31 Ekim 2016

100. Ekşi Elmalar


Anadolu öykülerini anlatmada iyice usta olduğunu artık ispatlayan Yılmaz Erdoğan, Vizontele'de yaptığı gibi yine kendi geçmişine çeviriyor kamerasını. 1970’lerin Hakkari'sinde başlayıp 1990’lara kadar uzanan film, otoriter ve sert bir babayla üç kızının öyküsünü anlatan hüzünlü bir komedi. Filmin ilk bir saati ile ikinci bir saati farklı tonlarda ilerliyor. Kızların otoriteyi aşmak için gösterdiği çabalara yoğunlaşan ilk yarı şakalar, şahane diyaloglar ve mükemmel müziklerle akıp geçiyor. Hatta filmin arasında eşime dönüp "herhalde hep böyle laylaylom gitmeyecek, dramatik bir şeyler olmalı" dediğimi hatırlıyorum. İkinci yarıda ise beklendiği gibi güneş gidiyor, bulutlar geliyor ve Yılmaz Erdoğan yine boğazımiza bir düğüm atıyor, film bitene kadar da yutkunamıyoruz.

Kız kardeşleri canlandıran oyuncuların üçü de çok başarılı. Ama en iyileri yine Farah Zeynep Abdullah. Abdullah'ın oynadığı okuma-yazma bilmeyen Muazzez karakterininin ilk mektubunu fotoromandan kestiği kelimelerle yazması çok dokunaklı. Yılmaz Erdoğan'ın canlandırdığı Reis ise aslında sevimsiz, nursuz bir karakter. Ancak onun da ikinci yarıda yavaş yavaş yaşadığı çöküş etkileyici. Alıştığı yaşam ortamından çıkıp büyük şehire geldiğindeki o acıklı hali, doğal yaşam alanından alınıp hayvanat bahçesine konmuş bir aslanı andırıyor. “Ekşi Elmalar” sanat yönetimi, kurgusu, müzikleri ve ses miksajıyla prodüksiyon kalitesi yüksek bir film. Genelde hep takdir ettiğim görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki'nin görüntülerinde ise bu kez nedense bir yapaylık var. Yayla sahnelerinde ya da en sonda elma ağacının bahçenin ortasında parlamasında kullanılan dijital müdahaleler göze batıyor. Sonuç itibariyle, Yılmaz Erdoğan filmografisinde bir Kelebeğin Rüyası ya da Vizontele gibi zirvelerde olmasa da, izleyicisini sarıp sarmalayan başarılı bir yapım Ekşi Elmalar.


Eksi Elmalar (2016) on IMDb


Benim Notum: 7,5 / 10

28 Ekim 2016

99. Love & Friendship

Jane Austen romanı Lady Susan'dan uyarlanan film, çekici dul Susan'ın kendisi ve kızı Frederica için uygun eşler aramasını konu alıyor. Whit Stillman'ın yönettiği bu dönem draması, bir Jane Austen uyarlamasından bekleneceği üzere bol bol sıkışık korseler, kabarık etekler, şapkalar ve ağdalı bir saray İngilizcesi ("I shan't") vaad ediyor. Diyaloglar belli bir kalite içerse de, karakterlerinin film boyunca şatoların salonlarında konuşup durduğu Love and Friendship sinema filminden çok bir tiyatro oyununu andırıyor. "Period drama" denen türün iflah olmaz meraklılarına.

FRAGMAN

Love & Friendship (2016) on IMDb

Benim Notum: 5,5 / 10



25 Ekim 2016

98. The Girl on the Train

Her sabah trenle işe gidip gelirken, demiryolu kenarındaki bir evi ve bu evde yaşayan mutlu çifti gözetleyen Rachel, bir yandan da kendi hayatında sona ermiş evliliğinin acısını yaşamaktadır. O gözetlediği ailenin başına gelen sırlarla dolu bir cinayetin ardından, Rachel da şüphelilerden biri sıfatıyla geçmişiyle yüzleşir. New York’un banliyölerinde yaşayan üç kadının birbiriyle kesişen hikayesine odaklanan The Girl on the Train, konusu, görüntüleri ve müzikleri ile fazlasıyla iki sene önceki David Fincher imzalı Gone Girl'ü anımsatıyor. Daha doğrusu Gone Girl olmaya heves ediyor diyelim. Ama kamera arkasında bir David Fincher yok ne yazık ki... Emily Blunt gibi iyi oyunculara ve ilginç olabilecek bir çıkış fikrine sahip film, kötü yönetmenlik tercihleri nedeniyle bir türlü istenen tempoya kavuşamıyor. Filmin süresi 1 saat 50 dakika ama film bittiğinde biz 3 saat 50 dakika geçmiş gibi hissediyoruz. Yoklukta izlenebilir, ama hemen de unutulur.

