarla "long time ago in a galaxy far far away" yazısından hemen sonra Star Wars'un ana tema müziği gümbür gümbür girdiğinde tüm salonla birlikte çocukça bir heyecanla alkışlamaya başlamak (alkışı galiba biz başlattık), Leia ve Han Solo'nun ilk karşılaştıkları sahnede ağlayacak gibi olmak, filmden sonra araya sıkıştırılmış gizli ipuçlarını, mesela kimin kimin çocuğu olabileceğini ve bundan sonraki bölüme dair teorilerimizi ailecek dakikalarca tartışabilmek. Bütün bunlar az şey mi? Mastercard reklamındaki gibi, filmlere puan veririz de, bunların karşılığı "paha biçilmez"...

FRAGMAN

Star Wars: The Force Awakens (2015) on IMDb

Benim Notum: 9 / 10

16 Aralık 2015

Steve Jobs

"Biz daha iki sene önce bir Steve Jobs filmi izlememiş miydik" diye sordu eşim sinemaya gitmek üzere evden çıkarken... "İzlemiştik" dedim, "ama bu kez karşımızda daha iyi oyuncular ve daha iyi bir yönetmen var". İki sene önceki JOBS, bir televizyon filmi havasında başlayıp biten, Ashton Kutcher'ın Jobs'a fiziksel benzerliği dışında elle tutulur bir yanı olmayan, yavan bir işti. Usta bir yönetmen ve tecrübeli bir senaryo yazarının elinden çıkan “Steve Jobs” ise çok daha profesyonelce tasarlanıp çekilmiş bir film. Yönetmen Danny Boyle ve senaryo yazarı Aaron Sorkin, iki sene önceki o yüzeysel filmin yapmak isteyip de beceremediği her şeyi bu kez gerçekleştirmişler. Filmin yandaki afişinde senarist Aaron Sorkin'in adının öne çıkarılması boşuna değil (normalde film afişlerinde senaryo yazarının adı pek geçmez). 1993'te henüz 32 yaşındayken A Few Good Men'i yazan, 2011'de The Social Network ile en iyi senarist Oscar'ını kazanan bu adam müthiş diyaloglar yazmayı çok iyi beceriyor.

Yönetmen Danny Boyle hikayeyi standart bir biyografi şeklinde anlatmak yerine, çok ilginç bir kurguyu tercih etmiş: Tıpkı üç perdeli bir tiyatro oyunu gibi, Steve Jobs'ın 1984, 1989 ve 1999'da gerçekleştirdiği üç ayrı ürün lansmanına gidiyor ve sahne arkasındaki olayları izliyoruz. Bir yandan konferans hazırlıklarını yetiştirmek için telaşlı bir koşuşturmaca yaşanırken, bir yandan da Jobs'ın kuliste eşi, kızı ve eski iş ortaklarıyla diyaloglarına şahit oluyoruz. Bu noktada teknik bir ayrıntı: 1984'teki sahneler 16mm kamera ile, 1988'dekiler 35mm ile ve son olarak 1999 ise dijital kamera ile çekilmiş. Bu ilginç tercih filme görsel bir derinlik kazandırırken, farklı dönemleri, yani oyunun farklı perdelerini, birbirinden ayrıştırabilmemizi de kolaylaştırmış.

Dört dalda Altın Küre ödüllerine aday olan Steve Jobs, diyaloglara dayanan bir film. Bu diyaloglar sayesinde Jobs'ın kariyerini, özel hayatını, insani yönlerini ve duygu dünyasını daha iyi tanıyor ve onu daha iyi anlayabiliyoruz. Danny Boyle diyaloglu sahnelerde nefes nefese ilerleyen bir yakın planlar şovu sunuyor. Başta Michael Fassbender ve Kate Winslet olmak üzere oyuncular da mükemmel performanslarıyla anlatıma katkı veriyorlar.

Çok çok çok beğendim... Bu sene 9 puan verdiğim iki filmden birinin çılgın bir aksiyon (Mad Max: Fury Road), diğerinin ise tamamen konuşmalara dayalı bir yapım olması ise ilginç bir seçki oluşturmuş. Aslında Steve Jobs da bir bakıma "kelimeler için aksiyon filmi". Bana "ne tür filmlerden hoşlanırsın" diye soranlara verdiğim bir cevap var: Bir filmle ilgili beğeni düzeyimi filmin türü belirlemez. "İyi tür" diye bir şey yoktur, iyi yönetmen, iyi senaryo, iyi oyunculuk vardır.


