29 Ocak 2016

11. The Hateful Eight


Çocukluğunuzda "İpucu" diye bir oyun oynamış mıydınız? Oyuncuların ellerindeki verilerden yola çıkarak bir cinayeti kimin, nerede, hangi araçla işlediğini bulmaya çalıştıkları bir kutu oyunuydu İpucu (hatta kutusunun rengi de maviydi galiba). "Bayan Alev, Bay Kaymak'ı kilerde ingiliz anahtarıyla öldürdü" tarzında embesil cümlelerin kurulduğu bu oyun, ilkokul yıllarımızın playstation'sız, cep telefonsuz, internetsiz evreninde favori eğlencelerimizden biriydi. İşte Quentin Tarantino'nun sekizinci filmi The Hateful Eight'i izlerken İpucu'nu hatırlamaktan kendimi alamadım.

Bir kar fırtınası sırasında, bir dağın tepesindeki kulübede mahsur kalmış, ve her biri birbirinden şüphelenen sekiz kişinin hikayesinde her zaman olduğu gibi Tarantino'nun "öldürücü" diyalogları başrolü oynuyor. Hemen hemen tamamı tek bir mekanda ve bir tiyatro sahnesi kıvamında geçen filmde diyaloglar (ve bazen de monologlar) öylesine cezbedici ki, filmin üç saatlik -aslında epey uzun- süresi hiç uzun gibi gelmiyor. Tarantino atmosfer yaratmada öyle başarılı ki, sanki film boyunca kulübenin dışında devam eden kar fırtınasını ve soğuğu biz de iliklerimizde hissediyoruz, gerçi bizim gittiğimiz salonda klimaların çalışmaması da bu gerçekçiliğe katkı sağlamış olabilir, bilmiyorum. Kurt Russel'dan Bruce Dern'e, Tim Roth'dan bu rolü ile Oscar'a aday olan Jennifer Jason Leigh'e kadar birbirinden yetenekli oyuncuların döktürdüğü kadroda, Samuel L.Jackson Pulp Fiction'dan beri en iyi performansıyla başı çekiyor. Her Tarantino filminde olduğu gibi müzik yine başrollerden birinde. Tüm dünyada en çok tanınan melodilerden biri "İyi, Kötü ve Çirkin"in yaratıcısı büyük İtalyan besteci Ennio Morricone, 87 yaşında belki de kariyerinin en güzel eseriyle filme büyük katkıda bulunuyor. Hayatı boyunca beş kez Oscar'a aday olmasına rağmen, ödülü hiç alamamış olan emektar sanatçı altıncı kez aday olduğu The Hateful Eight'in müzikleriyle bu kez şeytanın bacağını kıracak gibi görünüyor.  

The Hateful Eight ile ilgili tek küçük eleştirim şu olabilir: Hikayedeki esrarı çözmeye çalıştığımız dakikalar oyunun son perdesinde kısa kesiliyor ve Tarantino'vari bir kan banyosu başlıyor. Kafaların kolların uçtuğu o bölüm sanki Kill Bill'den ithal edilmiş gibi duruyor. Kendi adıma "İpucu" oynadığımız sahnelerin daha fazla devam etmesini isterdim. Ama ne olursa olsun, Tarantino Tarantino'dur; akciğer filmi bile çekse oturur izlerim :)

