30 Kasım 2018

110. Christopher Robin


Yüz Hektar Ormanından ayrıldıktan yıllar sonra bir yetişkin olarak karşımıza çıkan ve artık gayet meşgul bir iş adamı olan Christopher Robin, bazı tesadüfler sonucu çocukluk arkadaşı Winnie the Pooh ile yeniden karşılaşıyor. Çocukluktan ebeveynliğe geçiş sürecinde Christopher Robin o eski hayalperestliğini kaybetmiş, hırs küpü ama mutsuz bir bordro mahkumu olmuş. Aradan seneler geçmesine rağmen hala tüm saflığını koruyan iyimser oyuncak ayımız Pooh, ekibin diğer üyeleri Tigger, Piglet ve İyor ile birlikte Christopher'ın hayattaki  asıl önemli şeyleri yeniden keşfetmesine yardımcı oluyor.  

Bu fantastik masalı elbette çocuklar da severek izler, ama verdiği mesajlar dikkate alındığında Christopher Robin sanki daha çok hayat koşuşturmacası içinde kaybolup gitmiş yetişkinler için yapılmış bir film gibi duruyor. Hikayenin ana unsurları Steven Spielberg'in yıllar önceki Robin Williams'lı Julia Roberts'lı Hook filmine çok benziyor. Özellikle sevimli Poo'nun hayat ile ilgili kelime oyunları içeren felsefi gözlemleri çok eğlenceli ("people say nothing is impossible, but I do nothing every day"). İçindeki çocuğu öldürmek istemeyenler mutlaka izlemeli.

Benim Notum: 7,5 / 10


29 Kasım 2018

109. The Ballad Of Buster Scruggs


Netflix sinema izleme alışkanlıklarımızı değiştirmeye devam ediyor. Ben de yıllarca "film sinemada izlenir" ilkesinin bayraktarlığını yaptım ama, görünen o ki değişen zamanlara ayak uydurmaktan başka çaremiz yok. Joel ve Ethan Coen kardeşlerin yeni filmi sinemalara gelmiyorsa ve sadece Netflix'te gösteriliyorsa, biz de mecburen evde izleyeceğiz.  

Coen biraderlerin son Venedik Film Festivalinde en iyi senaryo ödülü alan filmi Vahşi Batı'dan altı kısa öyküyü bir araya getiriyor. Bu altı öykünün her biri western filmlerinden aşina olduğumuz tanıdık bir temayı odağına alıyor. Örneğin bir bölümde ıssız bir kasabanın ortasında klasik bir düello sahnesi işlenirken, başka bir bölümde at arabaları ile kervan halinde göç eden ilk yerleşimciler konu ediliyor. Hikayelerin ortak özelliği Coen kardeşlere özgü bir kara mizah duygusunun sürekli ön planda olması. Hınzır bir senaryo en dramatik olması gereken anlarda dahi suratımıza bir gülümseme yerleştirmeyi başarıyor. Silahlı çatışma sahnelerindeki oldukça kanlı şiddet de erken dönem Coen filmlerini (Blood Simple, Fargo, vb.) hatırlatıyor. 

The Ballad Of Buster Scruggs'ı izlerken ben epey eğlendim. Elbette bazı bölümler diğerlerinden daha iyi. Örneğin ben Tom Waits'li dördüncü bölümü (All Gold Canyon) ve Zoe Kazan'lı beşinci bölümü (The Gal Who Got Rattled) çok sevdim, altıncı ve son bölümü ise çok gereksiz buldum. Ama toplamına bakıldığında, özellikle Coen hayranlarını mest edecek ilginç bir western antolojisi.   

