30 Kasım 2011

109. Midnight in Paris

Woody Allen Avrupa'da dolaşmaya devam ediyor: Londra (Match Point) ve Barselona'dan sonra (Vicky, Cristina, Barcelona) şimdi de Paris'in güzelliklerini kendi hayal dünyası ile birleştirerek bizlere sunuyor, her zamanki gibi yerel yönetimlerden ciddi miktarda maddi katkı alarak... Allen'ın bir sonraki projesi Nero Fiddled'ın da Roma'da geçeceğini şimdiden duyuralım. Filmimize dönersek, nişanlısıyla birlikte romantik bir tatil için şehre gelen Paris hayranı Amerikalı yazar Gil, nişanlısına sürekli 1920'lerin Paris'inde yaşamanın ne kadar müthiş bir şey olduğunu anlatıp duruyor. Sarhoş olduğu bir gecenin sonunda ise kendini sürpriz bir şekilde 1920'lerin Paris'inde buluyor ve Scott Fitzgerald, Ernest Hemingway, Gertrude Stein gibi yazarlarla, Picasso, Dali, Bunuel gibi sanatçılarla tanışma fırsatı buluyor. Elbette, o dönemle ve yukarıda saydığım isimlerin hayatları ile ilgili bilgi sahibi olmak filmden alınan keyfi arttıracaktır. Örneğin bir sahnede Gil, Fransız yönetmen Luis Bunuel'e bir fikrini anlatıyor. Bahsettiği hikaye gerçekten de Bunuel'in başyapıtlarından birinin senaryosu imiş (bakmayın, ben de bildiğimden değil de sonradan öyle olduğunu okudum). İşte bu tür küçük hoşluklarının farkına varabilmek için biraz 20.yüzyıl sanat tarihine vakıf olmak gerekiyor. Ama bu birikime sahip olmayan   -ben dahil- sade izleyiciler için de, Midnight in Paris şurup gibi akan konusu ve Allen'a özgü çok iyi yazılmış diyaloglarıyla yeterince cazibeli bir seyirlik. (7) SİNEMADA İZLENDİ    

28 Kasım 2011

108. Of Gods and Men

1996 yılında haberlere konu olmuş gerçek bir olayı anlatan hikaye, Cezayir'in bir dağ köyündeki manastırda yaşayan sekiz Hıristiyan keşişi odak noktasına alıyor. Müslüman köylülerle gayet barışçıl bir ilişki geliştirmiş olan keşişler, ülkede iç savaşın patlak vermesi ve köktendincilerin tehditleri sonrasında manastırı terketmek ya da köyde kalmak arasında bir karar vermek durumunda kalıyorlar. İki başlık alttaki Incendies'de olduğu gibi din adına işlenen suçları lanetlememizi ve giderek genelde din kavramını bir kez daha sorgulamamızı teşvik eden senaryo bir takım politik konulara ise hiç girmemeyi tercih ediyor: Örneğin, Cezayir'in maruz kaldığı tüm bu belaların asıl sorumlusunun Fransa'nın emperyalist saldırganlığı olduğu ve ülkeyi yüz yılı aşkın bir süre sömürge olarak yönetirken her türlü baskıyı da uyguladığı gerçeği es geçiliyor. Yönetmen Xavier Beauvois olayın nedenlerini niçinlerini bir yana bırakıp, keşişler özelinde bir insanın inançlarıyla gerçekler arasında kalışını resmetmeye çalışırken, yakın plan yüz çekimleriyle kahramanlarının duygularını tam bir başarıyla yansıtıyor. Gereğinden fazla uzatılan ayin sahneleri biraz sıkıcı olsa da (hani filmin adı "Tanrılar, İnsanlar ve Ayinler" olsa yeridir), film başarılı bir görüntü yönetmenliği ve usta oyunculuklarla ayakta kalmayı başarıyor. (7) DVD'Sİ ÇIKTI    

25 Kasım 2011

107. Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm

CV'sinde Gemide, Barda gibi zirvelerin yanında Kurtlar Vadisi: Irak gibi felaketleri de barındırabilen Serdar Akar (ah geçim derdinin gözü kör olsun!) ufak çapta bir fenomen haline getirdiği diziyi sinemanın büyük perdesine taşıyor. Behzat Ç. tam anlamıyla "Türk usulü" bir polisiye. Başka hangi polisiyede, polis kahvede yakaladığı zanlıyı okey ıstakasıyla döver!..