FRAGMAN

The Hateful Eight (2015) on IMDb

Benim Notum: "Eight" / 10

28 Ocak 2016

10. Brooklyn


Bu sene en iyi film, kadın oyuncu ve senaryo gibi üç önemli kategoride Oscar'a aday olan Brooklyn, 1950'lerde göçmen olarak Amerika'ya giden İrlandalı bir genç kızın hikayesini anlatıyor. Evinden ailesinden çok uzakta, yepyeni bir dünyaya ayak uydurmaya çalışan Eilis, önceleri zorlanıyor. Evine ve ailesine duyduğu özlem ilk günlerde onu dibe doğru çekerken, Brooklyn'de tanıştığı bir İtalyan gençle yaşadığı romantik ilişki ile birlikte yavaş yavaş Amerika'ya alışmaya başlıyor. Ancak İrlanda'dan gelen tatsız bir haber sonucu yeniden memlekete dönmek zorunda kalıyor ve orada hayatı ile ilgili çok temel bir kararı vereceği yol ayrımına geliyor. Saoirse Ronan'ın o maviş gözleriyle baştan sona etkileyici performansı sayesinde, onun hissettiklerini çok iyi anlıyor, onunla seviniyor, onunla üzülüyoruz. İzlediğimiz hikayeye öyle bağlanıyoruz ki, "acaba ne karar verecek" diye epey bir meraklanıyoruz. Nick Hornby'nin filmi, başka bir dönemden bize gönderilmiş güzel bir kartpostal gibi. Set tasarımları, dekorları, kostümleri, saç stilleri ile 50'lerin New York'u çok iyi canlandırılmış. Kostüm demişken, yukarıda saydığım Oscar adaylıkları arasında en iyi kostüm de olmalıymış bence. Brooklyn, gösterişsiz ama dokunaklı, melodrama kaçmadan yüreğinizi yakalayacak hoş bir hikaye.

FRAGMAN

Brooklyn (2015) on IMDb

Benim Notum: 7,5 / 10

26 Ocak 2016

9. El Club

İki sene önce Şili'ye Oscar adaylığı getiren No ile dikkatlerimizi çeken Şilili yönetmen Pablo Larrain'in 65. Berlin Film Festivali'nde jüri büyük ödülü kazanan filmi El Club, No'ya kıyasla anaakım çizgisinden daha uzak, daha kişisel ve daha sert bir film. Kilise tarafından kumar, şiddet, pedofili gibi nedenlerle meslekten men edilen ve kefaret için gözden uzak küçük bir kasabada bir eve yerleştirilen, burada sıradan vatandaş gibi yaşayan bir grup rahip ve bir rahibenin hikayesi. Başta herşey yolunda gibi görünürken, "kulüp"e yeni katılan bir rahibin intiharı ve sonrasında başlatılan soruşturmayla evdekilerin tüm huzuru kaçıyor. Rahiplerin geride kaldığını sandıkları geçmiş günahları yüzlerine vurulurken, sırları açığa çıkmaya başlıyor. Larrain, “El Club”da dini kurumların bugünün dünyasındaki yozlaşmışlığını gözler önüne seriyor. Bunu yaparken inanç kavramını ele almak yerine, dinin uygulamasındaki cahilce hatalara dikkat çekmeyi tercih ediyor. “El Club” cesaretli bir hikayeye ve iyi oyunculara sahip. Ama iç karartıcı, izlemesi zor, kendinizi kötü hissettiren, hatta yoran bir film. Anlatılanların karanlığı yetmiyormuş gibi Larrain, filmi kış ışığında son derece soluk renklerle çekmiş. Her şeyi sanki hafif bir sis perdesinin gerisinden izlediğimiz bu görüntüler filmin ruhuna çok uyuyor. “El Club”, Katolik Kilisesi’ndeki çocuk istismarı üzerine en sert ve çarpıcı filmlerden, ama her bünyeye tavsiye edilecek bir yapım da değil.

FRAGMAN

The Club (2015) on IMDb

Benim Notum: 6 / 10

 . 

