29 Mart 2017

Beauty and the Beast


Disney stüdyoları geçmişteki başarılı animasyonlarını bu kez gerçek oyuncularla yeniden çekerek gösterime sunmaya devam ediyor. Cinderella ve Jungle Book'tan sonra, şimdi de belki de en başarılı animasyonları Beauty and the Beast'in canlı kanlı versiyonu karşımızda. 1991 yılında çekilen ilk Beauty and the Beast, en iyi film dalında Oscar'a aday olan ilk animasyon olarak tarihe geçmişti. Üstelik de o yıllarda en iyi film kategorisinde sadece beş film aday gösteriliyordu. Sonradan bu sayıyı ona çıkardılar. Bu arada hazır 90'lara dönmüşken Güzel ve Çirkin'in bir de televizyon dizisi vardı, hani Linda Hamilton oynuyordu, onu hatırlayan var mı? Vincent'ı sevenler el kaldırsın!..

Yeni Beauty and the Beast 1991 yapımı filmin hikaye örgüsünü neredeyse tıpa tıp takip ediyor. Sadece bazı karakterlerin geçmişleri ile ilgili bazı yeni detaylar eklenmiş. Örneğin Belle'in annesi ile ilgili daha önce hiçbir şey bilmiyorduk, bu filmde onun hüzünlü hikayesini öğreniyor ve babasının Belle'i neden bu kadar koruduğunu daha iyi anlıyoruz. Şarkılar da ilk filmle aynı, ama bundan hiçbir şikayetimiz yok. Çünkü Alan Menken imzalı "Be Our Guest", "Belle", "Gaston" ve tabii ki "Beauty and the Beast" gençlik yıllarımızdan hafızamızın köşesine yer etmiş çok güzel besteler. Bu şarkıların perdede kalabalık kadrolarla bir Broadway müzikali tarzında sergilendiği gösterişli sahneler, bana yine bu sene La La Land'i izlerken aldığım lezzetleri hatırlattı. Müzikal sevmeyenleri baştan uyarmak lazım, çünkü Beauty and the Beast her şeyden önce bir müzikal. Filmin yönetmen koltuğunun Chicago ve Dreamgirls gibi başarılı müzikallerin yaratıcısı Bill Condon'a emanet edilmesi bu bakımdan isabetli bir seçim olmuş.

Yıllardır Harry Potter'ın arkadaşı Hermoine olarak tanıdığımız Emma Watson, duru güzelliği ve eğitimli görünümüyle Belle rolünde sırıtmıyor. Canavarda, şu sıralar Legion dizisindeki David olarak tanıdığımız Dan Stevens ise özellikle şarkılardaki performansıyla şaşırtıyor. Yalnız sanki adamın canavar hali daha yakışıklı gibi, insana dönüştüğü an birden bütün karizması gidiyor.

Yeni ve taze bir yaklaşım içermeyen Beauty and the Beast 26 yıl önceki animasyonun üstüne çok fazla bir şey eklemiyor. Ama gösterişli müzikal sahneleri ve yüksek prodüksiyon kalitesiyle kendini affettiriyor. Sondaki balo sahnesinde o çok sevdiğimiz şarkının ilk notaları "tale as old as time" diye girdiğinde zaten bulutların üstüne çıkmamamız imkansız. Amerika'da sadece iki hafta sonunda 320 milyon dolar gişe rakamına ulaşan Beauty and the Beast, bu gidişle gişe hasılatı bakımından tüm zamanların en başarılı filmlerinden biri olacak gibi görünüyor. Anlaşılan bu klasik masal yeni nesillere de ulaşmış.

Bu yorumun YouTube videosu

FRAGMAN

Beauty and the Beast (2017) on IMDb

Benim Notum: 7,5 / 10




21 Mart 2017

Kong: Skull Island

Yeni King Kong hikayemiz Kong Skull Island, 1973 yılında Pasifik'in ortasında daha önce keşfedilmemiş bir adada geçiyor. Bir grup araştırmacı bu esrarengiz adadaki canlıları araştırmaya gidiyorlar, Vietnam'dan henüz dönen bir askeri birlik de güvenliği sağlamak amacıyla onlara eşlik ediyor. Kong: Skull Island, Legendary film şirketinin MonsterVerse yani "canavarlar evreni" adını verdiği bir serinin ikinci filmi. Bu seri 2014 yılında Godzilla ile başlamıştı. 2019'da yeni bir Godzilla filmi gelecek. 2020'de ise kaçınılmaz final "Kong Godzilla'ya Karşı" perdelerimizi şenlendirecek.

