29 Mart 2018

28. Custody


Filmin sonunda perde kararıp da yazılar akmaya başladığında, içinde bulunduğum sinema salonunda toplu bir nefes verme anı yaşandı. Bu, gerilen kasların ve tutulan nefeslerin hep birlikte salıverilmesiydi. Velayet (Jusqu'à la garde) bir korku ya da gerilim filmi değil. Ama son yıllarda hiçbir filmde bu kadar gerildiğimi, kendimi bu kadar kastığımı hatırlamıyorum.

Fransız yönetmen Xavier Legrand'ın Venedik Film Festivalinde en iyi ilk film ve en iyi yönetmen ödülleri alan filmi, bir duruşma sahnesi ile açılıyor. 11 yaşındaki oğulları Julien'in velayeti konusunda anlaşamayan boşanmış bir çift hakime durumu kendi bakış açılarından anlatıyorlar. Anne Miriam, kocasının kendisine şiddet uyguladığını, oğlunun da babasını görmek istemediğini iddia ediyor. Baba Antoine ise annenin yalan söylediğini, oğlunu özellikle ondan kaçırdığını, bir baba olarak oğlunu görmeye hakkı olduğunu söylüyor. Aslında bu bölümde biz de kendimizi yargıç yerine koyuyor, iki tarafı da dinliyor ama o an kimin haklı olduğuna karar veremiyoruz. Duruşma sahnesinden sonra yavaş yavaş bu parçalanmış ailenin hayatına daha fazla giriyor ve önceleri çok halim selim görünen ve belki biraz sempati bile duyduğumuz babanın dengesizliklerine şahit olmaya başlıyoruz. Film temelde 4-5 adet uzun sekanstan oluşuyor, baba oğulun araba yolculukları, yemek masasındaki diyaloglar ve bir doğum günü partisi. Bu sekanslarda aslında hiçbir şiddet sahnesi yok, ama her an patlayacakmış gibi görünen bir gerilim öyle bir tansiyon yaratıyor ki, çoğu yerde izlemesi bile zorlaşıyor. Bu bakımdan Legrand'ın tarzı küçük aile hikayelerinden büyük gerilimler yaratmanın ustası Asghar Farhadi'nin filmlerine benzetilebilir. Filmin "en iyi yönetmen" ödülü alması boşuna değil, çünkü birçok sahnede Legrand sinema dilini çok iyi kullanarak imzasını atıyor. Örneğin tek plan çekilen doğum günü partisi sahnesi antolojilere geçecek nefis bir sinema becerisi içeriyor: Bu bölümde içerdeki yüksek volümlü ses yüzünden karakterlerin birbirlerine ne dediklerini anlayamıyoruz, ama çok başarılı bir çekim tekniği ile bir şeylerin yolunda gitmediğini hissediyoruz.

Elbette bu sahiciliği yaratmada oyuncuların payı büyük. Anne ve babayı canlandıran Léa Drucker ve Denis Ménochet de iyiler; ama ben özellikle Julien'i canlandıran ve daha önce hiçbir sinema tecrübesi olmayan küçük oyuncu Thomas Gioria'yı çok başarılı buldum. Babasıyla yalnız kaldıkları anlardaki çaresiz halleri ya da anne babasının kavgaları sırasında yüzüne yansıyan travma insanın içini burkuyor, yerinizden kalkıp onu o ortamdan kurtarmak istiyorsunuz.

Velayet, yürümeyen bir evliliğin ve aile içi şiddetin özellikle çocuklar üzerinde nasıl korkunç etkiler yaratabileceğini gösteren ve çok iyi bir yönetmenin gelişini müjdeleyen sarsıcı bir film.