FRAGMAN

The Girl on the Train (2016) on IMDb

Benim Notum: 6 / 10

24 Ekim 2016

97. Popstar: Never Stop Never Stopping

İlk olarak YouTube'da yayınladıkları komik video kliplerle dikkati çeken, sonrasında Amerikan televizyonunun meşhur komedi programı Saturday Night Live ekibine de dahil olan The Lonely Island üçlüsünün hem yazıp hem oynadıkları Popstar, günümüz Amerikan müzik endüstrisinin bir parodisi. Hem filmin isminden hem de ana karakteri Connor'ın hali tavrından dalga geçilen kişinin en başta Justin Bieber olduğu hemen anlaşılıyor. Tıpkı Justin Bieber'ın Never Say Never filminde olduğu gibi bu film de sanki bir belgeselmiş havasında çekilmiş. Hatta Usher'dan, Mariah Carey'ye, Seal'dan Pharell Williams'a gerçek hayattan birçok pop yıldızı kamera karşısına geçip Connor'ı ne kadar çok sevdiklerine dair röportajlar veriyorlar. Filmin en komik anları Connor'ın birbirinden absürd şarkı sözlerinde ortaya çıkıyor. Ancak ilk 15-20 dakikadaki kahkaha fırtınası bir süre sonra etkisini yitiriyor ve film kendini tekrar etmeye başlıyor. Sanki bir sinema filmi değil de, arka arkaya eklenmiş komik videolar izliyormuş gibi hissediyoruz. Yapımcı Judd Apatow olunca esprilerin çoğunun +18 olması da sürpriz değil; aman "Justin Bieber'mış, komediymiş" deyip de çoluk çocuk ekran karşısına geçmeyin.

FRAGMAN

Popstar: Never Stop Never Stopping (2016) on IMDb

Benim Notum: 6 / 10

 


22 Ekim 2016

96. When Marnie Was There


Daha önce Spirited Away ve Howl's Moving Castle gibi çok ses getiren animelerin yaratıcısı Japon Ghibli stüdyoları tarafından çekilen When Marnie Was There, iki küçük ve yalnız kızın arasında filizlenen dostluğu anlatıyor. Anna yetimhanede büyümüş, etrafındakilerle iletişim kurmakta zorlanan bir çocuk. Astım sorunlarından ötürü, yazın deniz kenarındaki bir köye gönderiliyor. Burada tanıştığı Marnie ile arasındaki arkadaşlık kısa sürede ilerliyor. Anna, bir yandan kendisini olduğu gibi kabul eden birisini bulmanın mutluluğunu yaşarken, bir yandan da bu gizemli arkadaşının geçmişini merak etmeye başlıyor.

Ghibli'nin daha önceki Spirited Away, Princess Mononoke gibi animelerini görsel olarak başarılı bulsam da, işlenen konular bana biraz tuhaf gelmişti. O fantastik hikayeler, uçan domuzlar, dev kurtlar, garip canavarlar filan bende bir tür yabancılaştırma efekti yaratmıştı. Marnie öyle değil Allah'tan! Bunda, filmin İngiliz yazar Joan G.Robinson’un 1967 yılında yayımlanan bir çocuk romanından uyarlanmış olmasının etkisi büyük. Anlatılan hikaye daha bir bizim buralardan ve daha bir yere basıyor. Ve bu öylesine dokunaklı bir hikaye ki, film boyunca derin bir hüzün duygusu kalbinize oturup kalıyor. Elbette Ghibli'nin o alıştığımız elle çizilmiş animasyonu yine muhteşem. Filmde kullanılan o capcanlı doğa manzaraları göz kamaştırıcı şekilde başarılı. Etraftaki her detay çok ince bir şekilde düşünülmüş. Ama buna "gerçekten ayırt etmek zor" da denemez. Bu daha çok güzel bir tabloya bakmak gibi. Çizimleri, sıcacık karakterleri ve özellikle müzikleri ile film sizi içine çekiyor ve kendinizi hiç düşünmeden Marnie'nin dünyasına bırakıyorsunuz, bir trene binip o köye gitmek istiyorsunuz. Herkese dokunacak bir yönü olan When Marnie Was There kendini izlettiren ve bittikten sonra da üzerinizdeki etkisini uzun süre hissettiren bir film. Filmin sonunda burnumuzu çeke çeke dinlediğimiz Fine on the Outside için tıklayınız.