Benim Notum: 7,5 / 10   

28 Kasım 2018

108. Whitney


Altı sene önce, henüz 48 yaşındayken bir otel odasında ölü bulunan dünyaca ünlü şarkıcı Whitney Houston'ın hayatına samimi ve dokunaklı bir bakış. Touching the Void ve The Last King of Scotland gibi filmleriyle hatırladığımız İskoç yönetmen Kevin Macdonald'ın çektiği belgesel, Whitney'nin parlak sahne ışıklarının ardındaki yürek burkan öyküsünü, en yakınındaki kişilerin tanıklıklarıyla aktarıyor. Görüşmelerin ve videoların kronolojik bir akışla sunulması, yaşanan trajedinin gözlerimizin önünde oluşmasına fırsat veriyor. 

Kevin Macdonald'ın filmi klasik bir yaklaşımla genç yıldızın şöhret basamaklarını yavaş yavaş tırmanmasını anlatmakla vakit kaybetmiyor. Filmin daha 25. dakikası civarlarında Whitney Houston tüm dünyaca tanınan, şarkıları arka arkaya listelerde 1 numara olmuş, albümü milyonlar satan bir yıldız mertebesine ulaşıyor zaten. Film daha çok bundan sonrası ile ilgileniyor. Uyuşturucunun gencecik bir insanı nasıl yaşayan bir ölüye dönüştürdüğünü gösterirken, bir yandan da bu bağımlılığın sebeplerini araştırıyor. Filmi izlerken Whitney Houston'ın hayatının, yine birkaç sene önce belgeselini izlediğimiz Amy Winehouse ile ne kadar çok paralellikler içerdiğini düşündüm. Yine kızının şöhretinden faydalanmaya çalışan açgözlü bir baba, yine uyuşturucu ve yine çok genç yaşta yitip giden müthiş bir yetenek.

Benim Notum: 7,5 / 10    

26 Kasım 2018

107. Fantastic Beasts: The Crimes of Grindelwald

İki sene önceki ilk Fantastic Beasts filminde de senaryoyu zayıf bulmuş, ama 1920'lerin New York'unu yeniden yaratan göz alıcı prodüksiyon tasarımı ve Newt Scamander'ın çantasından çıkan tuhaf hayvanların sevimliliği hatrına o sürükleyici olmayan hikayeye katlanmıştım. Bu kez hem hayvanlar daha geri planda, hem de öykü ilkinden de daha ruhsuz. Bir lüzumsuz karakter enflasyonu ve alt öykü çorbası içerisinde kim kimin kardeşiydi, kim kimin babasıydı diye meraklanmamızı bekliyor J.K.Rowling. Ama bu sıkıcı hengamede bir süre sonra kimin ne olduğu da artık pek umurumuzda olmuyor doğrusu. Sadece Rowling'in dağınık senaryosu değil, David Yates'in tembel yönetmenliği de bu filmde artık dibe vurmuş. Abartmıyorum, film boyunca 7-8 kere esnedim. Çok da meraklısı olmadığım Harry Potter filmleri bile bunun yanında başyapıt gibi kalır. Sadece başarılı görsel efektler ve  Jude Law'un keşke daha fazla süre alsaydı dedirten Dumbledore performansı için 10 üzerinden 5.

