29 Ağustos 2012

Detachment

Adrien Brody'nin New Tork'taki bir lise öğretmenini canlandırdığı Detachment, bir yandan Amerikan eğitim sisteminin içler acısı halini gözler önüne sererken, aslında daha çok anne-baba olmanın nasıl sorumluluk gerektirdiğine dikkat çekmeye çalışıyor. Brody'nin oyunu ile zenginleşen oldukça etkileyici bir anlatıma sahip filmin en büyük kusuru aşırı derecede karamsar olması. Yönetmen Tony Kaye (American History X) birçok şeyden şikayet ediyor ama hiçbir çözüm ya da ileriye dönük hiçbir ışık sunmuyor. Filmdeki karakterlerin hepsi mutsuz, hepsi depresyonda... Öyle ki, filmin ortalarına doğru "bakalım hangisi intihar edecek" diye beklemeye başladım (biri etti de, nitekim). (7)    

28 Ağustos 2012

The Lucky One

The Notebook'un yazarı Nicholas Sparks'ın yeni romanından uyarlanmış (..eh cümleyi buraya kadar okuduyup yandaki postere de göz attığınızda artık ne bekleyeceğinizi biliyorsunuz).. romantik bir film. High School Musical'daki lise öğrencisi Zac Efron artık 25 yaşına gelmiş. Ancak her ne kadar sakal bırakıp kas yapsa da yüzündeki o "bebek yüzlü" ifade gitmiyor ve filmin esas kızı Taylor Schilling onun 7-8 yaş büyük ablası gibi görünüyor. Eşinizle ya da sevgilinizle birlikte sadece oyalanmak için izlenebilecek bir "kız filmi". (5)     

27 Ağustos 2012

Total Recall

1990 yılında izlediğimiz Arnold'lu orjinal Total Recall'un en büyük artısı o dönem için çok yenilikçi ve yaratıcı bir senaryoya ve bizi şaşırtan görsel efektlere sahip olmasıydı. O yıllarda tıfıl bir üniversite öğrencisiyken bana "en sevdiğin film ne" diye soranlara hiç düşünmeden "Total Recall" dediğimi hatırlıyorum. 22 yıl ve onlarca başarılı bilim-kurgudan sonra gelen bu yeniden çevrim ise o "sürpriz" faktörüne sahip değil. Filmin birçok parçası bize hep başka filmleri hatırlatıyor. Uçan arabaların aktığı otoban The Minory Report'tan (ya da The Fifth Element'ten), robot adamlar aynen Tron'dan, Koloni denilen kasvetli ve durmadan yağmur yağan yer ise Blade Runner'dan ödünç alınmış gibi duruyor. Yine de ilk filmi izlememiş olanlar için yeterince oyalayıcı olabilir. (6)

23 Ağustos 2012

The Raid: Redemption

Birkaç yıl önce Brezilya yapımı bir aksiyon filmi (Tropa de Elite) için bu blogda aynen şöyle yazmıştım "zaman zaman böyle farklı kıtalardan, farklı ülke sinemalarından iyi örnekler izlemek insanda nefes açıcı bir etki yaratıyor, bir tür aydınlanma sağlıyor". İşte hayatımda ilk defa müşerref olduğum Endonezya sinemasından müthiş bir film!.. Filmin yanda da göreceğiniz afişinin tam ortasında bir Amerikalı eleştirmenin "son on yılın en iyi aksiyon filmi" notunu görünce "yok artık! yine her zamanki pazarlama numarası" demiştim içimden. Öyle değilmiş, filmi izledikten hemen sonra şunu yazabilirim ki, evet, The Raid benim şimdiye kadar izlediğim en iyi aksiyon filmlerinden biri.