FRAGMAN

Steve Jobs (2015) on IMDb

Benim Notum: 9 / 10



11 Aralık 2015

Bridge of Spies

Steven Spielberg'in bir zamanlar "bir eğlenceli film, bir Oscarlık film" şeklinde özetlenebilecek bir film çekme düzeni vardı. Hatta Jurassic Park ile Schindler's List'i aynı sene içerisinde (1993) çıkarmışlığı da vardır. Son senelerde ise "eğlencelik" kısmında sadece yürütücü yapımcılığı üstlenip yönetmenliği genç arkadaşlara bırakırken, kendisi Lincoln, War Horse gibi Akademi üyelerinin pek seveceği tarzda yapımlara odaklanmış gibi görünüyor. Bridge of Spies da bu kategoriden.

Soğuk savaş yıllarında Amerikalı bir avukat, bir Sovyet casusunu mahkemede savunmakla görevlendiriliyor. Sonrasında da CIA adına doğu Berlin'de yürütülen bir değiş-tokuş pazarlığına dahil oluyor. Gerçek bir hikayeyi perdeye yansıtan Bridge of Spies, Bond tarzı bir casusluk filmi değil, beş dakikada bir hareketli bir sahne, bir kovalamaca, bir patlama, bir çatışma filan olmuyor, hatta hemen hemen hiç aksiyon yok. Coen biraderlerin elinden çıkma senaryoda asıl gerilim konuşmalarda, mahkeme sahnelerinde ve yürütülen pazarlık görüşmelerinde. Bu sahnelerde Spielberg ışık kullanımıyla, kamera açılarıyla ve farklı çekim teknikleriyle bütün maharetini konuşturuyor. Ancak film düz bir çizgide ilerliyor, o eskiden bildiğimiz "Spielberg büyüsü"nü bize pek vermiyor. Kötü bir film mi, asla değil, sinemadan memnun ayrıldım mı, kesinlikle evet. Peki bir kez daha izlemek ister miyim? İşte o biraz şüpheli.

FRAGMAN

Bridge of Spies (2015) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10

1 Aralık 2015

The Martian

Bizi Alien (1979) ile, Gladiator ile tanıştırmış bir adamın filmlerine hala sinemalarda gidebiliyoruz, yıl olmuş 2015. Bir kere en başta bu altı çizilmesi gereken özel bir durum, değil mi? Artık 78 yaşına gelmiş olan emektar Ridley Scott, arada Exodus gibi ıskalamaları olsa da, hala ustalığını konuşturabiliyor. 80 yaşını kutlarken de Alien'ın yeni devam filmi Alien: Covenant ile karşımızda olacak, şu an onun çekimleri ile uğraşıyor.

The Martian, bir NASA görevi sırasında öldü sanılarak Mars'ta bırakılan astronot Mark Watney'nin, hiçbir bitkinin yetişmediği, çöllerle kaplı bir gezegende, tek başına hayatta kalma çabalarını anlatıyor. Böyle bir hikayenin çok depresif olması beklenir, ama The Martian öncelikle içerdiği mizah duygusu ve iyimser bakış açısı ile dikkati çekiyor (SONRADAN EDIT: Film "En İyi Komedi" dalında Altın Küre'ye aday oldu!!) Bu havanın yaratılmasında Matt Damon'ın başarılı oyununun katkısı büyük. Ayrıca Jessica Chastain'den Kate Mara'ya, Jeff Daniels'den Sean Bean'e tüm kadro da göz dolduruyor. Yıllar önce Tom Hanks'in oynadığı bir Castaway filmi vardı. Andy Weir’in romanından uyarlanan The Martian'ı da bir çeşit “Mars'taki Castaway” olarak değerlendirmek mümkün. NASA mühendislerinin Mark Watney ile iletişim halinde simülasyon modellerle yaptığı çalışmaları ise Apollo 13'ü hatırlatıyor. Çin'in kurtarıcı olarak senaryoya dahil edilmesi, filmin Asya pazarındaki gişesi için düşünülmüş zorlama bir numara olarak sırıtıyor. En sonda tüm dünya insanlarının -Londra'da Trafalgar meydanında filan- toplanıp dev ekranlardan nefeslerini tutarak Watney'nin akıbetini izlemeleri gibi Independence Day tarzı klişeler ise, aslında çok iyi çekilmiş bir filmin bir üst kademeye yükselmesini engelliyor. Sonuç olarak; müzikleri, görüntüleri, parlak oyuncuları, akıcı diyalogları ve baştan sona pozitif bir tavırla ele alınmış hikayesiyle The Martian akıp gidiyor.