Emrah Serbes'in Son Hafriyat romanından uyarlanan senaryo bir yandan yerel motifleri ustaca serpiştirirken, son derece ilginç karakterler, sağlam bir olay örgüsü ve heyecanlı bir final ile iyi bir polisiye olmayı da beceriyor. Biraz aceleye gelmiş bölümler de yok değil: Ege Aydan karakteri sadece kardeşine "bir doktora görün" deyip ortadan kayboluyor (herhalde dizide daha anlamlı bir rolü vardır), en sonda arabanın durup dururken yolda takla atması sahnesi de sanki "şöyle bir aksiyon ekleyelim" niyetiyle çekilmiş izlenimi yaratıyor.
 
Ufak tefek kusurlarına rağmen, Behzat Ç.toplamda iyi bir iş olmuş. Bir kere, televizyonda dizinin bırakın herhangi bir bölümünü, herhangi bir bölümden herhangi bir sahnesini dahi izlememiş "numune" biri olarak, bu film bende dizinin eski bölümlerini bulup izleme, Pazar'dan itibaren de yeni bölümleri takip etme isteği yaratıyorsa, belli bir başarıyı teslim etmek lazım. (7) SİNEMADA İZLENDİ    

24 Kasım 2011

106. Incendies

Midemde garip kötü bir hisle kalktım filmin başından. Incendies insanda yaşama sevincini filan alıp götüren, sarsıcı, rahatsız edici filmlerden. Lübnan asıllı Kanadalı yazar Wajdi (yani bildiğimiz Vecdi) Mouwad'ın tiyatro oyunundan uyarlanan film, Kanada'lı iki kardeşin annelerinin vasiyetini okumalarıyla başlıyor. Anne Nawal çocuklarından memleketi Lübnan'a dönüp ağabeylerini ve babalarını bulmalarını istiyor. Sonrasında hikaye Lübnan'a taşınıyor ve geçmiş ve günümüzün paralel ilerlediği bir senaryo ile kadının gençliğinde Ortadoğu cehenneminde yaşadığı sancılı yılları ve çocuklarının bu geçmişle yüzleşmelerini izliyoruz. Ve bu coğrafyada yüzyıllardır yaşanan din savaşlarının insanlarda ne korkunç tahribatlar yaptığını, ne dayanılmaz yangınlar yarattığını görüp bir kez daha insanlığımızdan utanıyoruz. Incendies'i tavsiye eder miyim, aman mutlaka izleyin der miyim, emin değilim. En iyi yabancı film Oscar'ına aday olmuş, müziğiyle, kurgusuyla, oyuncularıyla kaliteli bir film var karşımızda, ama bir o kadar da sert ve rahatsız edici. Psikolojinizi bir süreliğine bozacağı kesin. Herkese göre değil kısacası. Çok mutlu olduğunuz bir günde mutsuz olmak için tercih edilebilir. Not: Filmin uyarlandığı oyunun bu sezon İstanbul Devlet Tiyatroları tarafından sahnelendiğini de ekleyelim, detay şurada . (8) DVD'Sİ ÇIKTI

21 Kasım 2011

105. Margin Call

Margin Call 2008 krizinin hemen öncesinde Wall Street'teki bir yatırım şirketinde 24 saat içinde yaşanan olayları anlatıyor. Jeremy Irons, Kevin Spacey, Stanley Tucci gibi baba aktörlerin rol aldığı film bize krizin mutfağından insan manzaraları sunarken belli bir gerilim yaratmayı da başarıyor. Ancak birkaç başlık aşağıda Contagion için söylediklerimi Margin Call için de tekrarlayabilirim: Yönetmenin aşırı metodik yaklaşımı ve duygusallıktan özellikle kaçınması seyircinin filme bağlanmasını da engelliyor. Sonuçta, milyon dolarlarla oynayanların nasıl dibe vurdukları ile ilgili ilginç ve gerçeğe çok yakın bir hikaye izliyoruz, ama yeterince de etkilenmiyoruz. (6,5) SİNEMADA İZLENDİ   