Benim Notum: 5 / 10

23 Kasım 2018

106. Overlord

1944'te II.Dünya Savaşının sonlarına doğru Normandiya çıkarması ile başlayıp Paris'in kurtarılması ile biten bütün bir sürecin müttefik kuvvetler arasındaki kod adı Overlord Operasyonu imiş, bunu da bu film sayesinde öğrenmiş oldum. İşte bu harekat esnasında, bir Fransız köyüne saklanan bir grup Amerikalı asker, burada Nazilerin insanlar üzerinde deneyler yaptığı gizli bir laboratuarı ortaya çıkartıyorlar. Julius Avery'nin yönetiği film savaş filmi janrı ile zombi filmleri alt türünü birleştirmeyi deniyor. Açılıştaki paraşütçü taburunun yanan bir uçaktan atladığı 15 dakikalık nefes kesen harekat görüntüleri ile başlayan film, askerler köye yerleştikten sonra bir süre ayağını gazdan kesiyor. Bir evin içinde geçen ve "sen bi koşu köy meydanına git, başka askerler var mı bak", "şimdi sen de ilk giden arkadaşlarının peşinden git" gibi anlamsız konuşmalarla ve gidip gelmelerle geçen bu bölümde tempo iyice düşüyor. Neyse ki, ikinci yarıda Nazilerle çatışmaların başlamasıyla film yine toparlıyor. Bir diğer temel sorun da şu ki, zombi filmi olmaya soyunan bir filmde yeterince zombi yok. Sadece iki sahnede canavara dönüşmüş ve bir türlü öldürülemeyen bir adet zombi filmdeki iyi karakterin peşinden kovalıyor. Ama o sahnelerin de gerilimi yerinde, hakkını yemeyelim. Tıpkı açılıştaki tek plan çekilen uçaktan atlama sahnesi gibi, en sondaki yine tek plan çekilen yıkılan binadan kaçış sahnesi de "bunu nasıl çekmişler" dedirtiyor. Korkutucu bir zombi filmi olmaktan ziyade, iyi çekilmiş savaş sahneleri ile sınıfı geçen vasatın üzeri bir aksiyon Overlord.

Benim Notum: 7 / 10 

22 Kasım 2018

105. Widows


Liam Neeson'ın liderliğindeki dört kişilik bir hırsızlık çetesinin üyeleri bir soygun sırasında öldürülünce, onların soyduğu başka bir siyahi suç örgütünün patronu geride kalan eşlerin peşine düşüyor. Yönetmen en iyi film Oscar'ı almış "12 Years a Slave"in yönetmeni Steve McQueen, senaryo yazarı da "Gone Girl"ün yazarı Gillian Flynn olunca insan daha sinemaya giderken iyi bir şeyler bekliyor zaten. Ve Widows bu beklentiyi fazlasıyla karşılıyor. 

Öncelikle kadro: Filmin oldukça kalabalık oyuncu kadrosundaki herkes birinci sınıf iş çıkartmış. Elbette Viola Davis ya da Elizabeth Debicki gibi öne çıkan performanslar var, ama büyüklü küçüklü tüm roller için mükemmel casting tercihleri yapılmış. Örneğin geçen seneki Get Out'ta iyi adam olarak izlediğimiz Daniel Kaluuya bu kez insanın kanını donduran bir mafya elemanı portresi çiziyor. Kadrodaki her rol için "bu adamın/kadının hikayesini ayrıca izlemek isterdim" diye düşünüyorsunuz. Bu da başta oyuncuların sonra da senaryo yazarının mahareti. 

Steve McQueen çok ilginç çekim tercihleriyle mekan duygusunu başarılı bir şekilde seyirciye aktarıyor. Örneğin bir sahnede politikacı Colin Farrell fakir bir mahallede bir konuşma yapıyor ve sonrasında evine gitmek üzere yardımcısıyla birlikte arabaya biniyor. Bu sekansta biz bir yandan arabanın içindeki konuşmaları dinlerken, arabanın ön kaportasına monte edilmiş kamera, dört dakikalık yolculuk boyunca arabanın içini değil, çevreyi gösteriyor. Ve sadece dört dakikalık kısa bir yolculuk sonrasında, bakımlı çim bahçeleriyle ultra lüks malikanelerin olduğu mahalleye geliyoruz. Chicago'da birbirine komşu yaşayan toplum kesimleri arasındaki gelir uçurumu bundan daha çarpıcı anlatılamaz.

Widows bir soygun filminden ziyade, içinde soygun olan bir drama. Yönetmen Steve McQueen, soygun filmi alt türünü daha çok bir çerçeve olarak kullanmış, çerçevenin içine de günümüz Amerika'sından ırkçılık, şehirlerdeki artan suç oranı, politikacıların yozlaşmışlığı, kadına şiddet gibi ciddi temaları yerleştirmiş. Politik alt metinleri, anlatımı ve oyuncularıyla sağlam bir film.