Son yıllardaki diğer bazı canavar filmlerinin -örneğin Godzilla'nın- aksine, bu filmde King Kong ortaya çıkma konusunda utangaç davranmıyor. Daha filmin henüz yirminci dakikasında King Kong'u bütün ihtişamıyla perdede tepeden aşağıya görebiliyoruz. Özellikle helikopter birliğinin Kong'la ilk karşılaştıkları sahne çok etkileyici çekilmiş. Yalnız bu çarpıcı girişten sonra Kong bir süre ortalardan kayboluyor, adadaki envai çeşit dinozor benzeri canavarlar, iri yırtıcı kuşlar ve dev ahtapotlarla film bir tür Jurassic Park'a dönüşüyor.

Kong Skull Island teknik açıdan özenli ve sağlam bir iş. Görsel efektler çok başarılı. King Kong'un dev canavarlarla kapışmalarını izlemek heyecan verici. Özellikle ilk yarıda filmin Vietnam temasını destekleyen 70'lerin klasik rock parçalarını dinlemek de keyifli. Ama onun dışında, filmde çok da dişe dokunur bir şey yok. Karakterlerin tamamı kartondan karakterler. Thor'daki Loki olarak tanıdığımız ve aslında iyi bir aktör olan Tom Hiddlestone son derece tek boyutlu bir rolde yeteneğini heba ediyor. Yine geçen sene en iyi kadın oyuncu dalında Oscar almış Brie Larson film boyunca aynı endişeli yüz ifadesi ile dolaşarak filmi tamamlıyor.  Samuel L. Jackson deseniz sanki bizzat Samuel L. Jackson'ın bir karikatürü gibi. Ana ve yan rollerdeki birçok yetenekli isim Kong ya da adadaki diğer canavarlar tarafından yenmek üzere sırasını bekliyor gibiler.

Kong: Skull Island, çok şey beklenmeden patlamış mısır eşliğinde keyifle izlenebilecek bir film. Lunaparkta geçirilecek bir iki saat misali, bir tür kaçış fırsatı. Ama izledikten 48 saat sonra da aklınızda pek bir şey kalmıyor.

Bu yorumun YouTube videosu

FRAGMAN

Kong: Skull Island (2017) on IMDb

Benim Notum: 6,5 / 10

14 Mart 2017

Logan


Hugh Jackman ilk kez tam 17 yıl önce ilk X-Men filminde Wolverine olarak karşımıza çıkmıştı. Bu 17 yıl içinde, arada iki tane de solo Wolverine macerası olmak üzere birçok defa bu pençeli adamı izledik. Ama 17 yıldır beklediğimiz Wolverine filmi işte buydu.    

Logan'da kahramanımızı daha önceki Wolverine maceralarından çok daha farklı bir durumda buluyoruz. Hasta vücudu giderek çöküyor, yaraları eskiden olduğu gibi hemen iyileşmiyor. Bir limuzin şoförü olarak geçimini sağlamaya çalışırken, bir yandan da 90 yaşına gelmiş ve bir beyin hastalığı ile mücadele eden Charles Xavier'a yani Profesör X'e bakıcılık yapıyor. Bu ikilinin hayatlarına 11 yaşında bir kız Laura dahil olunca, film bir kaçış ve yol hikayesine dönüşüyor. Pek çok bakımdan bu bir süper kahraman filminden ziyade, yaşlılığın zorluklarını geçmiş günahların vicdan azabı ile birlikte anlatan bir bağımsız film kalıplarını takip ediyor. Logan ağırbaşlı ve karanlık bir dram. Ama öyle ya da böyle bu karakterler birer X-Men ve bazı süper güçleri var. Bela onları bulduğu zaman da elbette bu güçleri kullanmak zorunda kalıyorlar. 

Diğer X-Men filmlerinde ortalıkta çok fazla karakter olduğu için ağırlık  daha çok olay örgüsüne veriliyordu. Karakterler de iki boyutlu olarak kalıyordu. Burada ise karakter gelişimine gereken önem veriliyor. Logan'ın yanısıra profesör Xavier'ı da daha önce hiç tanımadığımız kadar iyi tanıyoruz. Bu ikilinin arasındaki kimya da çok iyi. Ama şüphesiz filmin en büyük sürprizi küçük kız Laura ya da diğer adıyla X23. İlk bakışta Stranger Things'den Eleven'ı hatırlatan bu mutant, daha sonraki öfke patlamalarıyla Eleven'dan çok daha ölümcül bir aksiyon kahramanı olarak zihnimize kazınıyor. 

