30 Eylül 2018

80. Won't You Be My Neighbor


Hay Allah, bir belgesel seyrederken bu kadar ağlayacağımı hiç düşünmezdim. Won't You Be My Neighbor, Amerika'da 1968'den 2003'e kadar tam 35 yıl boyunca televizyonda bir çocuk programının sunuculuğunu yapan Fred Rogers'ın hayatını ve daha önemlisi onun hayata bakışını anlatıyor. Filmi izlemeden önce yüksek puanlarını görüp "Amerika'da bu adamı izleyerek büyüyen nesillere bu film nostaljik duygular yaşattı herhalde, bizde etkisi aynı olmaz" diye düşünmüştüm. Ama hayır, bu çok evrensel mesajlar içeren, daha önce hayatında Fred Rogers'ı hiç görmemiş olanları da etkileyebilecek bir yapım.  

Fred Rogers'ı diğer programcılarından ayıran özelliği, çocuklara asla tepeden bakmaması. O her çocuğun özel olduğunu düşünüyor ve bu gerçeği konuştuğu çocuklara da hissettiriyor. "Çocuklar duygularını büyükler gibi ifade edemiyor olabilir, ama bu çocukların duyguları olmadığı anlamına gelmez" diyor ve ekliyor "bir çocuğun duyguları, en az yetişkinlerinki kadar önemlidir". Programlarında çocuklara hayatla ya da dünyadaki güncel olaylarla ilgili mesajlar verirken bunu vaaz verir gibi yapmıyor (vaaz demişken, kendisi de aslında bir rahip). Eline geçirdiği bir çorap kuklayı konuşturarak, bazen son derece ciddi konuları çocukların anlayacağı şekilde aktarabiliyor. Örneğin Kennedy suikastının olduğu gün, programında suikast kelimesinin anlamını anlatıyor. Başka programlarda bu kavramlara boşanma, savaş, ölüm gibi çocuklara anlatması zor konular da ekleniyor. 

Daha önce Twenty Feet from Stardom ile Oscar almış Morgan Neville'in yönettiği belgeselde, "aman Fred amca ne kadar iyi insandı" şeklinde yüzeysel bir yaklaşım yok. Film ilerledikçe Fred Rogers'ın karakterinin derinliklerine de iniyoruz. Onun da hepimiz gibi zayıflıkları, başarısızlıkları (örneğin 70'lerde yetişkinler için yaptığı programlar fiyaskoyla sonuçlanıyor),  korkuları, endişeleri olduğunu görüyoruz. Ve öğreniyoruz ki o elinde tutup konuşturduğu çorap kukla (kaplan Daniel) aslında bizzat kendisidir.

Bu filme verdiğim çok yüksek puanı yadırgayanlar olacaktır. Kötülüğün, hoşgörüsüzlüğün, kabadayılığın giderek daha çok üstümüze kabus gibi çöktüğü bir dünyada bu tür ilham verici, gerçek yaşam hikayelerinin çok önemli bir misyon üstlendiğine ve seyredenleri aktif bir şekilde daha iyi bir insan olmaya yönlendirdiğine inanıyorum. Bu da az şey mi? İyiliğin, alçakgönüllülüğün ve sadeliğin zaferini izlemek inanın size iyi gelecek. 

Benim Notum: 8,5 / 10

27 Eylül 2018

79. The Predator

IMDB ve Rotten Tomatoes'daki düşük puanları görünce, The Predator'ı ilk gösterime girdiği hafta pas geçmiştim. Bu hafta sinemalarda başka izleyecek film olmayınca, ayaklarımı sürüyerek de olsa bir şans vereyim dedim. Bir kere en baştan şunu söyleyeyim, hiç de RT'deki %34'lük skoru hak edecek kadar kötü bir film değil bu yeni nesil Predator. Hatta filmin ilk üçte ikilik bölümünde epey eğlendim. Artık beklentileri düşük tutup gittiğimden midir bilmiyorum. Kendisi de 1987 yapımı orjinal Predator'da bizzat oyuncu olarak görev alan, son yıllarda ise Iron Man 3 ve The Nice Guys gibi kalburüstü yapımların yönetmeni olarak parlayan Shane Black, bu devam filminin içi boş, zeka seviyesi düşük bir aksiyon olmaması için elinden geleni yapmış. 107 dakikalık film 75'inci dakika civarlarına kadar merak uyandırıcı bir senaryo, çok iyi çekilmiş aksiyon sahneleri ve zeka pırıltısı taşıyan esprilerle devam ediyor (özellikle bir karakterin Predator için "Whoopi Goldberg'in uzaylı hali" demesine hala gülüyorum). Son üçte birlik dilimde ise Shane Black sanki "buraya kadar iyi getirdik de, bundan sonrasını nasıl bağlasak acaba" diye kafasını kaşıyor ve doğru düzgün bir çözüm de bulamıyor. Bir de bu maço askerlerden oluşan ekibin her ortamda bir espri yapma merakı bir süre sonra aşırıya kaçmaya başlıyor ve öyküyü basitleştiriyor.