17 Kasım 2011

104. Crazy, Stupid, Love

Son zamanlarda Hollywood'un çok başvurduğu "iki tane popüler ismi yan yana getirelim, klişeleri basalım, senaryo mu koyver gitsin" formülüne başvurmayan, son derece sempatik bir film Crazy Stupid Love. Zekice yazılmış senaryosu ve çok boyutlu karakterleri ile ardı arkası kesilmeyen romantik komediler silsilesi arasından sıyrılmayı başaran bir yapım. Gerçi yine klişe bir senaryo gibi başlıyor hikaye: kadın avcısı yakışıklı Ryan Gosling, eşinin terkettiği Steve Carrell'e "10 derste kız tavlama sanatı"nı anlatıyor. Sinemada ara olduğunda izlenimlerim "eh işte fena değil" seviyesindeydi. Ancak film ikinci yarısında bize öyle bir çalım atıyor ki (muhteşem bahçe sahnesi),  filme olan ilgimiz ve beğenimiz birden tavan yapıyor. Bu sene tek bir romantik komedi izleyecekseniz, o film Crazy Stupid Love olsun. (7,5) SİNEMADA İZLENDİ

16 Kasım 2011

103. Immortals

300 Spartalı'nın yapımcıları yine kılıçlı mızraklı ve sandaletli adamlarla karşımızda. Bu kez yönetmen koltuğunda The Cell ve The Fall'un Hint asıllı yönetmeni Tarsem Singh var. Immortals'ın birçok sahnesi 300'ü andırıyor. Hele filmin esas oğlanı Theseus'un dar bir koridorda, arka arkaya gelen düşmanlara giriştiği, birini mızrakla havaya atarken arkadan gelenin karnını kılıçla deştiği ve super slow motion kameranın kendisiyle paralel yürüdüğü sahne resmen 300'den kopyala yapıştır yapılmış gibi duruyor. Yine de Tarsem ile 300'ün yönetmeni Zack Snyder'in tarzları farklı. Snyder savaş sahnelerinde daha başarılı iken, Tarsem görselliğe kafayı takmış bir yönetmen. Kostüm, dekor, mekan ve renk kullanımında hep bir stilize olma çabası hakim. Bu çaba çoğu zaman başarıya da ulaşıyor ve filmden aklımızda birçok unutulmaz tablo kalıyor (tuz gölünde kırmızılar giymiş kahinler, Zeus'un ateşten bir kırbaçla oğlu Ares'i öldürmesi, en sonda gökyüzünde tanrılarla titanların savaşı gibi).  Öte yandan filmin görsel üstünlüklerinin yanında konu biraz zayıf kalmış. 3D kullanımı ise oldukça başarılı. (7) SİNEMADA İZLENDİ

15 Kasım 2011

102. Real Steel

Tam baba-oğul birlikte seyredilecek film... Yıl 2020; artık insanların dövüşmesinden kurallar nedeniyle yeterince keyif alamayan boks seyircisi yeni bir eğlence buluyor: robot dövüşleri. Kendi de eski bir boksör olan Charlie (Hugh Jackman) hurdadan topladığı bir robotu yetiştiriyor ve ünvan maçına kadar yükseltiyor. Bu süreç içerisinde, yıllar önce terkettiği oğlu ile ilişkilerini de düzeltme fırsatı yakalıyor. Konuyu böyle anlatınca çok geyik ve ucuz bir film gibi geliyor kulağa, biliyorum. Ben de önce "ne işi var Hugh Jackman'ın bu robot Rocky hikayesinde" demiştim, ama öyle değil. Bir kere yapımcısından (Steven Spielberg) yönetmenine (Shawn Levy) herkes bu projeyi ciddiye almış ve emek harcamış. Örneğin boks sahnelerinin koreografisi için profesyonel boksun efsanevi isimlerinden Sugar Ray Leonard danışman olarak getirilmiş. Konu bire-bir Rocky ile aynı olsa da, başarılı görsel efektler ve Hugh Jackman ve küçük oyuncu Dakota Goyo'nun samimi oyunları ile Real Steel ilgiyle izlenen ve "gaza getiren" bir yapım olmuş. Babalara en başta dediğim gibi: 8-18 yaş aralığında bir oğlunuz varsa, mutlaka oturun birlikte izleyin. Özellikle final sahnesinde iyice havaya girip perdedeki Atom ile birlikte yumruklarınızı sağa sola sallarken bulabilirsiniz kendinizi...(7,5) SİNEMADA İZLENDİ