Wolverine hayranları bir bakıma Deadpool'a bir teşekkür borçlu. Çünkü diğer bütün Marvel filmleri gişeyi de düşünerek 13 yaş sınırı ile çekilirken, geçen sene Deadpool bir risk almış ve R-rated yani 17 yaş sınırıyla gösterime girmişti. Deadpool'un büyük başarısından sonra yapımcı stüdyo Fox Logan'ı da 17 yaş sınırıyla çekme kararı aldı. Yetişkinlere yönelik olmanın getirdiği bu ekstra hareket alanını Deadpool daha cesur bir komedi için kullanırken, Logan daha gerçekçi ve daha şiddetli bir aksiyon için kullanmış. Evet Logan'da oldukça kanlı sahneler mevcut, kopan kolların bacakların ve hatta kafaların haddi hesabı yok. Ama bunlar sırf vahşet olsun diye çekilmiş sahneler değil, hikayenin gerektirdiği bir şiddet. Sonuçta yumruklarından uzun keskin bıçaklar çıkan bir adam bir kalabalığa daldığında ne olmasını bekliyorsak o oluyor.   

Logan ilginç bir şeyi de başarıyor. Diğer X-Men filmlerinden çok farklı olmasına rağmen, film boyunca yapılan göndermelerle X-Men markasının itibarını da arttırıyor. Filmden çıktıktan sonra diğer X-Men filmlerini yeniden izlemek bu karakterlerin geçmişlerini daha iyi öğrenmek istiyorsunuz. Bu da az şey değil. 

Şunu peşin peşin söyleyebilirim, Logan şimdiye kadar çekilen en iyi X-Men filmi. Ve bunu diğer çizgi roman uyarlamalarından çok farklı olmasına borçlu. Bu süper kahraman filmlerini sevmeyenler için çekilmiş bir süper kahraman filmi. 

Bu yorumun YouTube videosu


Logan (2017) on IMDb


Benim Notum: 8,5 / 10






9 Mart 2017

John Wick 2


Üç sene önce Chad Stahelski'nin ilk yönetmenlik denemesi olarak gösterime giren John Wick aksiyon sahnelerindeki başarısıyla herkesi şaşırtmıştı. İkinci bölüm ilk filmden alıştığımız herşeyi bize tekrar sunuyor, volume düğmesini biraz daha açarak. John Wick 2, siyah beyaz Buster Keaton filmlerinden karelerle açılıyor. Buster Keaton 1920'lerde sinema dünyasında dublörlük mesleğinin öncüsü olmuş bir aktör. Kendisi de dublörlükten gelen yönetmen Stahelski burada dublörlüğün atası denilebilecek bir isme saygı duruşunu ihmal etmiyor. Sonrasında da iki saat boyunca minimum özel efekt içeren yakın dövüş ve çatışma sahneleriyle günümüzün dublörleri sahne alıyorlar.

Eğer aksiyon filmlerinde son senelerde moda olan titrek kamera hareketlerinden usandıysanız, eğer perdede bir aksiyon sahnesinin başını sonunu doğru düzgün izleyebilmek istiyorsanız, John Wick tam size göre. Yakın dövüş sahnelerinin hemen hemen tamamında kendisi oynayan Keanu Reeves fiziksel olarak çok zorlayıcı bir rolde filmi baştan sona alıp götürüyor. Her biri farklı bir koreografiye sahip dövüş ve silahlı çatışma sahnelerini izlerken onunla birlikte siz de yoruluyorsunuz. Bu stilize ve yoğun aksiyon 2012 yılından benim çok beğendiğim The Raid filmini anımsatıyor.

İlk filmde John Wick çok sevdiği eşinden son hatıra kalan köpeği öldürdükleri için Rus mafyasını teker teker temizliyordu, yani ortada basit bir intikam öyküsü vardı. Burada ise senaryo yazarları Wick'in yeniden sahaya dönmesi için bir gerekçe bulmaya çalışmışlar ama o gerekçe ilk filmdeki kadar inandırıcı değil.

Film kendi içinde kuralları olan fantastik bir yeraltı dünyası tasvir ediyor. Suç ağının "kurumsal" yüzü denilebilecek bu teşkilatın dinamikleri, hiyerarşisi, jargonu, yani kısaca mitolojisi gerçekten çok ilginç. Bir tür arındırılmış bölge olan Continental Oteli, kendi özel altın paraları, hizmet mühürleri, yüksek şura gibi ritüeller gerçekten etkileyici. Yalnız sonlara doğru bu suikastçiler dünyasındaki kişi sayısı biraz abartılıyor, Keanu neredeyse New York'ta sokaktaki herkesle çatışmak zorunda kalıyor, bu da işin ciddiyetini biraz zedeliyor. 