Benim Notum: 6,5 / 10       

25 Eylül 2018

78. A Simple Favor

New York'un bir banliyö mahallesinde oğlunu tek başına büyüten "okul annesi" Stephanie (Anna Kendrick), çocuğu aynı okula giden ve bir moda şirketinde çalışan alımlı ve havalı Emily (Blake Lively) ile tanışıyor. İki kadın birbirlerinden çok farklı karakterlere ve hikayelere sahip olsalar da, zıt kutuplar birbirini çekiyor ve kısa sürede arkadaş oluyorlar. Bir gün Emily Stephanie'den "küçük bir rica"da bulunuyor ve oğlunu okuldan almasını istiyor. Çocuğu okuldan alıp kendi evine götüren Stephanie, Emily'nin gelmesini bekliyor. Ancak bir gün geçiyor, iki gün geçiyor, beş gün geçiyor, Emily gelmiyor. Stephanie ortadan kaybolan bu gizemli kadını aramaya karar veriyor. Araştırdıkça da Emily'nin geçmişi ile ilgili birçok sır ortaya çıkmaya başlıyor. "Bridesmaids" ile tanınan Paul Feig'in yönettiği A Simple Favor, Darcey Bell'in aynı adlı romanından uyarlanmış bir suç komedisi. Olay kurgusu hemen David Fincher'ın Gone Girl'ünü akla getirse de, bu hikaye Gone Girl kadar karanlık değil. Paul Feig, daha önceki tecrübelerinden gelen mizahi duygusunu bu polisiye hikayeye ustalıkla yerleştirmeyi becermiş. Bizim sinema yazarları filmi pek beğenmemiş, ama ben ilginç buldum. Sürprizlerle ilerleyen öyküsü ve özellikle de Anna Kendrick ve Blake Lively'nin perdeyi dolduran oyunları filmi tavsiye edilir kılmaya yeterli. 1960'ların Fransızca pop şarkılarıyla dolu soundtrack ise filmi benim gözümde daha da sempatik hale getirdi.

Benim Notum: 7 / 10

24 Eylül 2018

77. The Equalizer 2

Yaşlanıp köşesine çekilmiş eski CIA ajanı Robert McCall adalet dağıtmaya devam ediyor. Dört yıl önceki ilk filmde olduğu gibi yine yönetmen Antoine Fuqua ile Denzel Washington'ı bir araya getiren The Equalizer 2, ilk filmdekine benzer bir hikaye kurgusu ile ilerliyor. Denzel yine kötü adamlarla dolu bir odaya girip bol bol kemik kırıyor ve 30 saniyede hepsini haşat ediyor. Filmin, yakın bir arkadaşının bir cinayete kurban gitmesi ve McCall'un katilin kim olduğunu bulmaya çalışmasını içeren bir ana öyküsü var. Ancak bir de, "kimsesizlerin kimsesi" adalet dağıtıcımızın sıradan insanlara yardım ettiği birçok yan öykü ve yan karakter senaryoya eklenmiş. Bunun nedeni ana öykünün çok zayıf olması muhtemelen. Örneğin komşusu genç ressam Miles ile ilgili yan hikaye, klişelerle dolu ana öyküden çok daha ilginç bence. Ancak sonuçta bu olay ve karakter enflasyonu dikkat dağıtıcı bir işlev görüyor ve uzunca bir süre filmin nereye gittiği pek anlaşılamıyor. Ancak yine de filmi izlemeye değer kılan bir faktör varsa, o da hiç şüphesiz Denzel Washington. Usta aktör göründüğü her sahnede, söylediği her replikte dikkatleri üstüne çekmeyi başarıyor ve o olmasa vasatı aşamayacak bir filmi bir kademe üste taşımayı başarıyor.   