FRAGMAN

When Marnie Was There (2014) on IMDb

Benim Notum: 8 / 10

21 Ekim 2016

95. The Legend of Tarzan

Bu yeni uyarlama bizim bildiğimiz Tarzan öyküsünden 10 yıl sonra başlıyor. Tarzan artık Lord Clayton'dır ve Londra'da eşi Jane ile birlikte mutlu mesut ve gayet sosyetik bir hayat sürmektedir. Ancak Kongo'daki bazı kötü gelişmeler üzerine, doğduğu topraklara dönüp ülkeyi (ve bu arada sevgilisini) yeniden kurtaracaktır. Muhtelemelen yapımcılar "herkesin bildiği öyküyü yeniden çekmeyelim" diye düşünmüşler ama yazdıkları yeni senaryonun da ilgimizi ayakta tutacak bir tarafı yok. Bu sıkıcı yeni hikayeyi izlerken, arada bir geçmişe dönülüyor ve Tarzan'ın goriller tarafından büyütülmesi, Jane ile tanışması gibi unutulmaz sahneleri küçük flashback'ler halinde izliyoruz. İşte o zaman "keşke bu zor ilerleyen senaryo yerine orjinal Tarzan hikayesini yeniden çekselermiş" diyoruz. Filmin yönetmeni son dört Harry Potter filmini yöneten David Yates olunca, insan daha iyisini bekliyor. Bu ise parlak görüntüsünün altında oldukça enerjisi düşük bir Tarzan filmi. 

FRAGMAN

The Legend of Tarzan (2016) on IMDb

Benim Notum: 5,5 / 10

20 Ekim 2016

94. Deepwater Horizon

2010 yılında bizim haber bültenlerimize de yansıyan ve tarihinin en büyük çevre kirliliği faciası olarak kayıtlara geçen olayda, BP şirketinin Meksika körfezindeki bir petrol arama platformu yıkılmış ve denize milyonlarca galon petrol dökülmüştü. Ancak 87 günde söndürülebilen yangının ilk gününde ise 11 işçinin hayatını kaybettiği bir patlama meydana gelmişti. Deepwater Horizon bu trajik ilk günde yaşananlara ve sonrasındaki kurtarma operasyonuna odaklanıyor. Yönetmen Peter Berg'in Mark Wahlberg'le Lone Survivor'dan sonra ikinci kez birlikte çalıştığı filmde, felaketin adım adım nasıl geliyorum dediğini, sanki ekibin bir üyesi gibi birinci elden takip ediyoruz. Bir petrol arama platformunun nasıl çalıştığını anlatmaya ayrılan filmin ilk yarısındaki teknik ayrıntı yoğunluğu bazı seyircileri sıkabilir. Ancak patlamayla birlikte filmin ivmesi artıyor ve sonrasında o soluksuz tempo filmin sonuna kadar bir an bile düşmüyor. Bu bölümde, yönetmen Peter Berg çok başarılı bir görüntü, kurgu ve ses efekti çalışmasıyla seyirciye o dehşeti birebir aktarıyor. Adeta okyanusun ortasında yüzen çamur, petrol, ateş ve demirden oluşan bir cehennemin içine giriyoruz. Deepwater Horizon, henüz altı yıl önce dünya gündemine damgasını vuran bir olayın perde arkasındaki çarpıcı gerçeklere şahit olmak için seyredilebilecek, biraz ağır başlasa da sonra toparlayan iyi bir film.