12 Kasım 2011

101. Contagion

Filmi izleyenler eminim ellerini artık daha sık yıkıyorlardır. Oyuncu kadrosunda alışılmadık biçimde tam 8 adet Oscar'a aday olmuş ya da Oscar almış isim (Matt Damon, Jude Law, Laurence Fishbourne, Kate  Winslet, Gwyneth Paltrow, Marion Cotillard, Elliot Gould, John Hawkes) barındıran Contagion, bir virüsün dünyanın herhangi bir köşesinden hızla nasıl tüm dünyaya yayılabileceğini, bir belgesel kıvamında, çarpıcı bir şekilde anlatıyor. Yukarıda saydığım birbirinden maharetli isimler çok da fazla yeteneklerini sergileme şansı bulamıyorlar, çünkü Contagion'da odak noktasında virüsün yayılma hikayesi var. Yönetmen Steven Soderbergh karakterleri bir araç olarak kullanırken, duygusal sahnelerden  özellikle kaçınarak filmin ağlak bir melodrama kaymasını bilinçli bir şekilde engelliyor. Soderbergh'in bir anlamda Traffic'te izlediği yöntemi tekrarladığını söyleyebiliriz. O sanki bir haber kameramanı gibi bize olayları, iyisiyle kötüsüyle, olduğu gibi aktarıyor, değerlendirmeyi bize bırakıyor. Ancak bütün bu gerçekçilik ve sanitizasyon çabası filmin "soğuk" olarak algılanmasına da yol açabilir. Yine de son tahlilde, usta bir yönetmenden güncel bir konuya dair, titreyip kendimize gelmemizi sağlayan ürkütücü ama başarılı bir bakış. (7) SİNEMADA İZLENDİ

10 Kasım 2011

100. The Adventures of Tintin

İşte geldik yüzüncü filme!.. Biliyorum senenin bitmesine az kaldı, ama merak etmeyin 150'yi tamamlayacağız birlikte. İzlemede sorun yok da, yazmaya zaman ayırmak zorluyor biraz.

Çocukluğumda hiçbir Tenten macerasını başından sonuna okumadım, ama bazı arkadaşlarımın ne kadar Tenten delisi olduğunu da iyi hatırlıyorum. Şimdi kendisi de bizzat bir Tenten fanatiği olan efsanevi Steven Spielberg, yönettiği ilk animasyon ile bu frankofon (Belçikalı) çizgi roman klasiğini yeni nesillerle tanıştırmaya girişiyor. Belki de Avrupa kültürüne daha yakın olması sebebiyle Tenten'in Amerika'daki vizyon tarihi Noel haftasına bırakılırken, film Avrupa'da (ve Türkiye'de) Amerika'dan iki ay önce gösterime girdi.

Spielberg son Indiana Jones filmindeki hayal kırıklığından sonra aksiyon çekmedeki hünerini bizlere bir kez daha hatırlatıyor. Indiana demişken, Tenten'in gerek bir takım sırları çözme üzerine kurulu konusu, gerekse de dur durak bilmeyen aksiyon temposu ile en çok Indiana Jones'u andırdığını da söylemek lazım. Aksiyon sahneleri arasında özellikle Fas'taki motosikletli kovalamaca sahnesini ayrı tutuyorum. Yaklaşık 10 dakika süren ve tek plan olarak çekilen bu unutulmaz kaçma kovalama sekansı tam bir deha ürünü.