Benim Notum: 6,5 / 10

21 Eylül 2018

76. Beast

Birleşik Krallık'a bağlı Jersey adasında, otoriter bir anne ve Alzheimer hastası bir baba ile yaşayan 27 yaşındaki Moll, adada kaçak avcılık yapan ve biraz yabani görünümlü Pascal adlı bir gençle bir ilişki yaşamaya başlıyor. Adada genç kızları hedef alan seri cinayetler sonrasında tüm şüpheler bu uyumsuz ve üstelik de sabıkalı adam Pascal üzerine yoğunlaşıyor. Kendi geçmişinde de bazı şiddet içeren travmalar barındıran ve psikolojik problemleri olan Moll sevgilisini korumak için yalancı şahitlik yapıyor. Ve biz seyirciler de tüm film boyunca "acaba gerçek katil kim" sorusuyla başbaşa kalıyoruz. İlk uzun metraj filmini çeken İngiliz yönetmen Michael Pearce bizi bir polisiye gerilimin meraklı koridorlarında dolaştırırken, aslında detaya inildiğinde etkileyici bir karakter analizi sunuyor. Aynı zamanda senaryoyu da kaleme alan Pearce, filmin adının çağrıştırdığı gibi, insanoğlunun içindeki "canavar"ların izini sürerken, kurban sanılanın nasıl saldırgan (ya da tam tersi) olabileceğini gösteriyor. İyi bir kimya yakalamayı başaran İrlandalı aktris Jessie Buckley ve Güney Afrikalı aktör Johnny Flynn'e, anne rolünde usta İngiliz oyuncu Geraldine James eşlik ediyor.

Benim Notum: 7 / 10

17 Eylül 2018

75. Lean on Pete


Annesini yıllardır görmeyen ve alkolik babası ile birlikte yaşayan 15 yaşındaki Charley yaz aylarında boş zamanını değerlendirmek üzere, artık yaşlanmış ve çaptan düşmüş Lean on Pete adlı bir yarış atının bakıcılığını üstleniyor. Şimdi bu kısa girişi okuyunca bunun toz pembe hikayeli bir Disney filmi olduğunu, söz konusu yarış atının Charley ile birlikte zaferlere koşacağını filan düşünebilirsiniz. Ama bu asla öyle laylaylom bir film değil. Bu, 15 yaşında dünyada yapayalnız kalmanın nasıl bir şey olduğunu son derece cilasız, gerçekçi bir dille anlatan oldukça kasvetli ve ciddi bir film. 

Üç yıl önce Charlotte Rampling'i Oscar adaylığına taşıyan 45 Years'ın yönetmeni Andrew Haigh yine çok dokunaklı bir insan hikayesi anlatmış. Bu filmdeki performansıyla son Venedik Film Festivalinde Gelecek Vaad Eden Oyuncu Ödülünü alan Charlie Plummer (meşhur Christopher Plummer ile bir akrabalığı yok) kolayca melodrama kayabilecek bir rolde unutulmaz bir oyunculuk sergilemiş. Filmin neredeyse her karesinde görünen genç aktörün nüanslı performansı öylesine inandırıcı ki, bir süre sonra Charley karakterini çok iyi tanıdığımızı düşünüyoruz; herhangi bir monolog ya da dış ses olmadan da Charley'nin bazı şeyleri neden yaptığını anlayabiliyoruz. Ülkemizde ne yazık ki gösterime girmeyen bu etkileyici Andrew Haigh filmi, senenin gizli mücevherlerinden.

