30 Eylül 2010

78. Çok Filim Hareketler Bunlar

Türkiye'de ilk kez denenen ve "episodik film" denilen skeçlerden oluşan format çoğu izleyiciye tuhaf geldi. Filmi izleyenlerin yorumları genelde "böyle film mi olur" ifadesi etrafında toplanıyordu. Oysa açılışta zaten Eser durumu özetliyor: "Bildiğiniz işi yapacağız, kendi yazdığımız skeçleri oynayacağız. Ancak bu kez sinemanın olanaklarından faydalanacağız" diye... Ve gerçekten de sinemanın olanaklarından sonuna kadar faydalanıyorlar. Ben kötü bulmadım. Bazı skeçler gereğinden fazla uzasa da, yer yer çok başarılı bölümler de var: "300 Günübirlikçi", "Elalem Ne Der" ilk aklıma gelenler. Bir kere, filmin genelinde ekibin bu işi çok eğlenerek yaptığı hissediliyor ve o keyif izleyiciye de yansıyor. DVD'sini alıp, bir Cumartesi akşamı ailecek oturup izlemek için gayet uygun bir seçenek. "Çok güzel..." olmasa da "güzel hareketler bunlar". (7)

27 Eylül 2010

79. Bornova Bornova

Ben işte böyle filmleri çok seviyorum: küçük bir kadro, üstün oyunculuk performansları, gerilimi diyaloglarda yaşatan ve gerçek hayatın içinden çıkıp gelen çok iyi bir senaryo... Bir kere "Bornova Bornova" zaten maça 1-0 önde başlıyor, çünkü film şu anda bu satırları yazmakta olduğum şehirde ve öğrenciliğimin sokaklarında geçiyor. Antalya Altın Portakal Film Festivalinin ulusal bölümünde En İyi Film, Erkek Oyuncu ve Yardımcı Kadın Oyuncu ödüllerini toparlayan Bornova Bornova'da yönetmen İnan Temelkuran, iyi bir film yapmak için yüksek bir bütçeye, tanınmış oyunculara ya da parlak görsel efektlere ihtiyaç olmadığını, en önemli bileşenin "içtenlik" olduğunu bir kez daha gösteriyor. Filmdeki gerçeklik boyutunun karakterlerin konuşmalarına da yansıdığını ve diyalogların yoğun küfür içerdiğini hassas izleyicilere bir uyarı olarak belirtelim. (8,5)

24 Eylül 2010

80. Repo Men

Yakın bir gelecekte, canlı organ nakli yerine artık tüm organlar yapay olarak  imal edilebilmekte ve ihtiyacı olan hastalara satılabilmektedir. Yalnız işin kötü tarafı, organları satan The Union adlı bu şirket ödemeleri zamanında yapmayan müşterilerine paralı asker kılıklı "tahsildarlar" yollayıp, ürününü geri almaktadır. Adamımız Jude Law yapay kalbinin ödemelerini yapamayınca, avcı iken ava dönüşür. Filmin aksiyon sahneleri fena olmasa da, yukarıda özetlemeye çalıştığım senaryo insanın mantığını biraz zorluyor. Yani bu şirkete bir dur diyen, "kardeşim siz bu insanları nasıl canlı canlı kesip biçiyorsunuz" diyen çıkmaz mı? Kullanılan arabalar günümüzün modelleri olduğuna göre, hikaye günümüzden 3-4 yıl sonra geçiyor. Bu kadar kısa sürede toplum düzeni ve kanunlar bu kadar büyük ölçüde değişebilir mi? (6)

22 Eylül 2010

81. The Legend Is Born: Ip Man

Bu blogda daha önce bahsettiğim (bkz. aşağıda 110 numaralı yorum) Ip Man filmlerinin başarısı üzerine, efsanevi kung fu hocasının etinden sütünden daha fazla yararlanmak üzere çekilmiş yeni bir Ip Man hikayesi. Bu kez, ustanın gençlik yıllarına odaklanılıyor. Ancak ilk iki filmdeki Donnie Yen'in yerini alan genç başrol oyuncusunda, Yen'in o müthiş karizmasından eser yok. Ip Man'ın gerçek hayattaki oğlunun filmde kısa bir rolde görünmesi (afişte sağdaki yaşlı amca) ve Ip Man'a sağlam bir Wing Chun dersi vermesi ise filmin en ilginç bölümünü oluşturuyor. (6)