FRAGMAN

Deepwater Horizon (2016) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10


16 Ekim 2016

93. The Magnificent Seven

The Magnificent Seven 1960 yapımı Steve McQueen'li, Charles Bronson'lu, Yul Brynner'li western klasiğinin yeniden çevrimi; ki o film de aslında büyük Akiro Kurosawa'nın 1954 yapımı Yedi Samuray'ının yeniden çevrimidir. Çocukluğu, Pazar günleri tek kanallı TRT ekranında western kuşağını (tam 12:00'de başlardı, Pazar Konseri'nden hemen sonra) seyrederek geçmiş bizim nesil için, klasik westernlerin tüm lezzetlerini yeniden hatırlatan bu film aslında maça 1-0 önde başlıyor. Yönetmen Antoine Fuqua (Training Day, The Equalizer, Southpaw) kasabaya gelen ve bara giren yabancı ya da kasabanın ortasındaki sokakta iki adamın düellosu gibi western filmlerinin tanıdık klişelerine birbirinden iyi çekilmiş sahnelerle adeta saygı duruşunda bulunuyor. Ama filmin başında yaşadığımız o coşkulu beklenti film sona erdiğinde tam da karşılanmıyor. Bir kere öyküde ciddi bir inandırıcılık sorunu var: Karizmatik Denzel Washington dışında ekibin geri kalanı toplum dışına itilmiş, amaçsız ve biraz da itici altı serseriden oluşuyor. Bu adamların bir araya gelmeleri bile zorken, kasabalıları kötü ruhlu maden ağasından kurtarmak için, bir ideal uğruna hayatları pahasına bir mücadeleye girmeleri pek inandırıcı durmuyor. Böyle hissetmemizin nedeni yönetmen Fuqua'nın çok iyi çekilmiş aksiyon sahnelerine odaklanıp, karakter gelişimini boşvermesi. Örneğin kadroda bir Meksikalı var, onunla ilgili filmin sonunda tek bildiğimiz şey "Meksikalı" olması, başka bir şey bilmiyoruz. Son bir not filmin müziği ile ilgili: James Horner ölmeden önceki son çalışmasını bu film için yapmış. Gelgelelim, filmin ana temasındaki o dört notalık imza bölümü yine Horner'ın 12 yıl önce yazdığı Troy filminin müziği ile resmen aynı. Üstadı rahmetle anıyoruz anmasına da, böyle kopyala-yapıştır yapmasa iyiymiş.

FRAGMAN

The Magnificent Seven (2016) on IMDb

Benim Notum: 6,5 / 10

14 Ekim 2016

92. Kalandar Soğuğu

Bir kere en baştan anlaşalım: Kalandar Soğuğu bir "festival filmi". Uzun sessiz sekanslardan, cümlesiz bakışmalardan, geniş plan pastoral görüntülerden ve son derece ağır bir tempodan sıkılacak sevgili dostları dışarı alalım. Biz sohbetimize "fularlı arkadaşlar"la devam edelim.

Kendisi de Artvin doğumlu olan yönetmen Mustafa Kara'nın birçok festivalden ödüllerle dönmüş filmi Kalandar Soğuğu, Doğu Karadeniz'in bir dağ köyünde kendisinin ve ailesinin makus talihini yenmek için maden rezervi arayan Mehmet'in öyküsünü anlatıyor. Filmin çekimleri dört mevsime yayılan çok zor koşullarda yapılmış. Hatta başrol için bulunan ilk oyuncu bu zorlu doğa şartlarından ötürü, sözleşme imzalamış olmasına rağmen, seti bırakıp kaçmış. Bunun üzerine yönetmen Kara lise yıllarından öğretmeni olan Haydar Şişman'ı Mehmet rolünde oynatmaya karar vermiş. O da sürpriz bir şekilde gayet iyi iş çıkarmış. Filmin en güçlü yanı Karadeniz'in büyüleyici atmosferini masalsı bir şekilde bize sunan sinematografisi gibi görünse de, ben aile içindeki ilişkilere odaklanan gösterişsiz, küçük anları daha çok beğendim. Örneğin, Mehmet ve Hanife'nin bol gözyaşı ve isyan içeren kavgalarından sonra, süte ekmek doğrayarak tek bir kaba birlikte kaşık salladıkları sahneyi çok dokunaklı, çok başarılı buldum. Kalandar Soğuğu izleyicisinden sabır isteyen, ama bu sabrı gösterebilenleri de memnun edecek bir film.