FRAGMAN

  The Martian (2015) on IMDb

Benim Notum: 7,5 / 10

30 Kasım 2015

A Hard Day

Genelde başlığa filmin orjinal ismini yazıyorum ama bu filmin orjinal adı "Kkeut-kka-ji-gan-da" olunca ızdırap çektirmeye gerek yok diye düşündüm. Zamanında Oldboy gibi bir kült filmi ve The Chaser gibi çok iyi bir gerilimi çıkarmış Kore sinemasından yine başarılı bir polisiye/suç filmi örneği. Ölümlü bir kazaya karışan çürük bir polis memuru bir şekilde olayın üstünü örttüğünü sanıyor. Ancak sonradan ortaya çıkan bir görgü tanığı adamın hayatını cehenneme çeviriyor. Yönetmen Seong-hoon Kim tansiyon vidalarını yavaş yavaş sıkıştırırken, birçok sahnede eski Hitchcock filmlerini anımsatan bir gerilim yaratmayı başarıyor. Muhtemelen bir-iki yıl içerisinde bir Hollywood "remake"ini göreceğimiz A Hard Day, özgün senaryo konusunda Korelilerin ne kadar iyi olduğunu bize tekrar gösteriyor. Bol heyecanlı, zekice yazılmış ve teknik düzeyi ile de göz dolduran bir yapım.

FRAGMAN

A Hard Day (2014) on IMDb

Benim Notum: 8 / 10


24 Kasım 2015

The Hunger Games: Mockingjay - Part 2

Film öyle bir şekilde başlıyor ki, sanki 10 dakika araya çıkıp gelmişiz ya da film şeridini makasla ikiye kesmişler de ikinci parçayı makinaya takmışlar gibi... Tam Bölüm 1'in kaldığı yerden devam ediyoruz. Tabii böyle olunca, "bi dakka ne oluyoruz, nerede kalmıştık" sorularıyla geçiyor ilk 10-15 dakika. Aslına bakarsanız filmin ilk yarısında zaten pek bir şey de olmuyor. Normalde üç kitaptan oluşan Açlık Oyunları serisinin son kitabı "tamamen duygusal" nedenlerle ve zorlama bir şekilde Part1, Part 2 diye ikiye bölününce, elimizde son derece yavaş ilerleyen iki ayrı sinema filmi kalmış. Bu iki filmde anlatılanlar 2 saatlik tek bir filmle de gayet tempolu ve heyecanlı bir şekilde anlatılabilirmiş. Ama böyle iki ayrı film olunca, zamanı doldurmak için konuşmaları uzatmışlar da uzatmışlar. Bu tür üçlemelerde (ya da dörtlemelerde mi demeli) genellikle serinin son halkası en ihtişamlı, en görkemli ve en başarılı olandır, örnek: The Lord of the Rings - Return of the King. Ama burada aynı şeyi söylemek mümkün değil ne yazık ki... Filmde çok başarılı bulduğum bazı sahneler de var aslında: kanalizasyonda albino Alien'larla savaştıkları bölüm ya da Snow'un sarayı önünde geçen tüm o final sahnesi gibi. Ama bunlar öyle seyrek ve öyle aralıklı ki... Tam "hah şimdi hareketlenmeye başladık" derken, akşam oluyor ve biz yine acıların çocuğu Pita'nın bitmek bilmez sızlanmalarını dinlemek zorunda kalıyoruz.

FRAGMAN

The Hunger Games: Mockingjay - Part 2 (2015) on IMDb

Benim Notum: 6 / 10

 

18 Kasım 2015

The Gift

Filmin fragmanını izlediğinizde, birçok örneğini gördüğümüz korku/gerilim filmlerinden biri diye düşünebilirsiniz. Zaten stüdyo da filmin afişine "Insidious'un yapımcılarından" ibaresini koyarak herhalde korku filmi müdavimlerini tavlamayı amaçlamış. Oysa ki film alışageldiğimiz korku filmlerinden epey farklı. Evet, çok gerildiğimiz dakikalar var, ama herşeyden önce usta işi bir psikolojik drama ile karşı karşıyayız. 1995'ten beri sinemayla uğraşan, yıllarca yardımcı erkek oyuncu rollerinde gördüğümüz, sonunda geçen seneki Exodus ve bu seneki Black Mass ile vitrine çıkmayı başaran Joel Edgerton'da meğer başka ne meziyetler de varmış! Avustralyalı aktörün hem yazıp hem de yönettiği The Gift, çocukluk yıllarında söylenen bir yalanın başka insanların hayatlarını nasıl alt üst edebileceğini anlatıyor. Bu ilk yönetmenlik denemesinde Edgerton abartısız, sakin tarzıyla özellikle kadrajlar ve oyuncu yönetimiyle övgüyü hak ediyor. The Gift, derinlikli karakter analizine önem veren entrikası ve ağır ama sağlam temposuyla insanı etkileyen bir aile dramı. Filmi izledikten sonra bazı lise arkadaşlarınızı arayıp özür dileme ihtiyacı duyabilirsiniz.