22 Ocak 2016

8. Joy

İşte tam TOBB Kadın Girişimciler Kurulu'nun aylık toplantılarında üyelerine gösterebileceği bir film!. Jennifer Lawrence'a son altı yıldaki dördüncü Oscar adaylığını getiren Joy, Amerikan orta sınıfından gelen genç bir kadının kendi icat ettiği bir paspas (bildiğin Vileda'nın değişik bir türü) ile iş dünyasında hayallerini gerçekleştirme mücadelesini anlatıyor. Bir yandan hem problemli anne babasını, hem de ayrı olduğu eşini çekip çevirirken, diğer yandan "Amerikan rüyası"nı gerçekleştirme peşinde koşan Joy rolünde Jennifer Lawrence oldukça iyi bir iş çıkarıyor. Ne yazık ki filmin Lawrence dışındaki unsurları o kadar iyi değil. Bir oraya, bir buraya zıplayan kurgu nedeniyle öykü iyi anlatılamamış. Karakterler deseniz, ailenin Joy dışındaki tüm diğer fertleri çok sıkıcı ve çok tek boyutlu. Hikaye ancak kızımız evin dışına çıkıp da iş ile ilgili konulara odaklandığı zaman ilginçleşmeye başlıyor (örneğin Bradley Cooper'la geçen alışveriş kanalı bölümü). Ancak o bölümde de aceleye gelmiş ve inandırıcılığı zorlayan bir final (mesela Joy'un bir konuşmasıyla, kendisini kazıklayan adamın hop diye yelkenleri suya indirmesi) yine hevesleri kursakta bırakıyor. Sonuç olarak Jennifer Lawrence'ın "one woman show"u hatrına izlenebilecek, girişimci ruha övgüler dizen klişe bir "başarı öyküsü" filmi.  

FRAGMAN

 Joy (2015) on IMDb

Benim Notum: 6 / 10

  

21 Ocak 2016

7. Kocan Kadar Konuş: Diriliş

Ezgi Mola'nın çok samimi, çok içten performansıyla hayat verdiği İzmirli Efsun yeniden bizlerle. İlk filmde yıllar sonra kavuşan sevgililer, Efsun’un evlilik meraklısı ailesinin her şeye karışması nedeniyle neredeyse kopma noktasına gelmişlerdi. “Diriliş” ise iki ailenin tanışıp düğüne hazırlanması sürecini konu alıyor. Hikayenin kurgusu Hollywood romantik komedi kalıplarını aynen takip etse de, bunu en azından yüzüne gözüne bulaştırmadan yapıyor. Düzgün bir yönetmenlik ve aksamayan bir senaryo sayesinde film ilgi çekici olmayı başarıyor. Ezgi Mola baştan sona yüksek enerjisiyle yine filmi sırtlamış. Üstelik bu kez güçlü bir desteği de var: bu bölümde kadroya katılan, damadın babaannesi rolündeki Hümeyra yer yer rol çalıyor ve filmden alınan lezzeti arttırıyor. Ben bu kez Efsun'un babasıyla paylaştığı dakikaları da pek bir dokunaklı buldum. Her hafta arka arkaya çıkıp salonlarımızı işgal eden birbirinden cıvık, birbirinden geyik Türk komedi filmleri arasında “Kocan Kadar Konuş: Diriliş” özenli sanat yönetimi, rengarenk tiplemeleri ve öne çıkan diyaloglarıyla farklı ve nitelikli kalabilmeyi başarmış. Eğlendik mi eğlendik, güldük mü güldük. Çok da kasmamak lazım.

FRAGMAN

Kocan Kadar Konus Dirilis (2016) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10




15 Ocak 2016

6. The Big Short

Adam McCay'in yönettiği The Big Short, 2008’de patlak veren küresel ekonomik krizi önceden gören ve bunu fırsata çeviren bir avuç finansçının hikâyesini anlatıyor. Her ne kadar dramatik öğeler barındırsa da, film Amerika'da 2008 öncesinde özellikle bankacılık sektöründe yapılan hataları daha çok bir belgesel kıvamında seyircisine anlatmaya soyunuyor. Bunu yaparken de öyle çok finansal terim kullanılıyor ki, bir süre sonra ne olduğunu anlamaya çalışmaktan beynimizin yorulduğunu hissediyoruz; bu da filme olan ilgimizi zedeliyor. Bu kadar finansal jargonun sıkıcı olabileceğini yapımcılar da öngörmüş olsa gerek ki, değişik bir teknikle ortamı yumuşatmayı denemişler: Filmin bazı yerlerinde ünlü popüler kültür şahsiyetleri (bu bazen Selena Gomez gibi bir şarkıcı oyuncu ya da Anthony Bourdain gibi ünlü bir şef olabiliyor) perdemize konuk oluyor ve seyirciye dönüp bir finansal terimin açıklamasını yapıyor. Bu teknik bazen işe yarasa da, çoğu zaman garip kaçıyor. Aynı konuyu anlatan 2010 yapımı Inside Job diye bir belgesel vardı, ki o sene en iyi belgesel Oscar'ını almıştı (kırmızı yazının üstüne tıklayarak Inside Job için bu blogda dört sene önce yazdıklarımı okuyabilirsiniz). O filmin çok daha ilgi çekici ve anlaşılır olduğunu söyleyebilirim. Bulabilirseniz, bu yeni filme gitmeden önce o Inside Job belgeselini izlemenizi tavsiye ederim.