21 Eylül 2010

82. Diary of a Wimpy Kid

Öncelikle kitabı tavsiye ederek başlayalım: Eğer ilköğretim çağındaki çocuğunuza hangi kitabı alayım diye düşünüyorsanız üç kitaptan oluşan Jeff Kinney'nin Saftirik Greg'in Günlüğü serisi mükemmel seçeneklerdir. Ortaokula (ya da bizdeki sistemle 6.sınıfa) yeni adım atmış Greg'in hem okulda hem de evde yaşadıklarını müthiş bir gerçekçilik ve ince bir mizah duygusu ile anlatan bu seriyi oğlumla birlikte okurken çok eğlenmiştik. Filmin yapımcısı bizzat Jeff Kinney'nin kendisi olunca, kitabın ruhu başarılı bir şekilde filme de yansımış. (7,5)

16 Eylül 2010

83. The Chaser

Oldboy'u izlemiş ve beğenmiş olanlar parmak kaldırsın, diğer arkadaşları Hollywood salonumuza alalım. 2003 yılında bize Oldboy'u hediye eden Kore sinemasından yeni bir sarsıcı hikaye. Yine çok iyi bir gerilim, senaryoda yine hiç beklenmeyen sürprizler ve yine şok eden bir final. Ama en baştan uyarmak lazım: Kore sinemasına (ve genelde Asya sinemasına) aşina değilseniz ve perdede görmek istediğiniz -klişe de olsa- "happy ending"ler ise, bu film size göre değil. Eşim "ay içim karardı" diyerek kalktı filmin başından. Ben ise filmin kapanış jeneriği akarken, reklamdaki Behlül gibi "vay... vay... vay... vay" diyordum içimden. Seul'de yaşanan gerçek bir seri cinayet olayından beyazperdeye aktarılan Chaser, sağlam konusu, enfes oyunculukları ve usta işi yönetimi ile kült bir gerilim örneği. (8)

15 Eylül 2010

84. Salt

Salt üç J'nin karışımı olmuş: Biraz James Bond, biraz Jason Bourne (The Bourne Identity), biraz da Jack Bauer (24). Tabii en önemli fark, kahramanımız bu tür casus aksiyonlarında alışılageldiği üzere bir erkek değil. Aslında yapım aşamasında başrol önce Tom Cruise'a teklif edilmiş, daha sonra şartlar uyuşmayınca Angeline Jolie'ye dönülmüş. İyi ki de öyle olmuş: Filmin aslında oldukça demode olan öyküsüne (soğuk savaş hikayelerini hala ilginç bulan var mıdır) Angelina Jolie müthiş bir enerji katmış. Jolie, film boyunca atlıyor, zıplıyor, uçuyor ve sahnelerin çoğunda dublör kullanmıyor. Öyle ki filmin alternatif ismi "Run Angelina Run" da olabilirmiş. (7)

9 Eylül 2010

85. The Karate Kid


1984 yapımı Ralph Macchio'lu ve Bay Miyagi'li (rahmetli Pat Morita) orjinal Karate Kid, zamanında kendi çapında bir fenomen yaratmış ve dört filmlik bir seriye dönüşmüştü. 26 yıl sonra çekilen bu yeni Karate Kid aslında orjinal formülü bire-bir adım adım takip ediyor. Ve bunu şaşılacak şekilde başarıyla yapıyor. Filmin bence en büyük gücü küçük oyuncu Jaden Smith. Meşhur Will Smith'in oğlu Jaden son derece sempatik ve inandırıcı oyunu ile tüm filmi sırtlayıp götürmüş. Jackie Chan ise her zaman alıştığımız aşırı enerjik ve neşeli hali yerine, yaşlı tesisatçı / kung fu ustası Bay Han rolünde olgun ve sakin bir ton tutturmayı başarmış. 80 sonrasında doğmuş gençleri, ya da orjinal seriyi hiç görmemiş büyükleri Karate Kid'le tanıştırmak için çok iyi bir fırsat. (7,5)