FRAGMAN

The Gift (2015) on IMDb

Benim Notum: 7,5 / 10

10 Kasım 2015

Spectre

Evet, bu kez klişelere biraz fazla yaslanılmış, bir sonraki sahnede ne olacağını hep az buçuk kestirebiliyorsunuz; tamam, senaryoda bazı mantık hataları da var. Ama benim gibi, 1977'deki The Spy Who Loved Me'den bu yana tüm Bond filmlerini sinemada izlemiş biriyseniz, perdede o soldan sağa hareket eden tüfek dürbünü halkasını görüp, Bond tema müziğini duyduğunuz andan itibaren filme kapılıp gitmemeniz imkansız. Yönetmen Sam Mendes bir önceki film Skyfall'da daha ağırbaşlı, daha olgun bir Bond yapmayı denemiş ve başarılı da olmuştu. Bu kez ise Bond geleneğine daha sadık kalıp, aksiyonun dozunu biraz daha arttırmış. Meksika'daki kesintisiz dört buçuk dakikalık "tracking shot" (kaydırmalı çekim) ile görkemli bir açılış yapan Spectre, sonra da Avusturya'nın karlı dağlarından Fas çöllerine iyi çekilmiş aksiyon sahneleri ile devam ediyor. Senaryo için ise maalesef aynı övgüleri söylemek mümkün değil. Kötü adam Oberhauser rolünde Christoph Waltz gibi çok potansiyelli bir isim olmasına rağmen, film nedense bu yetenekli aktörü verimli kullanamamış. Waltz hepi topu üç sahnede görünüyor, ve o sahnelerde de benzer cümleleri geveleyip duruyor. Suç örgütleri ile işbirliği yaparak Bond'un ekibini tasfiye etmeye çalışan hükümet görevlisi "C" teması ise gereksiz bir alt detay oluşturmuş. Çok parlak olmayan öyküsü ve bildiğimiz Bond klişelerini tanıdık bir düzen içinde peş peşe dizmesiyle Spectre belki serinin en iyilerinden değil (bence Casino Royale ve özellikle de Skyfall kesinlikle daha iyi filmlerdi). Ama 150 dakika boyunca hiç sıkılmadan seyredilebilecek ve "Bond formülü"nden benim gibi şikayeti olmayanları memnun edecek sıkı bir eğlencelik.

FRAGMAN

Spectre (2015) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10

4 Kasım 2015

Crimson Peak

Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro'nun (Pan's Labyrinth, Hellboy) yönettiği Crimson Peak gotik bir korku filmi gibi pazarlansa da, aslında Shakespeare'vari bir aşk hikayesi. Filmdeki hayaletler başlarda bir korkutma unsuru olarak kullanılırken, sonlara doğru ana eksendeki gizemi çözme yönünde baş karakterimize yardım eden enstrümanlar haline geliyorlar. Film öncelikle diğer tüm del Toro filmlerinde olduğu gibi "çok güzel görünen" bir yapım. Set tasarımları, kostümler, dekorlar ve sinematografi harika. Del Toro'nun her sahne, her plan için bir ressam titizliği ile çalıştığı aşikar. Ancak aynı şeyi hikaye için söylemek zor. Görsel tarafına bu kadar özen gösterilmiş bir yapımda, keşke senaryo ve diyaloglar için de biraz daha emek harcansaymış. İlginç başlayan, ikinci yarıda ise biraz monotonlaşan film, neyse ki son 15 dakikada kendini toparlıyor ve toplamda da belli bir ilgiyi hak ediyor.

FRAGMAN

Crimson Peak (2015) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10

3 Kasım 2015

Maze Runner: The Scorch Trials

Serinin bu ikinci filminde, labirentten kaçmayı başaran Thomas ve arkadaşları oradan oraya, oradan oraya ve tekrar oradan oraya koşturup duruyorlar. İlk filmde olayların sınırlandırılmış bir çevrede, bir labirentin içinde ya da etrafında başlayıp bitmesi ilgiyi ve gerilimi arttırıcı bir faktördü. Burada ise sürekli yeni ortamlarla, yeni insan gruplarıyla ve yeni ekip liderleri ile tanışıp duruyoruz. Bu durum bir süre sonra sıkıcı ve dikkat dağıtıcı bir hal almaya başlıyor. Tamam, aksiyon ve kovalamaca sahneleri iyi çekilmiş ama aynı tema o kadar çok tekrar ediliyor ki, filmin ikinci yarısından itibaren bu çocukların neden ve kimden kaçtıkları ile ilgilenmeyi artık bırakıyoruz. Hayatta kalıp kalmamaları da umurumuzda olmuyor haliyle...