The Big Short'un gerçek cevheri ancak film belgesel olmaya özenmekten vazgeçip, daha bireysel öykülere ve insan duygularına odaklandığı zaman ortaya çıkıyor. Burada da özellikle Christian Bale ve Steve Carell'in performansları akılda kalıyor. Steve Carell Foxcatcher'dan sonra bir kez daha sadece bir komedyen olmadığını, iyi bir aktör olduğunu kafamıza çakıyor.

FRAGMAN

The Big Short (2015) on IMDb

Benim Notum: 6,5 / 10

14 Ocak 2016

5. Hotel Transylvania 2

Eğer 90'ların sonu 2000'lerin başında doğmuş bir çocuğunuz varsa çok iyi bileceğiniz, bir dönem evlerimizin baş tacı olmuş güzide kanalımız Cartoon Network'teki Dexter's Laboratory, Powerpuff Girls ve Samurai Jack'in yaratıcısı Genndy Tartakovsky'nin yönettiği Hotel Transylvania ikinci bölümü ile karşımızda. İlk filmden hatırlayacağınız üzere (ya da hatırlayan var mı bilmiyorum) Kont Drakula günümüzde işlerin kesat olduğunu görünce, Transilvanya'da canavarlar için lüks bir otel açmıştı. Kızı Mavis’i bu otelde insanlardan sonsuza kadar uzak yetiştirmeye yemin etmişken, sırt çantalı Amerikalı gezgin Jonathan'ın otele gelmesi üstelik de kontun kızına aşık olması ile işler karışıyordu. Bu kez kadroya Drakula'nın torunu katılıyor. Benzer bir olay örgüsü ve hemen hemen aynı esprilerle ilerleyen Hotel Transylvania 2, ilk filmin sevdiğimiz görsel atmosferine yeni bir ziyaret olmanın ötesine pek geçemiyor ne yazık ki. Sosyal medya, akıllı telefon, vs. gibi popüler kültür unsurlarına yaptığı göndermelerle yer yer güldürmeyi başarsa da, daha çok ilk filmin mirasını yeme dürtüsüyle oluşturulmuş hissi veren, çerez niyetine tüketilebilecek bir animasyon.

FRAGMAN

Hotel Transylvania 2 (2015) on IMDb

Benim Notum: 5 / 10

13 Ocak 2016

4. Creed

Film boyunca zaten Apollo'nun şortu, Adrian'ın mezarı, Micky'nin spor salonu derken çeşitli Rocky göndermeleri ile helak olmuşuz, hepsinin üstüne bir de son raunda girerken Gonna Fly Now başlamaz mı? Sinemada hemen yanımdaki koltukta benim gibi 45-50'li yaşlarda, yani Rocky jenerasyonundan bir arkadaş oturuyordu. Bill Conti'nin efsanevi tema müziğinin ilk notaları girdiği anda, ikimiz de bir derin soluk alma hareketi yaparak koltuğumuzda doğrulduk.