John Wick Chapter 2'yi sevebilmek için bazı şeyleri baştan kabullenmeniz gerekiyor: Birincisi, film aşırı derecede şiddet içeriyor. Keanu Reeves film boyunca tamı tamına 128 kişiyi gayet kanlı bir şekilde öldürüyor. Ayrıca Interstellar tarzı bir senaryo da beklemeyin. Ama filmin kendine özgü çizgi roman stili diyebileceğimiz bir evreni var. John Wick 2 aksiyon vaad ediyor, hem de saf aksiyon. Ve bazı kusurları olsa da bu vaadini yerine getiriyor. Perdede şiddet sahneleri görmekten hoşlanmayanları uyaralım, adrenalin severleri ise ön sıralara alalım.

Bu yorumun YouTube videosu


John Wick: Chapter 2 (2017) on IMDb

Benim Notum: 7,5 / 10


8 Mart 2017

Split

Split'in yönetmeni M.Night Shyamalan'ın kendi hikayesi de bir filme konu olabilecek kadar ilginç. 1999 yılında en iyi film ve en iyi yönetmen dahil altı dalda Oscar'a aday olan Altıncı His gibi bir başyapıtı bizlere sunan Shyamalan, bu başarısını Unbreakable, Signs ve The Village ile sürdürmüş, ama 2006'daki Lady in the Water ile düşüşe geçmeye başlamıştı. Sonrasında gelen The Happening ve The Last Airbender gibi felaketler ise sinema dünyasında onun için "artık bu adam bitti" denmesine yol açmıştı. Son yıllarda hiçbir büyük stüdyo artık onu filmlerinde yönetmen olarak görmek istemediğinden, Shyamalan 2015'te oldukça küçük bir bütçeyle ve tanınmamış oyuncularla çektiği The Visit'in tüm masraflarını kendi cebinden karşıladı. Yokluklar içinde çekilen The Visit bir anlamda Hint asıllı yönetmenin "yeşil sahalara geri dönüşünün" bir müjdecisi gibiydi. İyi bir sinemacının eski formuna kavuşmasının işaretleri Split'te de devam ediyor.

Shyamalan'ın iyi bildiği sular olan psikolojik gerilim türüne geri döndüğü filmde James McAvoy, kafasının içinde tam 23 farklı kişiliği barındıran bir çoklu kişilik bozukluğu hastasını canlandırıyor. Bu kimliklerden biri üç genç kızı kaçırıp bir bodruma kapatıyor. Bir yandan kızlar kaçmak için çeşitli planlar yaparken, bu arızalı adamın kızları henüz ortaya çıkmamış esrarengiz bir 24. kimlik için hazırladığını öğreniyoruz.

Filmin şüphesiz en büyük artısı James McAvoy'un oyunculuğu. Kendini bu role iyice adamış görünen bu İskoçyalı aktör belki de kariyerinin en çarpıcı performansını ortaya koyuyor. McAvoy gerek konuşması gerek mimikleriyle farklı kimlikler arasındaki geçişleri o kadar başarıyla yapıyor ki, izlediğinizin gerçekten ayrı bir kişi olduğuna inanıyorsunuz. Bunu ne kadar etkili yaptığını şöyle bir örnekle anlatayım: bu çoklu kişiliklerden biri Hedwig adında 9 yaşında bir çocuk ve bu çocuk bir ara kızlara yardım etmeye çalışıyor. Filmi izlerken kendimi öyle kaptırmışım ki, ya şimdi arkadan kötü adam gelirse diye gerildiğimi hatırlıyorum. Halbuki kötü adam farklı bir yerde değil, o da Hedwig'le aynı bedenin içinde. Ama McAvoy bizi öylesine inandırıyor ki, onların sanki ayrı ayrı insanlar olduklarını düşünüyoruz. Bu film 2016 yılında gösterime girseydi, şu anda James McAvoy'un adaylıklarını konuşuyor olurduk. Bir yıl sonra ödül sezonuna bu performans akılda kalır mı, emin değilim. Kaçırılan kızlardan Casey rolündeki, geçen sene The Witch'te izlediğimiz, Anya Taylor-Joy da çok iyi. Ama maalesef aynı övgüleri diğer oyuncular için söylemek mümkün değil. Özellikle diğer iki kızı canlandıran genç oyuncular abartılı performansları ile sanki başka bir filmde oynuyor gibiler.