Benim Notum: 8 / 10





19 Kasım 2018

104. Crazy Rich Asians


İki gün üst üste Uzak Doğu kökenli Amerikalıları odak noktasına alan romantik komediler denk geldi. Netflix filmi "To All The Boys"dan sonra, bu kez hem bütçe hem de hasılat bakımından çok daha büyük ölçekli bir yapım ile karşı karşıyayız. Crazy Rich Asians şimdiye kadar 240 milyon dolarlık bir gişe hasılatı yaptı ve Amerika'da bu senenin en çok izlenen filmlerinden biri oldu. 

Kevin Kwan'ın aynı adlı bestseller romanından sinemaya uyarlanan film, Çin asıllı New York'lu ekonomi profesörü Rachel Chu'nun, sevgilisi Nick'in ailesi ile tanışmak üzere Singapur'a gidişini ve orada geçirdiği yaklaşık bir haftayı anlatıyor. Singapur'a vardıklarında Rachel, Nick'in şehrin neredeyse yarısının tapusunu elinde bulunduran, inanılmaz zengin ("crazy rich") bir aileye mensup olduğunu öğreniyor ve önyargılı, katı bir anneye kendini kabul ettirmeye çalışıyor. Crazy Rich Asians, kalıplaşmış romantik komedi formüllerini kullansa da, çok yetenekli oyuncular ve senaryodaki birkaç küçük çalım sayesinde baştan sona keyifle izlenen bir filme dönüşüyor. İki saat boyunca önümüzden akıp geçen göz alıcı mekanlar, kostümler ve o leziz yemekler filmin cazibesini arttırıyor. İşin ilginç tarafı, bu spektaküler zenginlik ve şatafat görüntüleri önceleri seyirciyi tavlayan bir unsur olarak kullanıma sokulurken, film ikinci yarısında içi boş, duygusuz bir zenginliğin nasıl bunaltıcı ve rahatsız edici olabileceğini hissettiren tuhaf bir melankoli yaratmayı da başarıyor. Başroldeki Constance Wu ve Uzak Doğu sinemasında artık bir efsane olan Michelle Yeoh çok iyiler. İlk bakışta sinir bozucu olacakmış gibi görünen bir tipe sahip rap şarkıcısı Awkwafina ise senaryoya büyük katkı sağlıyor ve filmin en komik anlarına imza atıyor. Tam bir Cumartesi akşamı evde eşinizle ya da sevdiceğinizle birlikte izlenebilecek  tarzda, kalbinizi ısıtacak sevimli bir romantik komedi ("evde" diyorum, çünkü sinemalarda vizyona girmeyecek).

Benim Notum: 7,5 / 10

18 Kasım 2018

103. To All the Boys I've Loved Before

16 yaşındaki Lara Jean, asıl hoşlandığı oğlanın ilgisini çekebilmek için okuldaki başka bir çocukla numaradan çıkmaya başlıyor. Önce karşılıklı anlaşma şeklinde başlayan bu düzmece beraberlik bir süre sonra duygusal bir boyut kazanıyor. Amerikalı yazar Jenny Han'ın aynı adlı kitabından uyarlanan ve Netflix tarafından çekilmiş bir ergen romantizmi hikayesi. Çok düşük beklentilerle izlemeye başladığım ama karakterlerin sempatikliği ve senaryonun kıvraklığı sayesinde sonuna kadar ilgimi ayakta tutmayı başaran şirin bir film olmuş. Yine bir Netflix dizisi olan 13 Reasons Why ile hemen hemen aynı evrende geçen, ama onun gibi depresif ve melodramatik olmayan eğlenceli bir yapım. Şans verilebilir.

