28 Şubat 2013

Kelebeğin Rüyası

Tesadüf, tam bir sene önce, 27 Şubat 2012'de bu blogda "Fetih 1453" için yazdığım yazıyı şu cümlelerle bitirmişim: "Yatırılan paraların fazlasıyla geri dönmesi, yüksek bütçeli yeni prodüksiyonlar konusunda yapımcıları iştahlandıracaktır. Bunu da son tahlilde Türk sinema endüstrisi için olumlu bir gelişme olarak kabul etmek lazım. Belki bundan sonraki yüksek bütçeli yapımlarda teknik üstünlüğün yanısıra biraz zeka pırıltısı da olur". İşte Yılmaz Erdoğan'ın 11 milyon TL bütçeli son filmi tam da bunu beceriyor: Kelebeğin Rüyası tüm teknik departmanlarda dünya standartlarını -yakalamayı bırakın- epey bir geçmeyi başarırken, oyunculukları ve hikayesiyle de "harcanan her kuruş helal olsun" dedirtiyor.

1941 yılının Zonguldak'ında yoksulluk ve dönemin illeti verem hastalığı ile boğuşan iki genç şairin oldukça hüzünlü hikayesini anlatan Kelebeğin Rüyası, fragmanını gördüğüm ilk andan itibaren görüntülerine vurulduğum bir filmdi. Filmin kendisi de beklentilerimi hiç yanıltmadı. Daha açılışta, madendeki o kesintisiz 4 dakikalık tek plan çekimle birlikte "n'oluyoruz, nereye geldik, bu hakkaten bir Türk filmi mi?" diyorsunuz. Sonrasında da film görselliğiyle izleyiciyi tereddütsüz sarıp sarmalıyor. Görsellikte filmin çıtayı bu kadar yükseğe koymasını sağlayan şüphesiz ki usta sinematograf Gökhan Tiryaki’in varlığı. "Bir Zamanlar Anadolu’da” ve “Dedemin İnsanları” gibi filmlerin vazgeçilmez görüntü yönetmeni Tiryaki’nin bu kusursuz atmosferi yaratmadaki payı büyük.

Peki ya Kıvanç Tatlıtuğ'a ne demeli? Bir zamanlar Best Model of the World seçilerek magazin basınının radarına giren bu genç adam, televizyonda Gümüş ve Behlül (Aşk-ı Memnu) olduğu dönemlerde -genç kızların hayranlığı dışında- açıkçası pek de ciddiye alınmıyordu. İlk olarak Kuzey Güney dizisindeki performansıyla "bunda iş var galiba" dedirten Tatlıtuğ, Muzaffer rolü ile yılların önyargısını yıkarak oyunculuktaki rüştünü herkese ispat ediyor. Rolü için geçirdiği fiziksel değişim bir yana, o solgun, hastalıklı şairi canlandırırken sergilediği üstün performanstan sonra artık kimsenin kalkıp da Tatlıtuğ’a "hoş ama boş manken çocuk" muamelesi yapması mümkün değil. Oyunculuklar demişken, Farah Zeynep Abdullah'ın da tam bir keşif olduğunu eklemeliyim.

Geçen Pazar günü Oscar ödülleri verildiğine göre, bir sonraki Oscar törenine önümüzde tam bir yıl var. Kelebeğin Rüyası gerek dramatik yapısı, gerek sanat yönetimi ile "ben Oscarlık filmim" diye bas bas bağıran bir yapım. Bana birçok karesi ile 1988'in Cinema Paradiso'sunu anımsattı mesela. Yılmaz Erdoğan ve ekibi en iyi yabancı film kategorisinde Türkiye'ye akademi ödülleri tarihindeki ilk adaylığını getirirse benim için sürpriz olmaz. (Aralık ayında GÜNCELLEME: Kelebeğin Rüyası Türkiye'nin Oscar aday adayı oldu, ama kısa listeye giremedi.) (9)