Yapımcılar arasında yer alan ve serinin ikinci filmini yönetecek olan Peter Jackson'ın (Lord of the Rings) WETA dijital efekt ekibi yine "motion capture" tekniği ile harikalar yaratıyor. Perdedeki yüzler, mimikler öylesine gerçekçi ki, yakında bu dijital karakterlerden biri Oscar'a aday olabilir.

The Adventures of TinTin, klasik seriyi -ruhuna ihanet etmeden- en son teknoloji ile büyük perdeye başarıyla adapte eden, çocukluğu Tenten evreninde geçmiş kitleleri zaten mest edecek, Tenten ile hiç tanışmamış olanları da fazlasıyla tatmin edecek yüksek tempolu bir aksiyon. (7,5)  SİNEMADA İZLENDİ   

8 Kasım 2011

99. Tower Heist

Kariyerinin büyük bölümünü Jackie Chan ve Chris Rock'lı Rush Hour filmlerini çekmekle geçirmiş ve benim gözümde ışıksız bir yönetmenden öteye gidememiş Brett Ratner bu kez Ben Stiller ve Eddie Murphy'yi bir soygun filminde bir araya getiriyor. Sinema hafızamıza yer etmiş Ocean's Eleven'dan The Usual Suspects'e, Ronin'den Heat'e başarılı soygun filmlerinin ortak yönleri en ince detaylara dikkat eden bir senaryo, yetenekli kalabalık bir oyuncu kadrosu, ve en sonunda "haa!" dedirten sürprizli bir finaldir. Tower Heist yönetmen Brett Ratner için ileri yönde atılmış bir adım olsa da, yukarıda saydığım türün klasikleri ile aşık atabilecek bir soygun filmi değil. Bir kere senaryoda ciddi boşluklar var. Ama bunları kafayı takmayıp, hafif bir hafta sonu eğlencesi olarak kabul ederseniz, tatmin edici olduğunu da söyleyebilirim. Özellikle Eddie Murphy'yi tekrar Beverly Hills Cop ve 48 Hours dönemlerindeki formunda görmek büyük keyif. (6,5) SİNEMADA İZLENDİ  

1 Kasım 2011

98. Paranormal Activity 3

Paranormal Activity'lerin ilk ikisini evde izlemiştim, bu son "aktivite"yi ise sinemada gördüm. Bir sinema filmi için bu cümleyi söyleyeceğimi hiç düşünmezdim, ama sanırım Paranormal Activity filmlerini evde izlemek daha etkileyici oluyor. Nedeni şu: tamamen amatör video kamera çekimlerinden oluşan görüntüler bunlar; evde izlediğinizde (DVD, BluRay, vs..) gerçekten birinin kamerasından çıkmış görüntüleri izler gibi oluyorsunuz ve bu durum gerçeklik duygusunu arttırıyor. Sinemada ise film şeridinden veya projeksiyon teknolojisinden kaynaklanan nedenlerle ister istemez perdede küçük çizgiler ya da noktalar oluşabiliyor, bu da sanki o gerilim duygusunu biraz zedeliyor. Serinin bu üçüncü halkasında bu kez ilk iki filmden tanıdığımız Katie ve Kristi kardeşlerin çocukluklarına gidiyoruz. Ondan sonra formül aynı: yine uzun sinir bozucu sessizlikler ve birçok "böö!" sahnesi. Bir vantilatörün alt kısmına tutturularak hareketli hale getirilen kamera fikrinin zekice olduğunu kabul etmek lazım. Kamera belli bir açıya döndüğünde diğer taraftaki sesleri duyuyor ama göremiyorsunuz, kamera diğer açıya doğru dönmeye başladığında ise o bekleme anı epey bir gerilim yaratıyor. Tüm seriye hakim olan "ne olursa olsun elinden kamerasını bırakmayan adam" saçmalığı ise yine mantığı zorluyor. Gecenin bir vakti uyanıyorsunuz, eşiniz ve çocuklarınızın nerede olduğu belli değil ve evden acayip sesler geliyor. Böyle bir durumda "ay gideyim kameramı alayım" mı dersiniz, canınızı kurtarmaya mı bakarsınız?  (6) SİNEMADA İZLENDİ