Benim Notum: 8 / 10



27 Mart 2018

27. Tomb Raider

2001 ve 2003'te Angelina Jolie'nin oynadığı iki filmden sonra Lara Croft yeniden beyazperdede. Bu kez senaryo Tomb Raider bilgisayar oyununun 2013'te lansmanı yapılan yeni versiyonunu baz alıyor ve bir origin / başlangıç öyküsü anlatılıyor. Yani henüz iki elinde iki tabanca taşımıyor. Lara kızımız, yıllar önce "kutsal mezarların izini süreceğim" diye ortadan kaybolan babasının yüklü mirasını reddedip, Londra'da mütevazı bir hayat yaşamaktadır. Bir gün tesadüfen babasının kendisine bıraktığı bir takım gizli şifreler ile karşılaşınca, gizemi çözmek ve babasının akıbetini öğrenmek üzere Japonya açıklarındaki bir ıssız adaya gitmeye karar verir. Söz konusu bilgisayar oyununa aşina olanların söylediğine göre filmdeki birçok sahne ve Lara Croft'un atlama zıplama hareketleri direkt oyundan alınmışmış ve iyi bir uyarlamaymış. Benim bilgisayar oyunları ile hiç işim olmadığı için, ben sadece perdede gördüğüm filmi değerlendirmek durumundayım. Orada da hemen şunu söyleyebilirim: Bu film Angelina Jolie'li filmlerden kesinlikle daha iyi (ama bu çok da matah bir yargı olmayabilir, çünkü o filmler gerçekten epey kötüydü). Bir kere Oscar ödüllü Alicia Vikander karaktere belli bir samimiyet, bir sahicilik getirmiş. Karşımızda yenilmez bir süper kahramandan ziyade, acı çeken, zaman zaman dayak yiyen ama düşe kalka öğrenen ve yol aldıkça kendini geliştirebilen, iradesi yüksek bir kadın var. Öte yandan, filmle ilgili övülecek şeyler Vikander'dan öteye fazla uzanamıyor ne yazık ki. Başlangıçta Londra sokaklarındaki o heyecanlı bisiklet yarışı sahneleriyle iyi bir tempo yakalayan ve ilgi çekici olmayı başaran film, Lara Croft'un Japon adasına adım atması ile birlikte sanki ayağını pedaldan çekiyor. Hiçbir sürpriz ya da espri içermeyen tekdüze bir senaryo, Indiana Jones'un ucuz bir kopyası gibi görünen lanetli kral mezarı bölümleri ve yeterince gerilim taşımayan aksiyon sahneleri nihayetinde "keşke Lara hep Londra'da kalsaydı" dedirtiyor. 

Benim Notum: 6 / 10

25 Mart 2018

26. The Death of Stalin

Tam da İngiltere ile Rusya'nın bir ajan entrikası nedeniyle karşı karşıya geldiği ve güncel haberlere konu olduğu şu günlerde, Rus tarihindeki belli bir dönemi alaycı bir tavırla eleştiren bir İngiliz filmi. Eski Sovyetler Birliği zamanında Joseph Stalin'in ölümü sonrası devletin üst kademesindeki yöneticiler arasında iktidar mücadelesini anlatan bir politik kara komedi The Death of Stalin. Veep dizisinin yaratıcısı İskoçyalı yazar / yönetmen Armando Iannucci'nin bir çizgi romandan uyarladığı senaryo tarihsel gerçeklere son derece "gevşek" bir şekilde bağlı. Steve Buscemi, Jeffrey Tambor ve Michael Palin gibi bir dolu yetenekli ismi bir araya getiren film daha çok bir tiyatro oyunu havasında başlayıp bitiyor. Filmin hemen hemen tüm sahneleri bir odada toplanmış beş-altı kişilik oyuncu kadrosunun kendi aralarındaki diyaloglarıyla geçiyor. İngiliz mizahını sevsem de, bu çenesi fazla düşük senaryoyu ben pek komik bulamadım. Bir sistem eleştirisi yapmaya soyunan hikayede dönemin Beriya, Kruşçev,  Malenkov gibi politbüro üyeleri öylesine karikatürize ve abartılı çizilmiş ki, bir siyasi hiciv olarak da filmi ciddiye almak mümkün değil.