Yeni Star Wars filmi için hissettiğim duyguları birkaç hafta arayla, bu filmde de yaşadım. Creed bir yandan Rocky efsanesi ile büyümüş olanlara çok güzel bir nostalji yaşatırken, Apollo Creed'in oğlu rolünde yeni kahramanı Michael B.Jordan'ın başarılı oyunculuğu ve 1986 doğumlu yönetmeni Ryan Coogler'ın enerjik ama bir o kadar da olgun yönetimi ile yeni nesiller için de çok sağlam, kendi ayakları üstünde duran, iyi bir film sunuyor. İyi film demişken, eğer Creed'i Rocky serisine dahil edeceksek, 1977'deki ilk filmden bu yana çekilmiş en iyi Rocky filmi olduğunu peşinen söyleyeyim. Tıpkı ilk Rocky'de olduğu gibi bu bir boks filmi değil, ya da sadece bir boks filmi değil. Hayatta tutunacak dalı kalmamış iki insanın birbirleriyle kurdukları ilişkiyi ve zorlukları aşmak için birbirlerinden güç almalarını anlatan oldukça duygusal bir öykü var arka planda. Bu arada boks sahnelerini de sakın yabana atmayalım. Özellikle ilk maç, Creed-Sporino karşılaşması teknik düzeyi ile ağzımızı açık bırakıyor. Yönetmen Coogler baştan sona kesintisiz tek plan olarak çektiği bu beş dakikalık bölümde, kamerasıyla seyirciyi boks ringinin tam ortasına yerleştiriyor ve müthiş bir deneyim yaşatıyor. Ludwig Goransson tarafından yazılan müzik (adamın adına bakar mısınız, zaten "ben besteciyim" diye bağırmıyor mu) bir yandan Bill Conti'nin artık marka olmuş epik müziğinden motifler taşıyor, ama asla onun altında ezilmiyor ve tek başına filmin ana unsurlarından biri olmayı başarıyor. Sinemadan çıktıktan sonra da beynimize çakılıp kalan o güzel film müziği için şuraya tıklayabilirsiniz.

Ve tabii Sylvester Stallone. Artık 70 yaşına giren bu emektar Hollywood yıldızı Rocky karakteri ile öyle bütünleşmiş ki, sanki Amerika'nın Philadelphia şehrinde gerçekten de Rocky Balboa diye yaşlı bir adam yaşıyor, işte bir restoranı var, akşamları tek başına kaldığı evine gidiyor filan diye düşünüyoruz. Kariyeri boyunca kendisine "aksiyon filmlerinin yeteneksiz aktörü" etiketiyle burun kıvrılarak bakılan Stallone, bu filmde sanki tüm o yılların acısını çıkarıyor ve kalbimize dokunan büyük bir performans sergiliyor. Kendi adıma, Adrian'ın mezarı başında ona gazete okuduğu sahneyi dudaklarımı büzerek seyrettiğimi itiraf etmeliyim. Bu satırlar yazılırken Altın Küre'yi aldığı belli olan Sly bu sene eminim ki 40 yıldır beklediği Oscar'ı da kucaklayacak. (sonradan edit: kucaklayamadı yahu!..)

FRAGMAN

Creed (2015) on IMDb


Benim Notum: 8 / 10

    

    


11 Ocak 2016

3. Baskın: Karabasan

Dünya prömiyeri Toronto Film Festivalinin “Midnight Madness” seçkisi kapsamında gerçekleştirilen Baskın, 1982 doğumlu genç yönetmen Can Evrenol’un ilk uzun metrajlı filmi. Beş polisin gece devriyesi sırasında gelen yardım çağrısı üzerine destek için gittikleri terkedilmiş tarihi bir Osmanlı karakolunda başlarına gelenleri anlatan filmin, son yıllarda ezanli dualı cin hikayeleri arasına sıkışıp kalmış Türk korku sinemasına yeni bir soluk getirdiği kesin. Can Evrenol, filminin ilk yarısında kurgusu ve sanat yönetimi ile başarılı bir fantastik gerilimin işaretlerini verirken, ikinci yarıda hikayesini derinleştirmeyi bırakıp, kurduğu görsel dünyanın peşine takılıyor ve bizi bitmek bilmez bir şiddet pornografisinin içine atıyor. Karakolun koridorlarında el feneri ışığı ile geçen ilk kovalamaca sahnelerinde "görmediğin şey seni daha çok korkutur" ilkesini hayata geçiren Can Evrenol, sonra nedense "size çok güzel ritüeller, iblisler tasarladım, neden onları daha çok göstermiyorum ki" heyecanına kapılıyor. Korku sinemasının ‘gore’ unsurlarının abartılarak kullanıldığı son yarım saatte, sahneler daha korkunç, garip ve kanlı olsun diye bir zorlama hissediliyor. Bu bölümde ortalığa saçılan vücut sıvısı, iç organ ve garip yaratık yoğunluğu bir noktadan sonra "öeh" dedirtiyor. Bu bakımdan filmin ilk yarısını daha çok beğendiğimi söylemeliyim. Yine de Hostel, Saw, Texas Chainsaw Massacre gibi "istismar sineması" örneklerinden hoşlananlar için iyi bir yerli alternatif. Kesinlikle 18+ olduğunu unutmadan!..