Benim Notum: 8 / 10   


15 Eylül 2018

74. The Meg

Bundan tam 43 yıl önce çekilen ve yine bir dev köpekbalığını anlatan bir filmin bu filmden çok daha heyecanlı, çok daha gerilimli ve çok daha ilginç olduğunu söylememe bilmem gerek var mı? Steven Spielberg klasiği Jaws'dan bahsediyorum elbette. Demek ki herşey teknolojiyle, bütçeyle olmuyor. Biraz yaratıcılık, birazcık kıvrak zeka gerekiyor. Kariyeri "eh işte" dedirtecek filmlerle dolu Jon Turteltaub (National Treasure, Phenomenon, RocketMan) bu yaratıcılık tılsımından yoksun bir yönetmen ne yazık ki. The Meg kendini ciddiye almayan bir film olsa ve son yıllarda moda olan Sharknado tarzı absürdlüğün dibine vuran köpekbalığı filmlerine benzese yine hoş göreceğim; ama kendini ciddiye alıyor. Bir araştırma ekibinin dünyanın en derin çukuru olan Mariana Çukuru'nda araştırma yaparken Megalodon denilen ve nesli tükendi sanılan dinozorlar çağına ait dev bir köpekbalığı ile karşılaşmalarını anlatan hikaye bu tür aksiyon filmlerinin tüm klişelerini ardı ardına sıralıyor. Araştırma ekibinde geveze zenci, gözlüklü şişman bilim adamı, ukala zengin yatırımcı gibi bütün klişe karakterler mevcut. Kadrodaki en iyi oyuncunun 8 yaşındaki küçük Çinli oyuncu Shuya Sophia Cai olması ise filmdeki oyunculuk performansı hakkında bir fikir verecektir. 

Benim Notum: 5 / 10

12 Eylül 2018

73. Alpha

Tarih öncesi çağlarda geçen bir insan-hayvan dostluğu hikayesi. Bir bizon avı sırasında kaza geçirip kabilesinden ayrı düşen genç Keda, evinin yolunu bulmaya çalışırken bir yandan da yolda karşılaştığı bir yaralı kurtu iyileştirip onu sahipleniyor. Filmin afişindeki iddiaya göre, hikaye insanoğlunun tarihte evcil hayvan edinmesinin başlangıcını anlatıyormuş. Üç sene önce izlediğimiz Leonardo DiCaprio'lu The Revenant'ın çok daha yumuşatılmış hali diyebileceğimiz bu hayatta kalma mücadelesi bir televizyon filminin kalıplarını takip ediyor. Görsel anlamda tatmin edici olsa da, o geniş ekran kadrajları özellikle IMAX perdesinde nefes kesici dursa da, filmin sunduğu hikaye son derece tahmin edilebilir ve yavan. Belki çocuklara ilginç gelebilir. Bir vahşi kurtun hemen iki haftada evcilleşebileceğini düşünenlere ise 2011 yapımı Liam Neeson'ın oynadığı The Grey'e bir göz atmalarını tavsiye ederim.

Benim Notum: 5,5 / 10

8 Eylül 2018

72. A Prayer Before Dawn

Tayland'da uyuşturucu satıcılığından yakalanan ve ülkenin en berbat hapishanelerinden birine atılan bir İngiliz boksörün gerçek hikayesi. Bir zamanlar benzer bir konuyla bizim gündemimizi epey meşgul eden meşhur Midnight Express filminin Tayland versiyonu diyebileceğimiz hikayede, insanların tıkış tıkış koğuşlara doldurulduğu, tecavüzden cinayete, uyuşturucudan işkenceye her türlü rezilliğin yaşandığı bir kabus ortamını tanıyoruz önce. Bu bölümlerde Tayca diyaloglar özellikle çevrilmemiş; böylece biz de İngiliz gencin "yabancılığını" daha iyi hissediyor, onunla birlikte etrafta ne olup bittiğini anlamaya çalışıyoruz. Fransız yönetmen Jean-Stéphane Sauvaire'in sürekli ana karakterin yanıbaşında dolaşan el kamerası sayesinde, bu korkunç cehennemi sanki oradaymış gibi yaşıyoruz. Bu kabusla önceleri baş edemeyen ve intiharın eşiğinden dönen Billy Moore, çıkış yolunu boksta buluyor. Ama sakın bunun bir Rocky masalı ya da bir Prison Break macerası olduğunu düşünmeyin. Öyle yavaş çekim dövüş sahneleri, stilize bir aksiyon filan yok bu hikayede. Alabildiğine gerçekçi ve sert bir film A Prayer Before Dawn. İzlerken pek keyif alacağınızı söyleyemem ama aklınıza yerleşeceği kesin. Gerçekçi demişken film gerçekten Tayland'daki bir hapishanede ve gerçek eski mahkumlarla çekilmiş. Tabii Tayland'daki yetkililer bu filmin çekilmesine nasıl izin vermişler, şaşırmadım da değil. Bu filmi izledikten sonra bırakın Tayland'a turist olarak gitmeyi, üzerinden uçakla bile geçmeyi düşünmem çünkü.

Benim Notum: 7 / 10