Benim Notum: 5 / 10  

23 Mart 2018

25. Visages villages


Bu sene En İyi Belgesel dalında Oscar'a aday olan Visages Villages (Faces Places), 89 yaşındaki efsanevi Fransız kadın yönetmen Agnes Varda ile torunu yaşındaki fotoğrafçı ve enstalasyon sanatçısı JR'ın birlikte Fransa'nın köylerine yaptıkları seyahatleri anlatıyor. Bu seyahatler sırasında Varda ve JR bir yandan o köylerden ilginç hikayeler ortaya çıkarırken, bir yandan da gittikleri yerlerde görüştükleri insanların portre fotoğraflarını çekip, bu resimleri dev boyutlarda evlerin, su depolarının, dükkanların ve diğer binaların cephelerine yerleştiriyorlar. Bu asla televizyondaki seyahat programları gibi "gezelim görelim" tadında bir belgesel değil. Visages Villages sanatın gücünü iliklerimizde hissettiren etkileyici bir yolculuk. Bu sempatik ikili yeni yüzler ve mekanlar ile tanıştıkça, biz de sanki geçip giden zamanın anlamı, hafızanın değeri ve emeğin onuru gibi kavramlar üzerine düşünmeye davet ediliyoruz. Güce ve zenginliğe tapan bir dünyada, sıradan hayatları daha fazla takdir etmeyi öğreniyoruz. Agnes Varda, altın yıllarının bilgeliği içinde, samimi, eğlenceli ve son derece genç ruhlu bir sinemacı. Ve ideal bir yol arkadaşı. Bu film vasıtasıyla onunla tanışmanın coşkusunu yaşarken, giderek görme duyusunu kaybettiğini ve bunun belki de onun son filmi olduğunu öğrenmek içimizi burkuyor. Ama bu film (ve ta 1955'den beri ürettiği onlarca eser) onun adına geleceğe bırakılmış ne güzel bir miras!.. 

Benim Notum: 7,5 / 10

22 Mart 2018

24. Red Sparrow

Geçen sene Charlize Theron'un seksen sekiz adamı patakladığı Atomic Blonde tarzı bir ajan aksiyonu seyredeceğiz diye Red Sparrow'u izlemeye gidenler ummadıkları bir ters köşe yaşayabilirler. Jennifer Lawrence'ın bol bol arz-ı endam eylediği filmde ajan var ama aksiyon yok. Halbuki The Hunger Games'in son üç bölümünü (Catching Fire, Mockingjay - Part 1, Part 2) çeken yönetmen Francis Lawrence, o filmlerde aksiyon sinemasına yatkınlığını ispat etmişti bizlere. Burada ise soğuk savaş gerilimi yapayım derken donmuş kalmış. Film aslında fena da başlamıyor. Bolşoy Balesi dansçılarından biri olan Dominika Egorova, sahnede geçirdiği bir kaza sonrası bale kariyeri sona erince, Rus gizli servisinde çalışan amcasının ön ayak olmasıyla devlete ajan yetiştiren Serçeler kod adlı özel bir programa dahil oluyor. Programı bitirince de ilk görev yeri olarak, bir CIA ajanını ortaya çıkarmak üzere Budapeşte'ye gönderiliyor. O ana kadar "ne olacak acaba" diye belli bir merakla takip ettiğimiz film, işte o noktadan itibaren yokuş aşağı inmeye başlıyor. Filmin bundan sonraki iki saatlik süresinin neredeyse tamamı kapalı mekanlarda, apartman dairelerinde, otel odalarında yapılan konuşmalarla geçiyor. Dominika hikaye boyunca sözde Moskova, Budapeşte, Londra arasında gidip geliyor, ama arada bir bu şehirleri tepeden göstermeseler başka şehre gittiğini hiç anlamayacağız. Çünkü hemen hemen dış mekanda çekilmiş hiçbir takip sahnesi, çatışma sahnesi, vesaire yok. Kapalı odalarda konuşmalar, entrikalar, ve tekrar konuşmalar... Hem Amerikan hem de Rus gizli servisleri arasında mekik dokuyan serçemizin taraf değiştirme sıklığı ikinci yarıda öyle baş döndürücü bir hal alıyor ki bir süre sonra artık kime karşı dürüst olduğunu, kime oyun oynadığını anlamamaya başlıyoruz. Senaryodaki bilinçli tercih gereği Dominika'nın neler planladığını, kafasından neler geçtiğini son ana kadar biz seyirciler bilmiyoruz. Ama bu durum karakterle bir duygusal bağ kurmamızı da engelliyor ve nihayetinde kim ölmüş kim kalmış artık umursamaz hale geliyoruz. Filmdeki işkence ve cinsel taciz sahnelerinin oldukça rahatsız edici olduğunu ve 18+ sınıflandırmasını gerçekten hak ettiğini de son bir not olarak ekleyeyim.