Benim Notum: 7 / 10

17 Kasım 2018

102. The Miseducation of Cameron Post

1993 yılında geçen hikayemiz, eşcinsel eğilimleri ailesi tarafından fark edilen lise çağındaki Cameron adlı bir genç kızın Amerika'daki hıristiyan dönüştürme terapisi merkezlerinden (christian gay conversation camp) birine gönderilmesini anlatıyor. Yönetmen Desiree Akhavan’ın Emily M. Danforth'un romanından sinemaya uyarladığı film, bu sene LGBT dönüştürme merkezleri üzerine çekilmiş iki yapımdan biri (diğeri de Türkiye'de henüz gösterime girmeyen Boy Erased). Film gerçek bir olayı anlatmasa da, konu edilen merkezler 90'lı yıllarda Amerika'da gerçekten varmış. Dindar aileler çocuklarını bu merkezlere gönderip onları hem "tedavi" ettirmeye, hem de dindar hale getirmeye çalışırlarmış. Kendini yargılama, geçmişini silme ve dine sarılarak kendini kurtarma üzerine kurulu bu beyin yıkama programları elbette çocuklarda bir suçluluk duygusu yaratmaktan başka bir işe yaramıyor. Filmimizde anlatılan hikayede de öyle oluyor. "İyileşme"nin ne olduğunu anlamadan, kendilerinden nefret ederek iyileştirildiklerine inanan gençler, aslında hiçbir şeyin değişmediğini sonunda görüyorlar. Başroldeki Chloe Grace Moretz ve “American Honey”den tanıdığımız Sasha Lane, filmin genel havasına uygun, sade bir performans sergiliyorlar. Son derece düz bir çizgide ilerleyen senaryo, sanki daha derinlere gitme fırsatı varken böyle bir tercihte bulunmuyor ve film deyim yerindeyse başladığı gibi bitiyor. "Eh işte" denebilecek filmlerden.

Benim Notum: 6 / 10

16 Kasım 2018

101. Climax

Ta 2002'de Monica Belluci'li Irreversible ile seyirciyi sarsan Gaspar Noe 16 yıl sonra (vay be o kadar olmuş mu) benzer atmosferde bir film ile geri dönüyor. Hatta, tıpkı Irreversible'deki gibi filmin en sonunda çıkması gereken kayan yazılar ve bir görüntü en başta perdeye yansıyınca, acaba Noe yine hikayeyi geriye doğru mu anlatacak dedim, ama öyle değil, bu sefer akış kronolojik. Fransız dansçılardan oluşan bir grup gösterilerinin provasını yapmak üzere boş bir okul binasında buluşuyorlar. Önce bir parti havasında başlayan gece, içtikleri sangrianın içine bir ilaç atıldığını öğrendikten sonra bir toplu cinnet seansına dönüşüyor. Climax, aslında birbirinden kalın çizgilerle ayrılabilen üç ana bölümden oluşuyor. Birinci bölümde nefis bir dans sekansı ile açılışı yapıyoruz. Tek plan olarak çekilen ve üzerinde epey çalışıldığı belli olan bu bölümde kamera yukarı çıkıyor, aşağı iniyor, dansçıların arasında dolaşıyor ve o enerjiyi hiç kesintiye uğratmadan seyirciye yansıtıyor. İkinci bölümde dansçıları daha yakından tanıdığımız (ve aşırı 18+ bir içeriğe sahip) ikili üçlü sohbetleri izliyoruz. Son perde ise yine tek plan çekilen, kameranın sadece dans salonunda değil, binanın içindeki odalarda koridorlarda dolaşıp durduğu, kabusa benzer toplu çıldırma bölümü. Gaspar Noe'nun biçimsel denemelerinin, kamera hareketlerinin ilginç olduğunu düşünsem de, bu "ne yapsam da sınırları zorlasam, bir sansasyon yaratsam" motivasyonunu biraz fazla hesaplı kitaplı buluyorum. Climax iyi başlıyor ama giderek izlemesi zor bir hal alıyor.