FRAGMAN

Cold of Kalandar (2015) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10

12 Ekim 2016

91. Alice Through the Looking Glass

2010 yılında Tim Burton'ın yönettiği Alice in Wonderland tüm dünyada 1 milyar doları aşan bir gişe hasılatı yapmış, hatta Harry Potter'ı filan geçerek o senenin dünyada en çok izlenen filmi olmuştu. Bu kadar iş yapan bir filmin devamının gelmesi kaçınılmazdı, hatta neden bu kadar beklediler, asıl onu sormalı. Tim Burton'ın "yok ben bu kez topa girmeyeyim" deyip sadece yapımcılıkla yetindiği Through the Looking Glass sadece ve sadece "ilkinden çok para kazandık, hadi bir daha yapalım" motivasyonu ile çekilmiş gibi görünüyor. Birbirine bağlanamayan bir sürü alt hikayesi ve taşmış oyunculukları ile gürültülü bir keşmekeş var karşımızda. İlk filmde Johnny Depp'in abartılı oyununu gören diğer oyuncular, "hmm, onda işe yaradı, belki bizde de yarar" deyip el kol hareketlerini ve mimikleri abarttıkça abartmışlar. Özellikle Helena Bonham Carter'ın canlandırdığı Kızıl Kraliçe'nin film boyunca tüm cümlelerini bağırarak söylemesi bir süre sonra sinir bozucu olmaya başlıyor. Önceki filmin en güçlü yanı olan görsel efektler de bu filmde çok yapay durmuş. 8-10 yaşlarında bir kız çocuğunuz varsa, ona ilginç gelebilir.

FRAGMAN

Alice Through the Looking Glass (2016) on IMDb


Benim Notum: 4,5 / 10

11 Ekim 2016

90. Bridget Jones's Baby


Başrol oyuncusunun Jump Around şarkısına eşlik eden rap hareketleriyle evin içinde kendi kendine dansetmesi ile açılan bir filme kapılıp gitmemek elde değil elbette!... Bridget Jones'u özlemişiz. İngiliz yazar Helen Fielding'in 21.yüzyılın bağımsız ama yalnız, çalışan bekar kadınını anlattığı romanı tüm dünyada çok satmış, 2001 yılında da kadın yönetmen Sharon Maguire tarafından çekilen bir filmle sinemaya uyarlanmıştı. 2004'te Beeban Kidron'ın yönettiği ve pek de beğenilmeyen devam filmi geldi. Şimdi ilk filmin yönetmeni Sharon Maguire 15 yıl aradan sonra ve ilk filmdeki yan oyuncularla birlikte geri dönüyor. Böylece Bridget Jones tamamı kadın yönetmenler  tarafından çekilen ilk film üçlemesi olarak sinema tarihine de geçiyor.  

Yıllar geçmesine rağmen Bridget Jones bildiğiniz gibi: Yine sarsak, yine hafif ağzı bozuk ve hala gerçek aşkı arıyor. Film romantik komedi türünün tüm klişelerini sıralasa da, bunu çok sempatik ve başarılı bir şekilde yapıyor. Esprilerin belki hepsi çok iyi değil, kimi hedefi ıskalıyor, ama kahkaha attıran bölümler de az değil. Özellikle Bridget'ın doktoru Emma Thompson'ın yer aldığı tüm sahneler harika. Aynı zamanda senaristlerden de biri olan Emma Thompson belli ki kendine torpil geçmiş. Ed Sheeran'ın varlığı da filme renk katmış. Bridget Jones's Baby her biri ayrı ayrı sevimli karakterlere sahip, çok matah olmadığını bilmenize rağmen iki saat boyunca yüzünüzde sebepsiz bir sırıtma ile izleyeceğiniz bir film. İyi yazılmış diyalogları ve durum komedileri ile, "şöyle güzel vakit geçirtecek bir romantik komedi izleyelim" diyenlere gayet uygun gelecek bir seçim.