FRAGMAN

Baskin (2015) on IMDb

Benim Notum: 6,5 / 10



  

7 Ocak 2016

2. Sarmaşık

Tolga Karaçelik'in Antalya Film Festivali'nden dört büyük ödülle (en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi senaryo, en iyi erkek oyuncu) dönen filmi Sarmaşık, Türk sineması adına yüz akı işlerden biri. Bağlı oldukları armatörün iflas etmesi sonucu çalıştıkları gemiye haciz gelen, deniz hukuku gereği limana da çıkamayan ve Mısır açıklarında mahsur kalan altı gemicinin huzursuz bekleyişlerini anlatan film çok başarılı bir psikolojik dram. Her biri ayrı köklerden gelen ve farklı motivasyonlara sahip bu altı karakter arasında önce gruplaşmalar başlıyor, sonra da bir hiyerarşi sıkıntısı ve otorite mücadelesi baş gösteriyor. Gemi kaptanının mürettebatı idare edebilmek için hepsinden ayrı ayrı muhbir çıkarma gayreti, kendi kişisel zayıflıkları neticesinde sarsılan otoritesini tamir etmek için despotluğu seçmesi, ustabaşının önceleri mağdur ve mazlumken otoritenin gözüne girebilmek için zalime dönüşmesi, bir "toplu delirme" haline giden bu yolda kilometre taşlarını oluşturuyor. Aile işi dolayısıyla denizciliğe aşina olan ve filmin çekildiği gemiyle uzun bir yolculuk yapıp onu tanıyan yönetmen Tolga Karaçelik mekanı ustaca değerlendirmiş, bir labirente benzeyen geminin koridorlarından çarpıcı kadrajlar oluşturmuş. Dar mekanlardan müthiş kareler yakalayan usta görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki de atmosfer oluşumuna güçlü bir katkı sunmuş. Tek bir mekanda geçen ve aslında çok da hareket içermeyen film, kendi içinde müthiş bir gerilime sahip. İzleyenler hatırlayacaktır, filmin sonlarına doğru geminin güvertesinde kaptanla mürettebatın karşı karşıya durduğu bir sahne var. Aslında sadece konuşuyorlar ama ortam o kadar gergin ve tekinsiz ki, bu beş dakikayı sinemadaki koltuğumda kasılarak seyrettiğimi anımsıyorum. Bu gerilimin başarıyla oluşturulmasında asıl pay elbette oyuncularda. Hepsi kusursuza yakın kompozisyonlar çıkaran ekipte Nadir Sarıbacak'a ayrı bir fasıl açmak lazım. Hikâyenin kilit karakteri Cenk rolünde Sarıbacak, kariyerinin en iyi performansına imza atıyor. Sarmaşık kayıtsız kalınamayacak bir film.

Filmde kulaklarımızı şenlendiren ve atmosfere büyük ölçüde katkıda bulunan şarkı, unutulmaz Cem Karaca'dan Deniz Üstü Köpürür için şuradan buyrun.