FRAGMAN

Maze Runner: The Scorch Trials (2015) on IMDb

Benim Notum: 5,5 / 10

26 Ekim 2015

Black Mass

Mafya ile FBI arasındaki tehlikeli ilişkileri anlatan Black Mass'de Johnny Depp, Boston’lu ünlü organize suç çetesi lideri James “Whitey” Bulger'ı canlandırıyor. Transcendence, Mortdecai, Dark Shadows, vesaire gibi seri felaketlerden sonra Johnny Depp'in son yıllardaki en iyi performansı olduğuna şüphe yok. Ancak hikaye çok düz bir şekilde anlatılmış ve duygusal olarak filme bağlanmak zor. Belki de bunun nedeni filmde kendinizi özdeşleştirebileceğiniz bir baş kahramanın, bir "esasoğlan"ın olmaması. Çünkü hikayede hemen hemen herkes kötü. Yönetmen Scott Cooper bu anlamda Black Mass'ten bir Goodfellas yaratmaya çalışmış ama Scorcese'nin klasiğinde diyaloglar ve karakterler o kadar iyi yazılmıştır ki baştan sona ilgiyle izlersiniz. Burada ise Johnny Depp'in döktürdüğü sahneler dışında hikaye çok sığ ilerliyor. Sadece Depp'in yeniden aktörlüğe dönüşünü kutlamak için izlenebilir.

FRAGMAN

Black Mass (2015) on IMDb

Benim Notum: 6,5 / 10

23 Ekim 2015

The Intern

Yetmiş yaşını aşmış dul ve emekli Ben Whittaker (Robert De Niro) yaşlı vatandaşlar için başlatılmış özel bir stajyerlik programına başvuruyor ve bir e-ticaret firmasının genç ve işkolik patronu Jules Ostin’in (Anne Hathaway) asistanı oluyor. Temelde gençlerin hayata bakışı ile yaşlıların hayata bakışını karşılaştıran The Intern, "feel-good" komedilerin kraliçesi Nancy Myers tarafından yazılmış ve yönetilmiş. "Tecrübenin asla yaşlanmayacağı” ana fikri üzerinde dolaşan senaryo, aslında hem iş hayatına hem de aile hayatına dair hoş mesajlar da içeriyor. Robert De Niro, “mütevazı bir ekip oyuncusu” olarak hayatın içinden gelen, kendi halinde bir emekli rolünde filme çok şey katmış. Klişeler batağına saplanma riskine sahip film, De Niro sayesinde suyun üzerinde kalmayı başarıyor ve belli ölçüde bir ilgiyi hak ediyor. Çok şey beklememek kaydıyla keyifle izleyeceğiniz bir yaş ve kuşak çatışması, başarı ve mutluluk arama hikayesi.

FRAGMAN

The Intern (2015) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10

21 Ekim 2015

Amy

Hikayenin sonunu bilmenize rağmen sizi derin bir hüzne sürükleyecek kadar etkili bir yapım Amy. 27 yaşında alkol zehirlenmesi sebebiyle hayatını kaybeden, çağımızın en yetenekli soul ve caz divalarından Amy Winehouse'un belgeselini, gerçek yaşam öykülerini aktarmadaki ustalığını daha önce Senna ile ispatlamış Asif Kapadia yönetmiş. Kapadia tıpkı Senna'da olduğu gibi yine takdirlere şayan bir arşiv çalışması yapmış. Filmin neredeyse tamamı gerçek haber görüntüleri ve amatör kamera çekimlerinden oluşuyor. Sonradan eklenen yeni bir çekim ya da olayları anlatan bir dış ses yok. Bu da filme müthiş bir otantisite katmış. Anlatılan dönemin 2004-2011 yılları arası olması, yani hemen hemen herkesin elinde kameralı bir cep telefonu taşıdığı bir çağa denk gelmesi, ironik bir şekilde bu genç kız hakkında şaşırtıcı derecede fazla video kaydına sahip olmamızı sağlamış. Bu sayede gerçek görüntüler eşliğinde Amy'nin dokunaklı kişisel hikayesini izlerken, bir yandan da çok iyi bildiğimiz Amy şarkılarının arkasındaki hikayelere birinci elden şahit olma imkanı buluyoruz. Asif Kapadia’nın belgeseli büyük bir müzisyenin yanı sıra, küçük bir kızın hayatını da anlatıyor bize. En saf, en acı, en dokunaklı haliyle. Uzun zamandır kalbime bu kadar dokunan bir belgesel izlememiştim. Kapanışı Amy ile yapalım: şuraya tıklayınız.