Shyamalan hikayelerini ağır ağır geliştirmeyi, film boyunca izleyici için oraya buraya çeşitli ipuçları serpiştirmeyi seven bir yönetmen. Sabırsız izleyiciler için tempo yavaş gelebilir, ama sabredip o ipuçlarını toparlarsanız, filmin sonunda bazı karakterlerin neden belli bir şekilde davrandıklarını daha iyi anlıyorsunuz. Alfred Hitchcock'a hayranlığını hep dile getiren Shyamalan, kapalı bir alanda ve dar bir mekanda usta işi kamera hareketleri ile Hitchcockvari bir gerilim yaratmayı başarıyor. Bu artılarına rağmen filmin finali pek tatmin edici değil. Doğaüstü motifler öykünün genel yapısına uymuyor. Filmin devamını getirme ve konuyu başka bir Shyamalan filmine bağlama çabasını ise biraz zorlama buldum.  

Split Amerika Box Office listesinde üç hafta üst üste 1 numarada kalmayı başardı ve şu ana kadar da 140 milyon dolarlık bir gişe hasılatı elde etti. Başta anlattığım sıkıntıları yaşamış olan M.Night Shyamalan'ı yeniden bir numarada görmek güzel ama Split'in bir Altıncı His ya da bir Unbreakable olmadığını da söylemek lazım. Yine de bu yetenekli yönetmenin üstünü çizmemiş benim gibi takipçileri için, ileriye dönük olarak umutlarımızı yeşerten bir film.

Bu yorumun YouTube videosu

FRAGMAN

Split (2016) on IMDb

Benim Notum: 7 / 10

 

2 Mart 2017

Hidden Figures


Hidden Figures 1960'ların başlarında NASA'da matematikçi olarak çalışan üç zenci kadının gerçek hikayesini anlatıyor. Katherine, Dorothy ve Mary bir yandan uzaya insan gönderme yarışında karmaşık problemlere çözümler geliştirirken bir yandan da işyerindeki ırkçı uygulamalarla baş etmek zorunda kalıyorlar. Örneğin NASA binasının içinde beyazların kullandığı tuvaletlere giremiyorlar, her molada kampüsün diğer ucundaki, zencilere ayrılmış tuvalete koşturmaları gerekiyor. Ya da ofiste beyazların içtiği kahveden içemiyorlar. Bu arada o dönemde hesaplama işini yapan kadın çalışanlara computer denmesi de tarihten ilginç bir detay. Sinemadan çıktığımızda eşimle birbirimize aynı şeyi söyledik: Böylesine keskin bir ırkçılığın Amerika'da sadece 50 küsur yıl önce yaşanmış olmasına insan inanamıyor, bu tür saçmalıkların ta 1800'lerde kalmış olmasını gerektiğini düşünüyor, ama mesela bu ayrımcılığa maruz kalanlar şu an hala hayatta. 

En İyi Film dahil üç dalda Oscar'a aday olan Hidden Figures İngilizce'de "feel-good movie" denilen türden insanı iyi hissettiren bir film. Başroldeki 3 kadını canlandıran Taraji P. Henson, Octavia Spencer, Janelle Monáe'nin başarılı performansları sayesinde, o karakterleri önemsiyor ve onların mutlu olmalarını istiyoruz. Kariyerinde inişler çıkışlar yaşayan ama son dönemde üstlendiği yardımcı rollerde belli bir olgunluğa erişen Kevin Costner da NASA direktörü Al Harrison olarak gayet başarılı. Filmin isminde de güzel bir kelime oyunu var. Hidden Figures ifadesi birebir Türkçe çevirisi Gizli Sayılar ile NASA'daki hesaplamalarda kullanılan formülleri tanımlarken, aynı zamanda "gizli şahıslar" olarak çevrilebilecek anlamıyla, uzay çalışmalarındaki gizli kahramanları yani siyahi kadınları tasvir ediyor.  

Popüler sinema şablonunu kullanan filmin sırtını Hollywood klişelerine biraz fazla yasladığı ya da yumuşak tonuyla biraz tarih derslerinde lise öğrencilerine gösterilen filmlere benzediği söylenebilir. Ama bunda da bir sakınca yok. Çünkü Hidden Figures merak uyandıran hikayesi ve başarılı oyuncularıyla baştan sona ilgiyle izleniyor ve filmden mutlu bir şekilde çıkmanızı sağlıyor. Hidden Figures yetenek ve kararlılığın haksızlığa karşı galip gelmesini anlatan, biraz Hollywood soslu olsa da güzel mesajlar içeren, ailenizle birlikte çoluk çombalak izleyebileceğiniz seyre değer bir film. Öğrenciyken matematiği çok seven biri olarak, filmdeki matematiğe yapılan övgüleri pek beğendiğimi de ekleyeyim. 

Bu yorumun YouTube videosu


Hidden Figures (2016) on IMDb

Benim Notum: 7,5 / 10