2 Eylül 2010

86. Inception

Inception'ı izledikten sonra sinemadan çıkarken insan garip bir şekilde rüyada olup olmadığını sorgulamaya başlıyor. Öte yandan, filmler de karanlık bir salonda hep birlikte paylaştığımız rüyalar değil midir zaten? Sinemayı "sosyal" bir sanat/eğlence yapan da bu değil mi? Inception birden fazla kez izlenmeyi hak eden (hatta belki de gerektiren), üzerinde uzun uzun konuşulabilecek son derece ilginç bir film. İlk olarak Memento ile dikkatimizi çeken, The Dark Knight ile ise "has yönetmenlerim" arasına girmeyi başaran Christopher Nolan yine usta işi bir yapıtla karşımızda. Filmi özetlemek kolay değil: İnsanların rüyalarına girip zihinlerini okumayı ve orada gömülü fikirleri çalmayı beceren uluslararası hırsız Cobb ve ekibi son bir "iş" için bir araya geliyorlar. Bu kez amaçları bir fikri çalmak değil, başkasının zihnine bir fikri ekmektir, tıpkı tohum eker gibi... (ki filmin orjinal adı "inception" da buradan geliyor). Nolan'ın en iyi filmi olmasa da (o şeref hala siyahlar giyen bir şövalyeye ait) bu senenin kesinlikle en iyi filmi. Öncelikle sinemada izleyin (hala gösterimde), sonra DVD'si çıkınca bir kez de evde izleyin. (9)

87. The Expendables

Şüphesiz bu yazın en çok beklenti oluşturan filmi. Lise ve üniversite yıllarıma eşlik eden 80'li 90'lı yılların aksiyon yıldızları tam kadro aynı filmde buluşuyor. Hatta afişte adı geçmese de eski Terminatör yeni California valisi Arnold da kısacık bir rolde görünüyor. Bir tür Real Madrid'in (Los Galacticos) sinema versiyonu gibi olmuş. Ancak ekip bu kadar kalabalık olunca, bir "karakter gelişimi"nden filan söz etmek mümkün değil; herkes sanki 1-2 cümle edip sahneden çekiliyor. Bu adamlar kimdir, nedir, birbirlerini nerden tanıyorlar, bu eğitimi nereden almışlar belli değil. Mesela kadroda Jet Li'yi görünce ne beklersiniz? Şöyle dört dörtlük bir kung fu sahnesi, değil mi? Ama hayır, o da kankalarına uyup işini daha çok tabanca tüfekle hallediyor. Aksiyon sahneleri deseniz, sanki kamera hep fazla yakına girmiş gibi, kimin kimi vurduğu belli değil. Filmin çekim öyküsünü izlemiştim, Dolph Lundgren şöyle diyor: "Çekimler sırasında, sanki yıllar sonra bir araya gelmiş liseli sınıf arkadaşları gibiydik, çok eğlendik". Maalesef biz o eğlenceyi yaşayamadık. (5)

88. A-Team

80'li yılların popüler TV dizisinden uyarlanmış "beyinsiz" bir aksiyon daha. Arada Liam Neeson'a yazık olmuş, filmi kurtarmak için epey çabalıyor ama yetmiyor. Aksiyon sahnelerindeki fizik kurallarına meydan okuyan abartılar, bir süre sonra "galiba çocuk filmine geldim" dedirtiyor. Aksiyonun aralarına serpiştirilen espriler güldürmekten uzak (akıl hastanesindeki 3 boyutlu film gösterimi sahnesini ayrı tutuyorum, sanırım sadece orada güldüm). (5)