FRAGMAN

Amy (2015) on IMDb

Benim Notum: 8,5 / 10

19 Ekim 2015

The Walk

6 Ağustos 1974 sabahı New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'nin iki kulesi arasına gerdiği tel üzerinde "korsan" bir yürüyüş yapan Fransız ip cambazı Philippe Petit'nin gerçek hikayesi öncelikle CGI efektleri ile dikkati çekiyor. 11 Eylül saldırılarında yerle bir olmuş bu devasa kuleler tüm film boyunca sanki bir başrol oyuncusu gibi gözümüzün önünde arz-ı endam ediyorlar ve hiçbir karede bu binalar bilgisayarda yeniden yaratılmış gibi görünmüyor. Filmin son bölümündeki yürüyüş sahnelerindeki 3D kullanımı da gerçekten nefes kesici, yükseklik korkusu olanlar izlerken kasılabilirler. Görsel efektlerdeki tartışmasız başarıyı bir kenara koyarsak, filmin ufak tefek kusurları da yok değil. Öncelikle ekibi oluşturma, malzemeleri yerleştirme vesaire gibi yürüyüşe hazırlık çalışmalarıyla geçen filmin ilk yarısında temponun zaman zaman sarktığını ve filmin ikinci yarısındaki seviyeyi yakalayamadığını söyleyebilirim. Bir de Joseph Gordon-Levitt'in film boyunca perdenin önüne geçip bir sunucu gibi yaşadıklarını anlatması, "işte o an gerçekten çok korkmuştum" filan demesi bir tuhaf olmuş. Yönetmen Robert Zemeckis neden böyle bir varyeteye gerek duydu bilmiyorum, ama filmin böyle "elimizden tutup" ne hissetmemiz gerektiğini kelimelerle dikte etmesi kendi adıma gereksiz ve dikkat dağıtan bir manevraydı. Yine de, o unutulmaz yürüyüş bölümü için görülmesi gereken bir yapım (İstanbul ve Ankara'dakiler: Henüz şansınız varken bir IMAX salonunda izleyin).

FRAGMAN

 The Walk (2015) on IMDb

Benim Notum: 7,5 / 10

15 Ekim 2015

Pawn Sacrifice

Amerikalı satranç ustası Bobby Fischer ile Rus rakibi Boris Spassky'nin 1972 yılında İzlanda'da yaptığı ve "yüzyılın maçı" olarak tarihe geçen satranç karşılaşmasının hikayesi. O yılların medyası için Soğuk Savaş’ın satranç tahtasına uyarlanmış hali gibi olan bu mücadeleyi izlerken, aynı zamanda Bobby Fischer'ın psikolojik sorunlarına da tanıklık ediyoruz. Ancak film bizleri Fischer'ın iç dünyasına sokmakta güçlük çekiyor. Benzer bir hikaye olarak John Nash'in hayatını konu alan A Beautiful Mind hemen akla geliveriyor. Genç bir dahinin yavaşça zihninin kontrolünü kaybetmesi ve paranoyaklaşması o filmde çok daha etkileyici bir biçimde anlatılmıştı. Burada ise Tobey Maguire'ın oyunundan mıdır, senaryonun çocukluk / gençlik yıllarını çabuk geçmesinden midir nedir, Bobby Fischer'a karşı herhangi bir sempati duyamıyoruz. Çok etkileyici olabilecek bir gerçek yaşam hikayesi çok düz bir şekilde anlatılmış. Gelecekte Fischer’ın dehasını ve sorunlarını anlatan daha iyi filmler çekilecektir diye düşünüyorum.

FRAGMAN

Pawn Sacrifice (2014) on IMDb

Benim Notum: 6 / 10


9 Ekim 2015

Everest

Everest, dünyanın en yüksek tepesine tırmanan bir grup dağcıyı, hazırlık aşamasından zirveye çıkışa, sonrasında da geri dönüşe kadar  adım adım takip etmemizi sağlayan neredeyse belgesel tadında bir yapım. Anlatılan hikayenin gerçek olduğunu ve 1996 yılında yaşandığını ekleyelim. Film öncelikle bilgilendirici yönüyle dikkati çekiyor: "Bir Boeing 747'nin uçuş yüksekliğindeki" hava ve çevre koşullarında aslında normal bir insan oğlunun yaşayamaması gerekiyor. Birçok yardımcı araç gereç ve öncesinde aylar süren iklime alıştırma çalışmaları sayesinde dağcılar bu son derece zor tırmanışı becerebiliyorlar (en azından bir kısmı). Film, daha önceleri "oh ne güzel, bol bol temiz hava, güzel manzara" diye baktığımız dağcılık işinin hiç de uzaktan göründüğü gibi olmadığını kafamıza çakıyor. Ancak senaryonun çok fazla karakterle tıka basa dolu olması filmin dramaturjik yönünü olumsuz etkiliyor. İzleyiciler olarak sayıları yirmiyi bulan karakteri iki saatlik bir filmin içinde yeterince tanıyamadığımızdan onları pek fazla umursamıyoruz. Dolayısıyla karakterlerin hayatta kalıp kalmamasının heyecanını da tam anlamıyla hissedemiyoruz. Son tahlilde, etkileyici görüntüleri ve öğretici yanı için izlenebilecek bir yapım.

FRAGMAN

Everest (2015) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10

7 Ekim 2015

Sicario

"2011'in En İyileri" listemdeki Incendies ve "2013'ün En İyileri"nden Prisoners'ın yönetmeni Denis Villeneuve, bir kez daha yılsonu listeme girecek gibi görünüyor. Demek ki artık Kanada'nın Fransızca konuşulan bölgesinden (Quebec) çıkıp gelen bu genç adamın, çağdaş sinemanın en iyi yönetmenlerinden biri olduğunu kabul etmemiz gerek. Villeneuve'ün bir sonraki projesinin yeni Blade Runner filmi olduğunu öğrenmek ne heyecan verici!..