Benim Notum: 6,5 / 10 

13 Kasım 2018

100. Bohemian Rhapsody

Arabasında hala Bohemian Rhapsody şarkısına kafa sallayan, elindeki sanal gitarı çalarken bağıra bağıra I Want To Break Free'nin tüm sözlerini baştan sona söyleyebilen büyük bir Queen hayranı olarak bu filmin mükemmel olmasını çok istedim. Bir senedir dönen fragmanlarını her izlediğimde heyecanlandım. Peki sonuç: Queen müzikleri ile iki saat geçirmek ne olursa olsun güzel deneyim. Ama Bohemian Rhapsody iyi bir film değil maalesef. Sanki birisi Queen'in wikipedia sayfasındaki bilgileri alıp, son derece basit bir giriş gelişme sonuç formatı uygulamış, arka plana da Queen'in Greatest Hits albümünü koymuş gibi. Filmin bir sahnesinde Freddie ve grup üyeleri bir plak yapımcısına müziklerinin nasıl basmakalıp ve geleneksel olmasını istemediklerini anlatıyorlar. Eh, Queen'in müziği asla öyle değildi ama onlar hakkında yapılan film ne yazık ki son derece klişe ve sıradan. Aslında yetenekli bir yönetmen diye bildiğimiz Bryan Singer (The Usual Suspects, X-Men) bir müzik yıldızının biyografi filmi reçetesindeki bütün kutucukları işaretlemiş. Gerçek hayattaki Freddie Mercury gibi sıradışı ve cesur olmak yerine, yüzeysel kalmayı ve güvenli sularda dolaşmayı tercih etmiş. Herkeslerin yerlere göklere sığdıramadığı Rami Malek'in performansını da ben fazla teatral, fazla ağdalı, fazla hırslı buldum. Yalnız filmin bir konuda hakkını vereyim, en sondaki Live Aid sekansı çok başarılı. Son 20 dakikaya gelene kadar 6 olan notum, 1985'teki Wembley konserini birebir yeniden canlandıran bu nefes kesici bölüm ile birlikte yarım puan arttı. Filmi izledikten sonra şuradaki gerçek Live Aid görüntülerine göz atanlar ne demek istediğimi daha iyi anlayacak.

Benim Notum: 6,5 / 10




11 Kasım 2018

99. Apostle

Endonezya yapımı The Raid filmleri ile tüm dünyada ciddi bir hayran kitlesine sahip olan (ki o filmleri ben de pek severim) yönetmen Gareth Evans'ın Netflix için çektiği Apostle, kız kardeşi bir tarikat tarafından kaçırılmış bir adamın izole bir adadan onu kurtarma çabalarını anlatıyor. Filmin ilk bir saatini kaplayan, tarikatın içine sızma bölümleri belli bir gerilim ve merak duygusunu uyandırmayı başarıyor. Evans'ın tekinsiz bir atmosfer yaratmadaki becerisi bu bölümlerde seyirciyi hikayeye bağlıyor. Ancak sonra doğaüstü güçlerin, cadıların filan devreye girmesiyle film bir suç geriliminden çıkıp, düpedüz korku filmi sularında seyretmeye başlıyor. Son yarım saatte ise, hikayeye hiçbir katkı sunmayan gereksiz aşırılıktaki şiddet sahneleriyle Hostel ya da Saw tarzı bir işkence pornosuna dönüşüyor. Bu son bölümde hikaye akışındaki kopukluklar da sanki proje biraz aceleye getirilmiş gibi hissettiriyor. Gareth Evans'ın The Raid filmlerinden sonraki işini merakla bekliyordum ama Apostle hevesimi kursağımda bıraktı diyebilirim.