FRAGMAN

Bridget Jones's Baby (2016) on IMDb

Benim Notum: 7,5 / 10

9 Ekim 2016

89. Warcraft

Filmin yönetmeni, daha önce Moon (2009) ve The Source Code (2011) gibi son derece ilginç iki işe imza atmış Duncan Jones olunca, insan "bakalım bu fantastik hikayeye neler getirecek" diye meraklanmıyor değil. Bilgisayar oyunlarından uyarlanmış diğer filmlerin seviyesi düşünüldüğünde Warcraft'ın ortalamanın üzerinde olduğu da söylenebilir. Ama bu bir iltifat sayılmaz, çünkü bahsettiğim o filmler (Street Fighter, Super Mario Bros., vs.) genelde yerlerde sürünen yapımlar. Lord of the Rings'den çok fazla esinlenilmiş gibi görünen bir dünyada Orc'larla insanların savaşını anlatan Warcraft'ta, yönetmen Duncan Jones zaman zaman yeteneğini gösterir gibi oluyor. Özellikle savaş sahneleri kapanmakta olan göz kapaklarımızı biraz açıyor. Ama filmin hikayesi ve karakterleri öyle zayıf ki. Örneğin insan ırkının kahraman komutanı gibi sunulan Anduin Lothar karakterini ele alalım... Bu hikayenin Aragorn'u olmasını beklediğimiz bu arkadaş, film boyunca çakır gözlerini kırpıştırmaktan öte bir şey yapmıyor. Lothar karakterinin yiğitliğini bize gösterecek yeterli malzeme yok. Yandaki afişin yarısını kaplamış, ama hikayedeki ağırlığı %10'u geçmez. Mesela Orc'ların lideri Duratan, bilgisayarda üretilmiş olmasına rağmen çok daha ilginç bir karakter. Filmin genelinde bir kurgu masası faciası da yaşanıyor. İlk yirmi dakikada o şehirden bu şehire hoplayıp duruyoruz, neredeyse hiçbir sahne iki dakikadan fazla sürmüyor. Ancak bu durum hikayenin içine girmemizi ve karakterleri benimsememizi zorlaştırıyor. Aslında film normalde dört saatlikmiş de iki saate sığdırmak için bir sürü sahneyi kurgu odasında kırpmışlar gibi hissediliyor. World of Warcraft oyunu meraklılarını memnun edecek birçok ayrıntı varmış okuduklarıma göre, ama ben oyunu hiç oynamadığım için önümdeki sinema eserini değerlendirmek durumundayım. O da yeterince iyi değil ne yazık ki...  

FRAGMAN

Warcraft: The Beginning (2016) on IMDb

Benim Notum: 5 / 10 

6 Ekim 2016

88. The Girl with All the Gifts

Bu İngilizlerin zombilere olan düşkünlüğü ne iştir? 2002'de Danny Boyle'un yönettiği 28 Days Later, sonra 2007'de onun devamı niteliğindeki 28 Weeks Later, arada Simon Pegg komedisi Shaun of the Dead hep bir virüsün etkisiyle zombiye dönüşen insanları anlatan İngiliz filmleriydi. Bu sene Londra'da düzenlenen Secret Cinema başlıklı özel bir etkinlikte ise, sınırlı sayıda davetiye ile gelebilen izleyiciler önceden ilan edilmeyen gizli bir lokasyona götürüldüler; burada önce bir hangarda 28 Days Later filmini izlediler, sonra da filmdeki sahneleri gerçek hayatta canlandıracak şekilde, gece vakti Londra'nın sokaklarında zombiler tarafından kovalandılar (zombi kılığına girmiş figüranlar tarafından elbette). İlginç ve adrenalini yüksek bir deneyim!..