Benim Notum: 6 / 10 

20 Mart 2018

23. Foxtrot

İsrailli yönetmen Samuel Maoz'un geçen sene Venedik Film Festivali'nde Gümüş Aslan (Büyük Jüri Ödülü) alan filmi, askerdeki oğullarının ölüm haberini alan sorunlu bir ailenin yaşadığı yas süreci ile açılıyor. Yaklaşık yarım saat süren bu travmatik bölümün ardından zaman ve mekan tamamen değişiyor ve bu kez oğulları Jonathan'ın kuş uçmaz kervan geçmez ücra bir kontrol noktasındaki askerlik günlerini izlemeye başlıyoruz. Foxtrot, dansçının birkaç adım attıktan sonra başladığı noktaya döndüğü  bir dansın adı ve bu elbette filmde anlatılan hikayeye de bir gönderme içeriyor. Karakterlerin kaderle bir randevuları var ve ne yaparlarsa yapsınlar sonunda kendilerini aynı noktada buluyorlar; tıpkı Foxtrot'un ileri geri adımları gibi. Savaşın anlamsızlığı üzerine vurucu mesajlar verecek gibi görünen bir öykü, yönetmenin aşırı stilize tercihleri yüzünden içine girmesi zor bir hal almış. Örneğin çöldeki askerlerin anlatıldığı bölümde yönetmen Maoz çok uzun ve konuşmasız planlar eşliğinde, ıssızlığın ortasında yürüyen develer ve durup dururken silahıyla dansetmeye başlayan askerler gibi absürd sahnelerle sürrealizme biraz fazla dalıyor. Bu anlarda yönetmenin "sanat filmi yapacağım" tutkusu sanki biraz dikkati dağıtıyor ve filmin aleyhine işliyor.

Benim Notum: 6,5 / 10


18 Mart 2018

22. Phantom Thread

Magnolia ve There Will Be Blood gibi filmlerden hatırladığımız Paul Thomas Anderson'ın yönettiği Phantom Thread, 1950'lerin Londra'sında geçiyor. Sosyetenin ve İngiliz soylularının en çok tercih ettiği modaevinin sahibi, takıntılı ve aşırı titiz tasarımcı Reynolds Woodcock'ın hayatı, önceleri ilham perisi olarak görüp evine aldığı genç sevgilisi Alma'nın sonradan çetin ceviz çıkmasıyla birlikte alt üst olmaya başlıyor. Aktörlük hayatına bu filmle son verdiğini açıklayan (yine de belli olmaz diyelim) Daniel Day-Lewis her zaman olduğu gibi yine mükemmel bir performans ortaya koyuyor ve rolünün içinde kayboluyor. Onunla birlikte Oscar'a aday olan Lesley Manville de dominant kız kardeş rolünde hafızalarda yer ediyor. Ödül sezonunda pek fazla adı geçmese de, ben Alma rolündeki Lüksemburg'lu oyuncu Vicky Krieps'i de beğendim. Phantom Thread "kısık ateşte yavaş pişen" filmlerden. Bu nedenle ağır temposu bir kısım seyirciye sıkıcı gelebilir. Yaptığı işi inanılmaz bir tutkuyla icra eden, diktiği giysileri bir sanat eseri gibi görüp, onların hangi ortamlarda giyildiğine varıncaya dek takip eden bir terzinin beyninin içine girmek, o modaevindeki törensel iş dinamiklerine şahit olmak benim için ilginç bir deneyimdi. Kontrol manyağı Reynolds ile beklentilerin tersine sakin ve dirençli Alma arasındaki arızalı duygusal ilişkinin gerilimi de bir yere kadar insanı etkisi altına alıyor. Bir yere kadar diyorum, çünkü Reynolds'ın en sondaki "kadehinde zehir olsa, ben içerim bana getir" şeklinde özetlenebilecek tercihi bana pek inandırıcı ve ikna edici gelmedi. Yine de usta bir yönetmenden tablo tadında kadrajlar eşliğinde derinlikli bir psikolojik öykü izlemek isteyenler için ilgiye değer bir film Phantom Thread.