Benim Notum: 6 / 10

10 Kasım 2018

98. American Animals


Sıradan hayatlarına bir heyecan katmak isteyen Kentucky'li dört üniversite öğrencisi bir soygun yapmayı planlıyorlar. Ama bu alıştığımız türde bir banka, müze, vesaire soygunu değil. Üniversite kütüphanesinde bulunan, Charles Darwin dahil bazı önemli bilim adamlarının çok nadir bulunan orjinal kitaplarını çalmak ve koleksiyonculara satmak üzere bir plan yapıyorlar. Ancak hepsi de iyi aile çocukları olan bu akılları bir karış havada gençler bol bol soygun filmi izleyerek bu işi kotarabileceklerine inanıyorlar, ve elbette yüzlerine gözlerine bulaştırıyorlar. 

Daha önce The Imposter adlı ilginç belgeseli ile tanıdığımız İngiliz yönetmen Bart Layton'ın çektiği film 2004 yılında gerçekten yaşanmış bir olayı anlatıyor. Genelde böyle gerçek yaşam hikayelerinde, gerçek hayattaki karakterler filmin sonunda şöyle bir görünürler. American Animals'da ise gerçek kişilerle yapılan röportajlar filmin aralarına serpiştirilmiş. Bu da filme bir yarı-belgesel havası katmış. Filmin son derece ilginç bir kurgusu da var: örneğin sahne geçişlerinde gerçek hayattaki kişi ile başlayan bir cümle, filmdeki oyuncunun repliğiyle devam edebiliyor. Bu geçişler biraz bu senenin başında izlediğimiz "I Tonya"yı da hatırlatıyor. Filmin düpedüz suç işleyen bu dört şaşkına sempati duymamızı isteyen ahlaki duruşunu biraz problemli bulsam da, Bart Layton'ın dinamik anlatımı ve "Reservoir Dogs"dan "Ocean's Eleven"a birçok filme yaptığı göndermelerle eğlenceli olmayı başaran iyi bir suç gerilimi. 

Benim Notum: 7,5 / 10



4 Kasım 2018

97. Müslüm



Müslüm Gürses'in bu topraklardan çıkan en iyi yorumculardan biri olduğunu, o henüz "Nişantaşı eliti" tarafından keşfedilmeden önce de söyleyenlerdenim. Başkalarından dinlemeye alıştığınız şarkıları bir de Müslüm Gürses yorumu ile dinlediğinizde onun o buğulu derin sesiyle aynı şarkıya nasıl bambaşka bir ruh kattığını görürsünüz. 2013'te henüz 59 yaşında vefat ettiğinde çok üzülmüştüm; kıymetini bilemediğimiz değerlerden biri olduğunu düşünürüm. İşte Hakan Kırkavaç (Ketche) ve Can Ulkay'ın yönettiği film, yeterince tanımayan milyonlara onu tanıtacak, bir anlamda bir vefa projesi olmuş. Milyonlar demişken, film daha ilk haftasında yaklaşık 1,5 milyon seyirci tarafından izlendi, toplam rakamın 5 milyona ulaşması bekleniyor. (Sonradan gelen edit: 5 milyonu geçti bile...)

