27 Mart 2012

The Hunger Games

İyi çekilmiş, iyi oynanmış bir film. Özellikle başroldeki Jennifer Lawrence'ın seyirciyi hemen kendine bağlayan samimi ve kahramanlık taslamayan performansı övgüye değer. Ama benim The Hunger Games ile ilgili temel problemim konunun bana feci derecede tanıdık gelmesi. Fazla film izlemenin getirdiği bir defekt herhalde bu... Bir kere gelecekte geçen, insanların birbirini avladığı vahşi televizyon şovu konseptini yıllar önce, Arnold Schwarzenegger'in yeni yeni parlamaya başladığı dönemlerde The Running Man'de aynen izlememiş miydik? "Ama onda gençler yoktu" derseniz, ben de bu kez bizde pek bilinmeyen Japon filmi Battle Royale'i söylerim. Lütfen şuradan Battle Royale'in IMDb'deki sayfasına girip başlığın hemen altındaki film konusunu okur musunuz? Suzanne Collins kusura bakmasın ama The Hunger Games'in konusu resmen Battle Royale'den "apartılmış". Hayatta kalmak için birbirini doğrayan gençler fikri yeni nesillere ilginç gelmiş olabilir, ama "ben bu filmi bir yerde görmüştüm"   (6,5)

26 Mart 2012

The Grey

Alaska'nın karlı dağlarına düşen bir uçaktan sağ kurtulan yedi kazazede, bu kez çevrelerini saran vahşi kurtlarla bir ölüm-kalım mücadelesine giriyorlar. 2000'li yılların başlarında neredeyse unutulmaya yüz tutmuşken, Taken (2008) sayesinde "altmış yaşında bir aksiyon figürü" olarak küllerinden yeniden doğan Liam Neeson, müthiş karizmasıyla yine perdeyi dolduruyor. Ancak Liam Neeson ismini görünce nefes nefese bir macera bekleyenler hayal kırıklığına uğrayabilirler. Çünkü The Grey kurtlarla kapışma sahnelerinden ziyade, kurtların yarattığı ölüm tehlikesi karşısında insanların nasıl davrandığına odaklanıyor. Senaryo özellikle ikinci yarıda içe dönüş,  inanç, ölümü kabul etme gibi felsefi konulara epey bir dalıyor. Filmin bu haliyle alışveriş merkezi kalabalıkları için "fazla sanatsal" olduğu bile söylenebilir. The A-Team gibi popcorn sineması örnekleri çeken yönetmen Joe Carnahan'dan beklenmeyecek derecede olgun bir film. (7)

21 Mart 2012

SüperTürk

İtiraf ediyorum: bu filmden burada bahsetmekten ve bu filmi izlemiş olduğumun duyulmasından bile büyük hicap duyuyorum. "Hafta sonu aile saadeti" programımız dahilinde, kısıtlı seçenekler arasında (diğer filmler 13+ idi), oğlumun gönlü olsun diye katlandığım, sonrasında da belleğimden sonsuza dek silmek istediğim bir filmdi. Ama sonra düşündüm: "sinemada gördüğün en kötü film hangisiydi?" sorusunun net bir cevabı var artık. Şimdiye kadar hiç vermediğim 10 üzerinden 1 notunu da hiç çekinmeden yapıştırabilirim bu kepazeliğe. Tarihe not düşmek açısından blogda yer vermeye değer. Ayrıca belki bu yazının başkalarına bir faydası olur. Hasbelkader bu filme gitme planı yapan aileler varsa, belki burayı görüp yeniden düşünürler. Kötü, kötü, çok kötü!... (1)  

19 Mart 2012

The Woman in Black

"Bana artık Harry Potter demeyin" diyen Daniel Radcliffe, 10 yıldır tüm mesaisini kaplayan küçük büyücüden oldukça farklı bir karakterle sinemaya dönüyor. Her ne kadar epey boy atmış, gürbüzleşmiş ve kirli sakal bırakmış olsa da, canlandırdığı 4 yaşında çocuk babası Londralı avukat olarak pek de inandırıcı durmuyor perdede... Neyse ki, bu filmde çok fazla çaba harcaması gerekmiyor. Filmin baş rolünde aslında Radcliffe değil, bir perili köşk var çünkü.