Benim Notum: 7 / 10

15 Mart 2018

21. Mudbound

Siyahi kadın yönetmen Dee Rees'in bu sene dört dalda (yardımcı kadın oyuncu, uyarlama senaryo, görüntü yönetmeni ve özgün şarkı) Oscar'a aday olan filmi Mudbound, 1940'larda Mississippi deltasındaki bir çiftlikte yaşayan biri zenci biri beyaz iki aileyi anlatıyor. İki ailenin de birer üyesi II.Dünya Savaşı'na katılıyor ve savaştan sonra eve döndüklerinde hem kasaba hayatına adapte olmakla hem de Amerikan kırsalını kavuran vahşi ırkçılıkla uğraşmak zorunda kalıyorlar.

Netflix yapımı Mudbound Amerika'da sinemalarda gösterime girmedi, sadece evlerde televizyon ekranından izlenebildi. En iyi görüntü yönetimi dalında Oscar'a aday olmuş bir filmin, bu dalda aday olan tarihteki ilk kadın görüntü yönetmeni Rachel Morrison'ın elinde çıkma, güzel görüntülerinin bir sinema perdesi yerine bir televizyonun küçük ekranına mahkum olması düşündürücü. Evde dizi izleme alışkanlıklarımızı değiştiren Netflix'in dizi sektörüne katkılarını alkışlasam da, sinema sektörüne de el atıp, "sinema salonunda film izleme" ritüelini sabote etmesini çok hoş karşılayamıyorum maalesef. Ama sanırım yapabilecek bir şeyimiz de yok, değişen teknolojiye adapte olmaktan başka... Neyse ki Türkiye'de film sinema salonlarında -çok az da olsa- gösterime girdi de, olması gerektiği gibi izleyebildik.

Bu "sektörün değişen dinamikleri" geyiğinden sonra gelelim filme. Hillary Jordan'ın bir romanından uyarlanan Mudbound'u izlerken, "herhalde romanı daha güzeldi" diye düşünmekten kendimi alamadım. Yönetmen Rees'in birçok yerde "romandaki duyguyu nasıl layığıyla filme aktarabilirim" diye cebelleştiği çok açık. Ama bunu yapayım derken, filmdeki karakterlerin görüntünün üstüne bir dış ses ile "anlatıcı" rolüne girmeleri sinema duygusunu zedeliyor.  Örneğin Carey Mulligan karakteri, bir yerde montajlanmış görüntüler üstüne "çiftlik hayatı zordur..." diye başlayan ve 3-4 dakika süren uzun bir tirad patlatıyor. Bu tür monologlar sinemanın altın kuralı "anlatma, göster" ilkesi ile çelişiyor. Yanlış anlaşılmasın, Mudbound iyi bir film, sadece "çok iyi" olmanın sanki kenarından dönmüş gibi. Hepsi birbirinden yetenekli kalabalık bir oyuncu kadrosu ellerinden geleni yapıyorlar. Steinbeck romanlarından fırlamışa benzeyen hüzünlü bir hikayeyi, etkileyici görüntüler eşliğinde anlatan yapım izlenir olmayı başarıyor.