The Girl with All the Gifts de ilk aşamada kaçınılmaz olarak 28 Days Later'ı hatırlatıyor. Film hapishane ve okul karışımı bir askeri tesiste, insanlar tarafından eğitime tabi tutulan bir grup zombi çocuğun görüntüleri ile açılıyor. Elbette bu tesisin laboratuar kısmında bu çocuklar üzerinde klinik araştırmalar da yapılmakta ve insanları zombiye dönüştüren virüse karşı bir aşı geliştirilmeye çalışılmaktadır. Zombi çocuklar arasında Melanie isimli bir kız, samimi, vicdanlı tavırları ve insanlarla iletişim kurmadaki yeteneği ile diğerlerinden ayrılmaktadır. Bir süre sonra tesis yetişkin zombilerin baskınına uğrayınca, bir öğretmen, bir doktor ve birkaç askerden oluşan grup Melanie'yi de yanlarına alarak kaçar ve güvenli olduğunu düşündükleri Londra'ya ulaşmaya çalışırlar. Yolculuk boyunca, Melanie bir yandan sevdiği insanları zombilerden koruyacak, ama bir yandan da içindeki zombinin açığa çıkmaması için kendisiyle mücadele edecektir. Daha çok Sherlock ve Dr.Who gibi televizyon dizilerinden tanıdığımız yönetmen Colm McCarthy bu ilk sinema filminde aslında zombi türüne farklı bir soluk getirmeye çabalıyor. İlk bölümlerde bunu başardığı da söylenebilir. Askeri tesisteki açılış sahnelerinde hayli ilginç olacakmış gibi başlayan film, daha sonra türün klişelerine teslim oluyor. İlerleyen dakikalarda sağlam bir dramatik yapı kurulamıyor ve akıcılık sağlanamıyor. Soruların havada asılı kaldığı bir finalle de film noktalanıyor. Zombi filmlerinin meraklılarına...


FRAGMAN

The Girl with All the Gifts (2016) on IMDb


Benim Notum: 6,5 / 10

4 Ekim 2016

87. Tschik

Fatih Akın'ı severim. Kendim için bir "tüm zamanların en iyileri" listesi yapsam, Duvara Karşı kesin ilk ona girer. Karın boşluğuna yediğimiz sıkı bir yumruk kıvamındaki 2004 yapımı Duvara Karşı bence Fatih Akın sinemasının zirvesini oluşturur. Daha sonra bir daha o filmin seviyesini yakalayamasa da, Crossing the Bridge (2005), Yaşamın Kıyısında (2007) ve Soul Kitchen (2009) da hep beğendiğim filmler oldu. En son iki yıl önce The Cut ile boyundan büyük işlere kalkışıp, hem eleştirmenler hem de seyirci gözünde çuvalladıktan sonra (herkesin hayatta bir kez çuvallama hakkı var), Akın çok daha alçakgönüllü bir yapım ile karşımızda. 14 yaşındaki iki ergenin evden kaçarak çıktıkları bir yolculuğu anlatan Tschik (Elveda Berlin) daha çok yönetmenin kariyerinin en başlarında çektiği Im Juli (Temmuz'da)yı hatırlatıyor. Akın bize büyüyüp ilk gençlikten olgunluğa geçmenin sorunları üzerine sıcak ve içten bir film sunuyor. Dinamik, eğlenceli ve "izleyici dostu" bir yol hikayesi izliyoruz, ancak yukarıda saydığım o önceki Fatih Akın filmlerinin vuruculuğu eksik. İlk bir saat tamamlandığında "evet tamam Almanya'nın kırları, ovaları, özgürlük, gençlik coşkusu, iyi hoş da, başka bir şey yok mu" diyerek yandaki koltuklara bakmaya başlıyorsunuz.

FRAGMAN

Tschick (2016) on IMDb


Benim Notum: 6 / 10

3 Ekim 2016

86. Central Intelligence

Kevin Hart ismini görünce ayaklarım geri geri gitmişti, ama meğer onu dengelemek için Dwayne Johnson gibi bir cevher gerekiyormuş. Central Intelligence beklediğimden çok daha iyi çıkan bir komedi... Lisedeyken akran zorbalığına maruz kalan şişman ve sinik öğrenci Bob (Dwayne Johnson) ile aynı lisenin "altın çocuğu" Calvin (Kevin Hart) mezuniyetten yirmi yıl sonra tekrar buluşuyorlar. Çok parlak bir geleceği olacağına kesin gözüyle bakılan Calvin, tüm beklentilerin tersine sıradan bir muhasebeci olabilmiştir. Lisede bolca alay konusu yapılan ezik Bob ise yıllar sonra bol kaslı dev bir atlete dönüşmüştür. Bob artık CIA için çalışan gizemli ve gözüpek bir ajandır ve uluslararası bir operasyon için Calvin'den yardım ister. Profesyonel Amerikan güreşi (WWE) ringlerinde yıllarca "The Rock" olarak tanıdığımız Dwayne Johnson'ın sinema kariyeri daha çok bol bol kaslarını gösterdiği aksiyon filmleriyle başladı. Ama bence asıl yeteneği komedilerde ortaya çıkıyor. O fizikle ve o ifadeyle sempatik olabilmek, Arnold Schwarzenegger'den beri bir tek ona nasip olabildi sanırım. Tıpkı yıllar önceki Twins filminde Arnold'un Danny De Vito'yla oluşturduğu gibi, burada da dev Dwayne Johnson ile bücür Kevin Hart çok komik bir ikili oluşturmuşlar. Filmin ajan entrikası kısımları sallanıyor, ama komedi bölümleri gayet başarılı. Birçok sahnede katıla katıla güldüm. Özellikle en sondaki misafir sanatçı bölümü kahkahaların dozunu arttıran çok tatlı bir sürpriz.