Sicario, Meksikalı bir uyuşturucu kartelinin tepesindeki ismi ele geçirmeyi amaçlayan uzun soluklu bir operasyonun detaylarını anlatıyor. Aslına bakarsanız hikayede belki çok farklı, çok yenilikçi bir unsur yok, örneğin Incendies'deki gibi şok edici bir gerçekle karşılaşmıyoruz. Ancak yaratılan atmosfer o kadar başarılı ki... Villeneuve, Prisoners'da da birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Roger Deakins'in de katkılarıyla, filmin karanlık ve umutsuz öyküsünü etkileyici karelerle perdeye yansıtmayı başarıyor. Hangi birini anlatmalı: Örneğin 4-5 tane CIA jipinin sınırdan Meksika'ya geçişini gösteren havadan yapılmış çekim.... Sonuçta ortada olan biten bir şey yok, ama öylesine ustaca yapılmış bir çekim ki, o sahne boyunca koltuğunuzun köşesinde doğrulup gözlerinizi perdeden ayıramıyorsunuz. Ya da gece çekimleri... Hep görmüşüzdür, sinemada gece sahnelerinde nedense karakterlerin yüzüne bir yerlerden bir ışık vurur. Sözde etraf zifiri karanlıktır ama biz herşeyi ayna gibi görürüz. İşte Sicario'da öyle değil, karanlık ilk defa gerçekten karanlık. Silahların konuşmaya başladığı operasyon sahneleri ise bana -yine çok sevdiğim- Zero Dark Thirty'yi anımsattı. Elbette filmde sadece çatışma sahneleri, uçuşan kurşunlar yok. “Sicario”nun farklarından biri, sinemada defalarca gördüğümüz derin devlet eleştirisini tekrar etmekten ziyade sorunu daha insani bir boyuta taşıması. Dennis Villeneuve, suç batağında yaşayan Meksika halkına duyarlı bir bakış getirmenin yanısıra çetelere karşı savaşanların ahlaki çelişkilerini de açıklıkla anlatıyor. Kolay kolay karşınıza çıkmayacak sağlam ve çarpıcı bir film.

Not: Tıpkı bir alttaki Mr.Holmes gibi Sicario'nun da Türkiye sinemalarında şöyle bir görünüp, bir hafta sonra hemen gösterimden kalkması ne acı... İyi filmleri sinemada yakalayabilmek için ciddi çaba gerekiyor.

FRAGMAN

Sicario (2015) on IMDb

Benim Notum: 8,5 / 10

28 Eylül 2015

Mr. Holmes

Özel dedektifliği bırakalı otuz yıl olmuş, artık 90 yaşına gelmiş ve belleğini yavaş yavaş yitiren bir Sherlock Holmes, yıllar önce emekli olmasına sebep olmuş travmatik bir meseleyi yeniden hatırlamaya ve çözmeye çalışıyor. Yetenekli yönetmen Bill Condon (Gods and Monsters, Dreamgirls) harika bir senaryodan yola çıkarak karşımıza inceliklerle dolu bir film getiriyor. Başlarda nereye bağlanacağını bilemediğimiz üç farklı öykünün heyecanı ve ilginçliği giderek yükseliyor. Başta karmaşık görünen olayların örgüsü ustalıkla çözülüyor ve aykırı gözüken öykülerin içi dolduruluyor. Hepsinden önemlisi de bütün o polisiye entrikaların ardından son derece sıcak ve insancıl bir mesaj ortaya çıkıyor. Mr. Holmes insan olmanın değerini, anlamını anlatan o güzel, ince ruhlu filmlerden.  

FRAGMAN

Mr. Holmes (2015) on IMDb

Benim Notum: 8 / 10

23 Eylül 2015

No Escape

Adı belirtilmeyen (ama büyük olasılıkla Kamboçya olan) bir "güneydoğu Asya" ülkesine tayin edilen Amerikalı bir mühendis, ülkede çıkan vahşi bir ayaklanmanın tam ortasında kalıyor ve ailesini bu cehennemden kurtarmaya çalışıyor. Filmi hikayedeki ahlaki boyuta hiç takılmadan sadece teknik olarak değerlendirirsek, aslında oldukça başarılı bir gerilim olduğunu söyleyebiliriz. Korku filmlerinden gelme yönetmen John Eric Dowdle yarattığı tekinsiz atmosferle bizi baştan sona avucunun içine almayı beceriyor. Olaya daha politik açıdan yaklaşmayı tercih eden hassas ruhlar ise senaryodaki doğuya ve üçüncü dünya ülkelerine fazla üstten ve küçümseyici bakan, “zalim çapulcular / şahane batılılar” tavrından rahatsız olabilirler.      