Benim Notum: 7 / 10

13 Mart 2018

20. Call Me by Your Name

Geçen yıl katıldığı tüm festivallerden ödüller ve övgülerle dönen Call Me by Your Name, yaz tatillerini İtalya'daki villalarında ailesi birlikte geçiren 17 yaşındaki Amerikalı lise öğrencisi Elio'nun hikayesini anlatıyor. Bir arkeoloji profesörü olan babası her sene bir asistanını yazlık evlerinde misafir ediyor. O senenin (1983 yazı) piyangosu yirmili yaşlarındaki Oliver'a vuruyor. Elio, odasına el koyan Oliver'dan başlangıçta  rahatsız olsa ve onu biraz kıskansa da, yavaş yavaş onunla ilgilenmeye başlıyor.

İtalyan yönetmen Luca Guadagnino'nun filmi öncelikle beş duyumuzu harekete geçirmede son derece başarılı. Oyuncularla birlikte sanki biz de 1983 yazının kuzey İtalya'sında o kasabadayız. Yazın sıcağı sanki filmi izlerken yüzümüze vuruyor. Sanki sinek vızıltıları arasında bahçedeki o meyve ağaçlarının kokusunu biz de duyuyoruz. Filmin sinema dünyasına en büyük hediyelerinden biri de şüphesiz Timothee Chalamet. Bu sene Ladybird'de de izlediğimiz genç oyuncu, bakışlarıyla, mimikleriyle, samimi oyunuyla 17 yaşındaki yeniyetme Elio'nun masumluğunu ve özgüvensizliğini çok iyi geçiriyor izleyenlere. Sonda şömine başındaki uzun sahne ise, herhalde en duygusal jenerik akışı olarak yer edecek sinema hafızamızda.

Filmin tek tek ele alındığında gönül çelen yanları çok olsa da, toplamına bakıldığında anlatılan hikayenin beni pek o kadar etkilemediğini de söyleyeyim. Karakterlerin geçmişleri ile ilgili yeterince bilgi verilmemesinden mi, yaşadıkları ilişkide herhangi bir engel ya da çatışma olmamasından mıdır bilmem, ben pek kapılıp gidemedim Elio'yla Oliver'ın aşkına. O melankoliyi yakalayamadım. Birbirlerine açılamama durumu ilk başlarda hikayeye belli ölçüde bir merak duygusu katsa da, baklayı çıkarıp aşklarını özgürce yaşamaya başladıkları andan itibaren film de sanki patinaj yapmaya başlıyor. O çok konuşulan şeftali sahnesini ise son derece gereksiz ve sakil buldum. Vardır mutlaka bir metafor, ben anlayamadım diyelim.