FRAGMAN

Central Intelligence (2016) on IMDb


Benim Notum: 7 / 10

1 Ekim 2016

85. Imperium

Öncelikle filmin Türkiye sinemalarında "Köstebek" adı ile gösterime girmesi hususunda birkaç satır çemkireyim: Bu kaçıncı köstebektir? Önce 2000 yapımı Al Pacino'lu "The Insider"a Köstebek dediler, ki herhalde anlam olarak en yakın oydu. Sonra 2006'de en iyi film Oscar'ını alan Scorcese'nin "The Departed"ı da Köstebek oldu. 2012'de sıra Gary Oldman'ın oynadığı "Tinker, Tailor, Soldier, Spy"a geldi, gizli bir görev yapan mı var, bastır Köstebek ismini gitsin. Ve şimdi de bu... Bizim film getirticilerimiz neden bu kadar yaratıcılıktan yoksundurlar? Buna benzer bir de "Ölümcül Oyun" var. Sadece son yedi yılda tam dört tane Ölümcül Oyun filminin gösterime girdiğini biliyor muydunuz (ilaveten bir de Ölümcül Oyuncaklar var, onu saymadım)? Zaten bazı kelimelere bir takıklık söz konusu, biri "ölümcül" ise diğeri de "çılgın": Çılgın Hırsız, Çılgın İhtiyar, Çılgın Dostlar... liste uzuyor da uzuyor. Tahmin edin bakalım, 2000 yılından bu yana içinde "çılgın" kelimesi geçen kaç film gösterildi sinemalarımızda? İnanmayacaksınız ama tam 44!.. Eminim daha fazlası da vardır, 2000 yılı öncesine ulaşamadım. Bu isimleri kim koyuyor, gerçekten bir tanışmak isterim.

Neyse, biz gelelim son Köstebek'imize. Başrolünde bizim yıllardır Harry Potter olarak benimsediğimiz "evimizin oğlu" Daniel Radcliffe’in oynadığı Imperium, Neo-Nazilerin arasına sızan genç ve tecrübesiz FBI ajanı Nate'in yaşadıklarını anlatan bir polisiye gerilim. Radcliffe bir süredir çok farklı rollere soyunarak Harry Potter etiketini üzerinden atmaya çalışıyor, ve kabul edelim ki bunda başarılı oluyor. Genç yönetmen Daniel Ragussis bu ilk uzun metraj denemesinde, eski bir FBI ajanının anılarından yola çıkmış, yani film gerçek olaylardan esinlenmiş. Bu tür "undercover" hikayelerinde görmeye alıştığımız üzere, bu filmin de omurgasını "acaba Nate deşifre olacak mı, yakalanacak mı" heyecanı oluşturuyor. Filmin zamanlaması da Amerika'da Donald Trump gibi bir şahsiyetin siyasetin ön planına geçtiği günümüze çok iyi denk düşmüş. Ancak yönetmen Ragussis ırkçılık üzerine sağlam ve radikal bir eleştiri getirmek yerine biraz yüzeysel bir gerilimi tercih etmiş. Ayrıca bir köstebeğin potansiyel suçluları yakalamak için suçun oluşmasına yardımcı olması da ahlaken tartışmalı bir nokta: Nate bir terör saldırısının planlanması için neredeyse elinden gelen her şeyi yapıyor. Velhasıl, senaryodaki bazı kusurları saymazsak, Radcliffe’in onu ünlü yapan rolün çok üzerinde bir aktör olduğunu gösteren performansı ve yüzeysel ama sürükleyici gerilimi için izlenebilecek bir yapım.

FRAGMAN

Imperium (2016) on IMDb


Benim Notum: 6,5 / 10