Film aslında son derece basit bir öyküye sahip: Jakarta'nın banliyösünde, çirkin bir dev bina yasa dışılığın merkezi olmuş ve tümüyle bir mafyanın yönetimine geçmiş. Polis örgütünden bir komando takımı binaya sızıp bu amansız suç şebekesini çökertmeyi deniyor ve binanın içinde çarpışma başlıyor. Endonezya'nın geleneksel dövüş sanatı Silak ile ilgili bir belgesel çekmek üzere bu ülkeye giden ve orada yerleşip kalan Galler doğumlu yönetmen Gareth Evans, bu sade senaryodan tıkır tıkır işleyen bir aksiyon yaratmayı başarmış. Bunu da büyük ölçüde koreografisi çok iyi yapılmış Silak sekanslarına borçlu. Filmin kamera arkası yapım hikayesinde, tek bir dövüş sahnesinin üç günde çekildiğini okumuştum; bu emek gerçekten belli oluyor. Hiçbir teknolojik destek içermeyen yakın dövüş sahneleri belki çok vahşi, ama çok gerçekçi. Yönetmenin Quentin Tarantino ve Luc Besson karışımı bir tarzı olduğunu da belirtmeli.

Bu filme verdiğim çok yüksek puanı yadırgayanlar ve "aman canım nesi var işte, durmadan birbirini doğrayan adamlar" diye burun kıvıranlar çıkacaktır. Öncelikle filmin Sundance ve Toronto gibi prestijli film festivallerinde ayakta alkışlandığını, hatta Toronto'da bir de ödül aldığını araya sıkıştıralım. İster son derece duygusal bir melodram olsun isterse böyle patada kütede bir dövüş aksiyonu, ben bir filmde neye bakarım: Baştan sona kadar ilgimi ayakta tutmasına, içinde yaratıcı küçük detaylar barındırmasına, kurgusuna, müziğine. The Raid insanı şaşırtan, hatta allak bullak eden bir film. 100 dakika boyunca  büyülenmişçesine koltuğuma yapışıp kaldım. Ekranda şiddet sahneleri görmekten hoşlanmayanları uyaralım, adrenalin iğnesi isteyenleri ise ön sıralara alalım. (8,5)

22 Ağustos 2012

The Expendables 2

Çocukluğumuza ve ilk gençlik yıllarımıza eşlik etmiş tüm aksiyon figürleri yeniden bir arada... Sylvester Stallone bu kez yönetmenlik koltuğunu bu işte daha tecrübeli bir isme bırakınca (Simon West) aksiyon sahneleri daha bir başarılı olmuş sanki. Tabii senaryo namına bir şeyler arayanlar bu filmden uzak durmalı. Ayrıca filmin sığ militarist yaklaşımı ve dakikada ortalama 7-8 kişinin parçalanarak öldüğü, giderek bir şiddet pornosuna dönüşen aşırı kanlı sahneleri eleştirilebilir. Ama 35 yaş üzerinde ve çocukluğu "Van Damme mı döver yoksa Rocky mi?" sorusunun cevabını aramakla geçmiş bir nesil için farklı anlamlar taşıyan bir film bu. Hele filmin sonlarında Arnold Schwarzenegger, Sylvester Stallone ve Bruce Willis'i aynı karede ve sırt sırta vermiş savaşırken görmek unutulmaz bir deneyim. (6,5)

16 Ağustos 2012

Little Fockers

Başroldeki karakterin başka bir kelimeyi çok çağrıştıran "Focker" soyadı üzerinden üçüncü filmde hala espri üretmeye çalışmak nafile bir çaba. Seçici davranıp saygınlığını korumak yerine, "ben aldığım paraya bakarım" deyip her sene 3-4 filmde görünen Robert De Niro; Goodfellas, Taxi Driver, The Deer Hunter gibi filmlerle gönlümüzde kurduğu tahtı parçalamaya devam ediyor. Aynı yoldan giden ve senaryoda hangi amaca hizmet ettiği anlaşılmayan bir Dustin Hoffmann da var filmde. Hatta sadece 3 dakika görünüp kaybolan Harvey Keitel'i de bu "paragözler" kulübüne dahil edebiliriz. Bir filmde "yeteneğini harcayan iyi aktörlerin sayısı" için bir dünya rekoru varsa Little Fockers o rekoru kırmaya aday. (4)