Benim Notum: 6,5 / 10


11 Mart 2018

19. All the Money in the World


1973 yılında İtalya'da gerçekten yaşanmış bir çocuk kaçırma ve fidye pazarlığı vakasını konu alan All the Money in the World'ün kamera arkası hikayesi, başlı başına ayrı bir filme (mesela bir belgesele) konu olabilecek kadar ilginç. Filmin çekimleri, dünyanın gelmiş geçmiş en zengin adamı Jean Paul Getty rolünde Kevin Spacey'nin olduğu haliyle  2017 yılı başlarında tamamlanıyor, yaz aylarında post-prodüksiyon çalışmaları da bitiriliyor ve gösterim tarihi olan 22 Aralık  günü beklenmeye başlıyor. Hatta Kevin Spacey'li fragmanlar bile yayınlanıyor (şurada izleyebilirsiniz). Tam bu sırada, Ekim ayında Hollywood'da Kevin Spacey ile ilgili cinsel taciz iddiaları patlıyor ve sinema hatıralarımızdaki güzel yerini bir çırpıda yerle bir eden bu Amerikalı yıldız sektör tarafından aforoz ediliyor. Üzerinde Kevin Spacey lekesi olan bir filmi gösteremeyeceğini anlayan filmin efsanevi yönetmeni Ridley Scott (Alien, Gladiator) inanılması zor bir işe kalkışıyor: 8 Kasım 2017 tarihinde, yani filmin gösterime girmesine sadece altı hafta kala, filmdeki Kevin Spacey'li sahnelerin  tamamen silinip, aynı sahnelerin Christopher Plummer ile yeniden çekilmesine karar veriliyor. Hummalı bir çalışma programı çerçevesinde, filmin diğer aktörleri Michelle Williams ve Mark Wahlberg tatilden çağrılıyor, özel jetlerle çekim yerlerine uçuruluyor, İtalya'daki setler yeniden kuruluyor ve sekiz gün içerisinde yeni çekimler tamamlanıyor. Aralık ayındaki heyecanlı post-prodüksiyon telaşı da başarıyla atlatılıyor ve film 22 Aralık tarihine yetiştiriliyor. Çekim hikayesi ile ilgili ilginçlikler burada da bitmiyor: Son anda kadroya dahil olan ve rolüne sadece ve sadece dört günde hazırlanabilen 89 yaşındaki Christopher Plummer, bu filmdeki performansıyla Oscar'a ve Altın Küre'ye aday oluyor.

Bu son derece enteresan kamera arkası macerasını anlattıktan sonra gelelim filme... Öncelikle şunu söyleyeyim, Kevin Spacey'nin yer aldığı sahneler yeniden çekilecekmiş deyince, ben "herhalde toplam 10 dakikalık filan bir rolü var" diye düşünmüştüm. Hiç de öyle değil.  Filmde J.Paul Getty'li sahnelerin yoğunluğunu görünce, Ridley Scott'un ne kadar inanılmaz bir iş başardığı daha iyi anlaşılıyor. Üstelik de yukarıda anlattığım çekim hikayesini bilmeyen bir seyirci asla o sahnelerin yeniden çekildiğini hissetmez, filmin ilk hali böyleydi diye düşünür; "dikiş izleri" hiç farkedilmiyor çünkü. Adama boşuna "efsanevi" yönetmen denmiyor!..

Christopher Plummer değişikliği filmin hayrına olmuş. Ağır bir makyaj ve plastik yüz protezleri ile yaşlandırılan Kevin Spacey yerine, kendi doğal haliyle Jean Paul Getty'ye çok daha benzeyen bu emektar İngiliz aktör son derece etkileyici bir portre çiziyor ve filmin asıl kozu olup çıkıyor. Anne rolünde Michelle Williams da iyi. Filmin 1973 yılı atmosferini büyük bir titizlikle canlandıran sanat yönetimi ve Polonyalı usta Dariusz Wolski'nin görüntüleri başarılı. Tempo ikinci yarıda biraz sarksa da, insan ve para ilişkisini çarpıcı bir şekilde anlatan bu gerçek hikaye görmelere değer. 

Benim Notum: 7,5 / 10











5 Mart 2018

18. Lady Bird


Filmin kamera arkası notlarında şöyle bir bilgi var: Greta Gerwig'in yazdığı senaryonun ilk taslak hali tam 350 sayfaymış ve bu da altı saatlik bir filme tekabül ediyormuş. Lady Bird sona erip de perdede son jenerik akmaya başladığında "bu insanları altı saat daha olsa seyrederdim" diye düşündüm. Bir film bittiğinde "ah keşke bitmeseydi, biraz daha izleseydik" diyorsanız, o iyi bir filmdir. Greta Gerwig Oscar'a aday olduğu ilk yönetmenlik denemesinde işte bunu başarıyor.