24 Şubat 2013

Lincoln

Lincoln, Steven Spielberg'in belki de şimdiye kadarki en ağır tempolu filmi. Şöhretini aslen Indiana Jones, Jurassic Park gibi daha kitlesel, dur durak bilmeyen aksiyonlarla sağlamış olan usta yönetmen, arada bir Schindler's List ya da geçen seneki War Horse gibi dram ağırlıklı yapımlarla "istedim mi Oscar'lık film de yaparım" mesajını vermeyi ihmal etmezdi. Bu kez de 12 yıllık bir hazırlığın ardından çektiği Lincoln'de, Amerikan tarihinin en önemli figürlerinden birine (belki de birincisine) çeviriyor kamerasını. Aslında film Lincoln'ün tüm hayat hikayesini vermek yerine, onun ikinci başkanlık döneminde kritik bir dönemeç sayılan Temsilciler Meclisi'nde köleliğin kaldırılması ile ilgili anayasa değişikliği öncesindeki lobi faaliyetlerine ve bu çalışmaların kendi ailesine yansımalarına odaklanıyor. Elbette, aksiyondan ya da görsel ihtişamdan ziyade fikirlere önem veren bir film bu. Nitekim, 150 dakikalık filmin neredeyse üçte ikilik bölümü Lincoln'ün konuşmalarıyla geçiyor. Lincoln ofisinde kurmaylarıyla konuşuyor, evinde eşiyle çocuklarıyla konuşuyor, sokakta askerlerle konuşuyor. Velhasıl konuşuyor da konuşuyor. Yanlış anlaşılmasın, bu büyük liderin zaman ve mekana bağlı olmaksızın her devir ve her toplum için geçerli olacak değerli fikirlerini çok beğendim, bazı cümlelerini aklımda not ettim. Daniel Day-Lewis de her zamanki gibi harika oynamış. Ama filmin toplamı değerlendirildiğinde, Amerikan tarihine özel ilgi duyanlar dışında, genel haftasonu AVM izleyicisine çok etkileyici gelmeyebileceğini de kabul etmek lazım. (7)

21 Şubat 2013

Zero Dark Thirty

Ben dahil herkesin Avatar'ı favori gösterdiği bir senede (2009) The Hurt Locker ile hem En İyi Film hem de En İyi Yönetmen ödülünü alan Kathryn Bigelow operasyon bölgelerine geri dönüyor. Bu kez, 11 Eylül saldırılarından hemen sonra kurulan ve tek amacı Usama Bin Ladin'i yakalamak olan CIA içerisindeki özel bir birimin 10 yıla yayılan çalışmalarını, birinci elden tanıklıklardan oluşturulan bir senaryo eşliğinde izliyoruz. Filmin çekim aşamaları başlamışken, 1 Mayıs 2011'de yapılan baskınla Bin Ladin ölü ele geçirilince, senaryo yeniden yazılmış ve filmin sonuna yarım saatlik Pakistan'daki operasyon bölümü eklenmiş. Böylelikle henüz haber başlıkları hafızamızda çok taze olan bir olayı en ince ayrıntısıyla sinema perdesinde izleme imkanını yakalıyoruz. Filmin adı Zero Dark Thirty askeri jargonda Bin Ladin operasyonunun gerçekleştirildiği 00:30 saatini ifade ediyormuş. Kendi adıma Zero Dark Thirty'yi The Hurt Locker'dan çok daha fazla beğendiğimi söylemeliyim. Tıpkı Argo'da olduğu gibi, yakın geçmişin önemli olaylarından birini bir belgesel gerçekliğinde keşfederken, aynı zamanda yaman bir gerilim hikayesi de izliyoruz. Kathryn Bigelow'un bizi olayların tam ortasına yerleştiren kamerası ve aksiyon sahnelerindeki ustalığı filmin etkileyiciliğini arttırıyor. (8,5)

8 Şubat 2013

Django Unchained

Evet, Django Unchained sonuçta bir Tarantino filmi ve Tarantino'dan bekleyeceğiniz her şey fazlasıyla var: yine çok iyi yazılmış mükemmel diyaloglar, o uzun diyalogların sonunda patlayıcı bir şiddet, yine tür sinemasına ve özellikle 70'li yılların filmlerine saygı duruşu, ve filme eşlik eden müthiş bir soundtrack. Bütün bunlar iyi güzel; filmi izlerken epey keyif aldığımı da söylemeliyim. Ama saatler ilerledikçe, kendine hayran yaramaz bir çocuğun elindeki oyuncaklarla oynamayı biraz fazla uzattığını hissediyorsunuz. Özellikle son 15 dakikadaki aşırı karikatürize anlatım eğreti duruyor. Yönetmenin tüm filmlerini (ki 8 adettir kendileri) izlemiş bir Tarantinosever olarak, sinemaya tutkuyla bağlı bu dahi adam ile buluşmaktan yine mutlu oldum, ama üstadın en iyi işlerinden biri olmadığını da kabul etmek lazım. (7,5)