FRAGMAN

No Escape (2015) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10

21 Eylül 2015

The Man from U.N.C.L.E.

Guy Ritchie'nin yönettiği The Man from U.N.C.L.E. 60'lı yılların soğuk savaş temalarıyla dolu ajan filmlerine selam göndermeyi amaçlayan bir yapım. O dönemin tarzına, giyim kuşamına meraklıysanız hoşunuza gideceği kesin. Ancak hikaye örgüsü yeterince ilginç değil. Açılıştaki aksiyon sahnesi oldukça başarılı olsa da, filmin ikinci yarısındaki çatışma ve kovalamaca bölümleri aynı seviyeyi koruyamıyor. Filmde önce bir olayı gösterip, sonra "bakın aslında şöyle olmuştu" diyen Ocean's Eleven tarzı sekanslardan bolca var. Bu bölümler bir tane olsa tamam da, 4-5 kere tekrarlanınca insan izlediği her sahneye "bakalım bunun altından ne çıkacak" diye bakmaya başlıyor. Sonuç olarak, 1960’lar nostaljisiyle dolu, son derece biçimci, şık ama öyküsü yavan bir ajan filmi.  

FRAGMAN

The Man from U.N.C.L.E. (2015) on IMDb

Benim Notum: 6 / 10

4 Eylül 2015

Kraftidioten

Çok sevdiğim İskandinav sinemasından başarılı bir örnek daha. Oğlunu öldüren mafyadan intikam almaya çalışan kar küreme makinaları operatörü "örnek vatandaş" Nils'in hikayesi. Baştan sona karlar üzerinde geçen bu Norveç yapımı suç hikayesi içerdiği kara mizah ile hemen Coen kardeşlerin Fargo'sunu hatırlatıyor. Farklı lezzetleri özleyenlere...

FRAGMAN

In Order of Disappearance (2014) on IMDb

Benim Notum: 7,5 / 10

2 Eylül 2015

The Age of Adaline

İnandırıcılığı zorlayan birtakım mucizeler sonucunda sürekli 29 yaşında kalan ve aynı fiziği hep koruyan Adaline'ın hikayesi. Çağımızda birçok insanın ulaşmaya çalıştığı "ebedi gençlik" kavramı, bu hikayede Adaline'ı hep kaçmaya ve yalnızlığa sürükleyen bir tür lanet olarak sunuluyor. Ancak filmimiz genç kalmanın yarattığı sorunlar üzerine düşündürmekten ziyade öncelikle bir aşk hikâyesi anlatmayı hedefliyor. Televizyon dizileri ile şöhrete ulaşan Blake Lively, narin ve mesafeli tarzıyla Adaline rolüne çok iyi oturmuş. Aslında ilginç bir çıkış noktasına sahip olan The Age of Adaline belirli bir noktadan sonra tesadüfler ve sürprizlerle iyiden iyiye eski usul bir aşk filmi kıvamına geliyor ve başlangıçtaki ilginçliğini kaybediyor. Nicholas Sparks romanlarını seven romantiklerin daha fazla hoşuna gidebilir.

FRAGMAN

The Age of Adaline (2015) on IMDb

Benim Notum: 6 / 10

20 Ağustos 2015

Southpaw

Southpaw bildiğimiz Rocky formülünü modern soslarla servis eden bir boks filmi. Zirvedeyken herşeyini kaybetme, sonra yaşlı bir antrenör ile sıfırdan başlama teması özellikle Rocky 3 ile çok benzerlikler taşıyor. Ancak kameranın arkasında işinin ehli bir yönetmen, önünde de iyi oyuncular olunca, hikaye ne kadar tahmin edilebilir olsa da keyifle izleniyor. Training Day ve The Equalizer gibi filmlerin yönetmeni Antoine Fuqua'nın boks karşılaşmalarını çekerken kamerayı seyircinin göz hizasına yerleştirmesi, ringdeki boksörün yaşadıklarını birebir hissetmemizi sağlıyor ve gerçeklik duygusunu arttırıyor. Daha altı ay önce Nightcrawler ile bizi şaşırtan Jake Gyllenhal, yine sadece fiziksel değişimle yetinmeyip, duruşu konuşması ile tamamen rolün içine giriyor ve bize gerçek hayattaki aktörü unutturuyor. Antrenör rolündeki Forrest Whittaker ve küçük kızı oynayan Oona Laurence da çok iyiler. Eğer bu film ABD'de yazın değil de Kasım ayında gösterime girseydi oyunculuk dallarında üç Oscar adaylığı gelebilirdi; ama Akademinin hafızası kısa sürelidir, büyük olasılıkla Oscar vakti geldiğinde bu performanslar unutulacak.

FRAGMAN

Southpaw (2015) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10