Filmin konusu aslında çok da farklı, daha önce görmediğimiz bir öykü barındırmıyor: Kendine "Lady Bird" takma adını yakıştıran 17 yaşındaki lise son sınıf öğrencisi Christine, bir yandan devam ettiği katolik okulunda üniversite başvuruları yapıp, sıkıcı bulduğu Sacramento'dan kurtulmaya çalışırken, bir yandan da hiçbir konuda anlaşamadığı annesi ile tartışıp duruyor. Bu sıradan görünen hikaye, öylesine başarılı bir şekilde yazılmış ve öyle güzel yönetilmiş ki, bir süre sonra bir film izlediğinizi unutuyor, bu doğallığın içinde kaybolup gidiyorsunuz. O ailenin evinde salonda bir köşede sessizce oturmak, zaman zaman gidip Lady Bird'ü teselli etmek, "merak etme, tüm bunlar geçecek" demek istiyorsunuz.

Elbette Christine'in erkek arkadaşları da oluyor hikayenin akışı içerisinde; ama Lady Bird'ün merkezinde onun annesiyle olan ilişkisi var. Arada bir sevgi olduğu kesin, ama bu sevgi duygusu sürekli bir yargılama ve onaylamama halinin altında ezilip kalmış gibi. Film bu yönüyle kadın seyirciye daha yakın gelecek ve onlara mutlaka kendi anneleriyle ilişkilerini hatırlatacaktır. İkinci yarının ortalarında, sinemada arkamdaki sırada oturan genç bir kadın hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı (bu arada filmin en iyi komedi dalında Altın Küre aldığını hatırlatırım). Besbelli ki, kendi annesini hatırlamış ve yüreğine gömdüğü bazı pişmanlıklar ortaya çıkmıştı. Lady Bird öyle bir film, herkes mutlaka kendinden bir parça bulacak.

Bir filmin bizi etkilemesi için perdede anlatılan hikayenin illa büyük, tarihsel bir kişilik hakkında olması gerekmiyor; sıradan bir kişinin hayatı da aynı derecede çekici olabiliyor. Yeter ki hikayeyi anlatanlar becerikli olsunlar. Bu örnekte öyle.

Benim Notum: 8 / 10





1 Mart 2018

17. The Florida Project

Florida'daki Walt Disney World'ün hemen yanıbaşında bir motelde, evsiz, işsiz ve sorumsuz annesi ile birlikte yaz tatilini geçiren altı yaşındaki Moonee'nin öyküsü. Yetişkinlerin dünyasında yalnızlık ve yoksulluk çeşitli zorlukları ve acıları beraberinde getirse de, sanki paralel bir evrende, büyülü bir şatoda ("Magic Castle") yaşayan Moonee ve arkadaşlarının tek dertleri daha çok eğlence, daha çok macera ve daha çok dondurmadır. Yönetmen Sean Baker, filminin büyük çoğunluğunu küçük kızın bakış açısıyla sunarken, arka plana yerleştirdiği ipuçlarıyla izleyicilerin gerçek dünyada neler olduğunu deşifre edebilmelerine de imkan sağlıyor. Büyüklerin dünyasında neler olduğunu anladığımızda da yaşanan trajedinin boyutu yüreğimizi burkuyor. Motel müdürünü canlandıran ve bu rolüyle yardımcı erkek oyuncu dalında Oscar'a aday olan Willem Dafoe dışında filmdeki tüm kadro isimsiz oyunculardan oluşturulmuş. Örneğin başrollerdeki anne-kızı oynayan Bria Vinaite ve Brooklynn Prince'in bu ilk sinema deneyimleri. Buna rağmen özellikle küçük oyuncu Prince'in performansı çok çarpıcı. Film birçok bakımdan bana geçen seneki American Honey'i hatırlattı. Tıpkı o filmde olduğu gibi burada da "Amerikan rüyası"nı yaşayamayanları görüyor, özellikle alt sınıfların karşı karşıya kaldığı geleceksizliği hissediyoruz.

Benim Notum: 7 / 10