FRAGMAN

Ivy (2015) on IMDb

Benim Notum: 8 / 10


6 Ocak 2016

1. In the Heart of the Sea

Bu sene izlediğim ilk film In the Heart of the Sea, 1820 yılında geçen ve meşhur Moby Dick romanının yazılmasına esin kaynağı olmuş gerçek bir olayı anlatıyor. Önceleri Jaws benzeri bir "sen mi yaman ben mi yaman" hesaplaşması olacak gibi görünen senaryo, sonra rota değiştiriyor ve Pasifik Okyanusu'nun ortasında yaşanan bir hayatta kalma mücadelesine dönüşüyor. Ha şimdi hareketlendi, şimdi hareketlenecek derken, dev balinanın göründüğü dört-beş dakika dışında film bir türlü hareketlenmiyor ve dakikalar boyunca denizin ortasında kayıklarda sallanıp duran aç susuz adamları izliyoruz. O andan itibaren de "biz bu okyanus ortasında hayatta kalma hikayesinin alasını üç sene evvel Life of Pi'da izlememiş miydik" sorusu beynimizi kemirmeye başlıyor. Üstelik bu filmde karakter gelişimi safhası cılız kaldığı için, sandaldaki adamların hayatta kalıp kalmamaları bizi çok da fazla ilgilendirmiyor. Filmin karanlık gri renk paleti ve sıkışık görüntüsü sürekli bir stüdyo ortamında olduğumuzu hissettiriyor ve o hedeflenen açık denizlerde epik macera duygusunu bir türlü seyirciye geçiremiyor. Kameranın arkasında Ron Howard gibi çok usta bir yönetmen (Apollo 13, A Beautiful Mind, Rush) olmasına rağmen, beklentilerin tam olarak karşılandığını söylemek zor. Filmin başlarında, Essex gemisinden sağ kurtulan Nickerson karakteri, olayları büyük bir hevesle dinlemeye gelen yazar Herman Melville’e "hayal kırıklığına uğrayacaksın" derken sanki ironik şekilde seyirciye de bir mesaj veriyor. Yine de çok fazla yerden yere vuruyor gibi olmayayım, Ron Howard’ın özellikle balina avı ve fırtına sahnelerinde gerçekten seyre değer bir iş çıkardığını da söylemek lazım.

FRAGMAN

In the Heart of the Sea (2015) on IMDb

Benim Notum: 6 / 10

5 Ocak 2016

"New Year's Resolutions"*



Yeni yıla girerken, bu siteye adını veren eski bir iddia konusunu yeniden canlandırmaya karar verdim: 2009 sonunda yazdığım bir yıllık değerlendirme yazısında yılda ortalama 150 film izlediğimden bahsedince, bir arkadaşım "hadi ordan, hakkaten 150 film izleyebiliyor musun?" diye sormuştu. O iddiayı test etmek için bu blogu oluşturdum. Blog arşivinden 2010 ve 2011 yıllarına bakarsanız bu geri sayımları görebilirsiniz. Aslında hala senede 150 film izlemeye devam ediyorum da, hepsini yazmıyordum; beğenmediklerimi tavan arasına kaldırıyordum. 2016'da senede 150 film izleme ve "yazma" hedefini yeniden canlandırıyoruz. Sizinle birlikte bir yandan filmleri konuşacak, bir yandan da 1'den 150'ye sayacağız. Hadi bakalım!..

* Yeni yıl kararları

3 Ocak 2016

2015'in En İyileri


İşte bir yılı daha geride bıraktık. Adet olduğu üzere, buyrunuz benim gözümden yılın "en iyi 10 filmi". Her zaman söylediğim gibi, bu son derece subjektif bir listedir; değerlendirme kriteri sadece ve sadece benim o filmi baştan sona ne kadar ilgiyle izlediğimdir. Listeyi aşağıda ve yıl boyunca bu blogda sağdaki sütunda görebilirsiniz. Film isimlerinin üzerine tıklayarak o film ile ilgili ayrıntılı yorumlarıma ulaşabilirsiniz. Aşağıdaki filmlerin tamamını sinemada izlediğimi de "has bir sinemasever" olarak gururla belirteyim.

2016'da da bol sinemalı günler herkese!..

En İyi 10 Film

1. Mad Max: Fury Road
2. Steve Jobs
3. Star Wars: The Force Awakens
4. The Theory of Everything
5. Sicario
6. Amy
7. Selma
8. Whiplash
9. The Imitation Game
10. Mr. Holmes