The Woman in Black tam anlamıyla eski usul bir korku filmi. Klasik bir hayalet hikayesinde olması gereken tüm unsurlar bizi hazır bekliyor: izole bir yerde gotik bir köşk, gıcırdayan kapılar, merdivenler, bir mezarlık, tuhaf bir köy ve evet, ne yazık ki ölmüş çocuklar... Yönetmen James Watkins, şiddet öğelerine ve kanlı sahnelere başvurmadan, başarılı bir set tasarımı ve tedirgin eden seslerle gergin bir atmosfer yaratmayı başarmış. Klişelere biraz fazla yaslanmış olsa da, ve bir süre sonra hikaye kendini tekrar etmeye başlasa da, oldukça ürkünç bir film The Woman in Black. Yeni moda korku filmlerindeki gibi "aslında hayalet filan yok, adam şizofren, bunlar sadece onun halüsinasyonları" gibi bir çözümlemeye gitmekle de hiç uğraşmıyor film. Hayalet var ve niyeti hiç de iyi değil!..(7)

12 Mart 2012

The Girl with the Dragon Tattoo

Stieg Larsson'un çok satan romanından uyarlanan 2009 İsveç yapımı ilk film benim "yılın en iyi 10 filmi" listeme girmişti. O film ile ilgili yazarken demiştim ki "şimdi bunu Amerikalılar da çekiyor, ama tahminim Hollywood versiyonu biraz daha light olur". David Fincher imzalı bu yeni Ejderha Dövmeli Kız, beni iki konuda yanıltmayı başarıyor: Birincisi, bu film en az orjinali kadar sert ve rahatsız edici. (Fragmanlarında "the feel-bad movie of the year" denmesi boşuna değil). İkinci sürpriz ise Lisbeth Salander'i canlandıran Rooney Mara. İlk filmdeki İsveçli Noomi Rapace'ı izledikten sonra artık ondan başkası Lisbeth olamaz derken, Rooney Mara Oscar adaylığı da getiren bu performansıyla hem daha tuhaf hem de daha sevimli olmayı beceriyor. Kitaptakine daha yakın bir Lisbeth bu...

Öte yandan iki filmden birini seçmem gerekse, ben yine de İsveç yapımını bir adım öne alırım. Evet David Fincher'ın filmi belki daha profesyonel; çekimler, müzik kullanımı, vs. belki daha usta işi. Ama tüm bu profesyonel görünüm sanki ilk filmdeki o otantik gerçeklik duygusunu zedeliyor. Yine de, seriye yeni başlayanlar için yeterince iyi bir başlangıç noktası bu film. Sonuçta David Fincher (Seven, Fight Club, The Social Network) imzalı bir işten söz ediyoruz , kötü iş çıkmaz ondan. (7,5)   

2 Mart 2012

A Separation

Anadolu'da pek çok evde yaşanabilecek sıradan aile içi mesele gibi görünen bir konudan, baştan sona soluksuz izlenen bir film yaratmayı başarmış İranlı yönetmen Asghar Farhadi. Çünkü sınıf çatışması, dini baskılar, vicdan, söylenemeyenlerin ağırlığı gibi ülke farkı gözetmeksizin herkesi ilgilendirebilecek insani konuları müthiş oyunculuklar eşliğinde perdeye taşımış. Filmdeki karakterleri daha yakından tanıdıkça adalet duygusunun tek bir düzlemde olmadığını farkediyoruz. Nadir ve Simin'in hikayesinde kimse tam olarak haklı değil, ama kimse %100 suçlu da değil. Ve yönetmen kesinlikle taraf tutmuyor, seyircisine büyük bir alan açıp, düşünmemizi tartışmamızı istiyor.

Film günümüz İran'ı ile ilgili birçok önyargımızı sorgulamamızı da sağlıyor ve bize öcü gibi sunulan bir toplumun aslında ne kadar sempatik olabileceğini gösteriyor. Berlin Film Festivalinde hem en iyi film, hem en iyi erkek, hem de en iyi kadın oyuncu ödüllerini alarak bir ilki başaran, ödüller zincirine son olarak Altın Küre ve En İyi Yabancı Film Oscar'ını da ekleyen A Separation, aldığı tüm ödülleri sonuna kadar hak ediyor. Yılın henüz başı olmasına rağmen, en iyiler listeme kesin girecek bir başyapıt. (8,5)