Gerçek adıyla Müslüm Akbaş'ın geçmişinde zorluklar yaşadığını duymuştum ama bu kadar acı çektiğini bilmiyordum. Bu hayat hikayesini senaryo diye bir film yapımcısına verseniz "ya yok, dramı biraz fazla kaçırmışsınız, bir insanın başına bu kadar felaket gelemez" der. Ama izlediklerimiz gerçek. Müslüm Gürses'in gittiği "uzun ince yol" meğer çok keskin dikenlerle doluymuş. Filmde, acılarla yoğrulmuş bu hayat izleyiciye etkileyici bir şekilde aktarılıyor. Hayatın sillesini defalarca yese bile sakin kalabilmiş, acısını gizli yaşamış bir adamın hikayesi ciğerimizi delip geçiyor. Yalnız bazı sahnelerde ajitasyonun ayarının biraz kaçtığını düşünüyorum. Örneğin aile içi şiddet sahneleri bu kadar kör gözüm parmağına şeklinde değil de, daha üstü kapalı, daha ima ederek aktarılabilirdi. Hikaye akışında da bazı yerlerde kopukluklar var. Örneğin şarkıcılığının ilk yıllarında Müslüm kardeşi Ahmet'le birlikte yaşamaktayken, filmin ortalarında bir yerde Ahmet bir anda ortadan kayboluyor ve yaklaşık bir saat boyunca hiç görünmüyor. En sonda yapılan bir flashback'le üzücü gerçeği öğreniyoruz  öğrenmesine ama bu arada "Ahmet'e ne oldu" sorusu sürekli aklımızı kurcalayıp duruyor. Burada kurgu daha iyi yapılabilirdi.

Belli ki Timuçin Esen bu rol için çok iyi hazırlanmış ve çok emek vermiş. Müslüm Baba rolünü bir elbise gibi üstüne geçirmiş; birçok sahnede aktör Timuçin gözümüzden kayboluyor, sanki gerçekten Müslüm Gürses'in gençliğini izliyoruz. Ben Muhterem Nur'u oynayan Zerrin Tekindor'un performansını da çok beğendim. Onun senaryoya dahil olması ile birlikte film sanki bir seviye üste çıkıyor. Filmde gözlerimi daha çok yaşartan anların, yukarıda bahsettiğim ajitatif bölümlerden ziyade, Tekindor'lu sahneler olduğunu da söylemeliyim. Müslüm'ün ergenlik dönemini oynayan ve hiçbir oyunculuk tecrübesi olmayan Şahin Kendirci ise belki de filmin asıl sürprizi.

Melodram dozu bazen biraz aşırıya kaçsa da, büyük bir özen ve maharetle çekildiği belli olan, çok iyi oyunculuklarla duygusunu seyirciye geçirmeyi başaran, efsanenin anısına yakışır bir yapım Müslüm. 

Benim Notum: 7,5 / 10 

1 Kasım 2018

96. Mandy

Gözlerden uzak bir ormanda, sakin bir yaşam süren bir çiftin hayatı, bir gece evlerine baskın düzenleyen bir hippi tarikatı tarafından alt üst ediliyor. Eşi Mandy vahşice öldürülen Red (Nicolas Cage) testereli, baltalı aşırı kanlı bir intikam yolculuğuna başlıyor. Üç başlık aşağıda "Sorry to Bother You" için yazdığım yazıda, "daha önce gördüğünüz hiçbir şeye benzemiyor" demiştim; erken konuşmuşum. Panos Cosmatos'un filmi ateşlendiğiniz bir gecede gördüğünüz rüyalara benziyor, hatta kabuslara demek belki daha doğru. Filmin ilk yarım saati boyunca "bu ne deli saçması" diyerek filme direndim biraz. O dakikalarda notum 4,5 filandı. Ama sonra, izlediklerimde mantık ve gerçeklik aramayı bırakıp, kendimi Cosmatos'un halüsinatif  dünyasına bıraktım, o kırmızı renklere ve rahmetli Jóhann Jóhannsson'un büyülü müziklerine teslim oldum. Ve tuhaf bir şekilde kendimi sonuna kadar filmi ilgiyle izlerken buldum. Artık kariyerinin sonlarına geldi dediğimiz Nicolas Cage, filmin grindhouse havasına çok uygun bir seçim olmuş. Bu "kafası iyi" film seyirciyi ikiye bölecek, kimi nefret edecek, kimi bir kült film mertebesine yükseltecek. Ben ortalarda bir yerdeyim. Yeni ve enteresan şeyler denemiş, dikkate değer bir film Mandy. Ama uyarımı da yapayım: herkese göre değil, ve kesinlikle 18+.

Benim Notum: 7 / 10