31 Aralık 2011

2011'in En İyileri



2011 yılında tam 150 film izledim. Bunların 65'ini gidip sinemada izleyerek sinema endüstrisine gerekli katkıyı da yaptım. Bu 150 film arasından en iyilerini aşağıda seçmeye çalıştım. Elbette bu son derece kişisel ve subjektif bir listedir. Sizin en iyileriniz bambaşka başlıklardan oluşabilir. Amacım görmüş olduğunuz filmler üzerine birlikte sohbet edebilmek, görmemiş olduklarınız için ise bir merak uyandırabilmektir.

Film isimlerinin üzerine tıklayarak ayrıntılı yorumlarıma ulaşabilirsiniz:

1. Bir Zamanlar Anadolu'da

2. Black Swan

3. Dedemin İnsanları

4. Drive

5. The King's Speech

6. Incendies

7. Tropa de Elite

8. Senna

9. Rabbit Hole

10. Fast Five




   

Yıl Sonu Notu



Senenin 150. filmi The Help'i 31 Aralık günü saat 18:00'de izleyeceğimi hiç düşünmemiştim. Filmler arasında bir yıl süren yolculuğumuzun sonu da, nefes kesen bir aksiyon filmi gibi oldu. Ama başardım!.. Bu bloga adını veren "SENEDE 150 FİLM" iddiasını 2011'de gerçekleştirdim.

Takip eden, teşvik eden, yorum yazan, yazmayan herkese sonsuz teşekkürler!!!


150. The Help

Büyük oyuncu Viola Davis ilk olarak 2008 yapımı Doubt ile dikkatimizi çekmişti. Sadece sekiz dakikalık bir role sahip olmasına rağmen, o sekiz dakikanın her birinde perdeyi dolduran bir performansla herkesi büyülemiş, o sene Oscar'a aday olmayı da başarmıştı. Aradaki yıllarda birkaç sıra işi gişe filminde yan rollerde yeteneğini heba ettikten sonra şimdi tam güç geri dönüyor. Filmin diğer başrol oyuncusu şeker kız Emma Stone ile birlikte oynadığı sahnelerde, Emma Stone'un  Davis'e hayranlığını resmen hissedebiliyorsunuz. Sanki Emma bakışlarıyla Viola Davis'e "büyüksün abla, uzat elini öpeyim" diyor. Viola Davis The Help'deki rolüyle bu satırların yazıldığı sıralarda Altın Küre'ye aday oldu, Oscar'a da kesin olacaktır.

1960'ların Jackson Mississippi'sinde zenci hizmetçiler ile hizmet ettikleri evlerin hanımları arasındaki ilişkileri anlatan The Help etkileyici bir film. Zenci hizmetçileriyle aynı tuvaleti paylaşmaya tiksinen, hatta bunun için evin dışında hizmetçiye özel ayrı bir tuvalet yaptıran beyaz kadınlarla, onların çocuklarına annelik yapan, yemeklerini ve temizliğini yapan yardımcılarının iç içe ama aynı zamanda uzak yaşamlarının etkileyici hikayesi.  İnsan bu keskin ırk ayrımcılığının Amerika'da daha sadece 40-45 yıl önce yaşanmış olduğuna inanamıyor.  (7,5)

149. Mission Impossible: Ghost Protocol

Görevimiz Tehlike dizisi ile ilk olarak siyah beyaz tek kanallı televizyonumuzda tanışmıştık. Nostalji yapmak isteyenler şuraya tıklayabilirler. Dizinin yenilenmiş versiyonu da 90'ların başında Star'da yayınlanırdı. Sonrasında 1996 yılında Tom Cruise'un parası ve efsanevi yönetmen Brain De Palma'nın artistik katkılarıyla sinema perdesine etkileyici bir geçiş yapıldı. Bu projeyi sahiplenmiş görünen Tom Cruise daha sonra çekilen tüm Mission Impossible filmlerinde de yapımcı ve oyuncu olarak yer aldı. İkinci film Çinli yönetmen John Woo'nun aşırı stilize aksiyon sahnelerine kurban giderken, 2006'da Lost'un yaratıcısı J.J.Abrams seriye yeniden hayat vermeyi başarıyordu. Şimdi önümüze gelen bu Ghost Protocol ise bence 15 yıl önceki ilk filmden sonra en iyi Mission olmayı başarmış. Zaten şu son iki senede "devam filmleri iyi olmaz" sözümü o kadar çok yuttum ki (Toy Story 3, Fast Five, vs..). Büyük lokma yemeli, büyük söz konuşmamalı.

Ghost Protocol sürpriz bir yönetmene sahip. Daha önce The Incredibles ve Ratatouille gibi başarılı çizgi filmlere imza atmış Brad Bird, bu ilk "live-action" denemesinde animasyondan kazandığı hızlı kurgu becerisini  konuşturmuş. Seride ilk kez rastladığımız ince mizah duygusu da yine animasyonlardan gelen bir meziyet. Ghost Protocol unutulmaz set tasarımlarına sahip: filmden çıkanlar Kremlin sarayı, Dubai'deki gökdelen ve Mumbai'daki otopark sahnelerini uzun süre unutamayacaklar. Gündelik hayattan kopup bir kaç saatliğine başka alemlere dalmak, işi gücü bir kenara bırakıp o bir iki saatin keyfine varmak isteyenler için bol aksiyonlu, çok teknolojik, biraz klişe, biraz yenilikçi ama oldukça keyifli bir film. (7,5) SİNEMADA İZLENDİ

148. Soul Surfer

Köpekbalığı saldırısında kolunu kaybeden sörfçü Bethany Hamilton'un gerçek hikayesi. Ancak her etkileyici gerçek hayat hikayesi başarılı bir filme dönüşecek anlamına gelmiyor. Kötü oyunculuklar ve yedi kişilik yazarlar ekibinin  senaryoya eklediği gereksiz Hollywood klişeleri, iyi olabilecek bir öyküyü pembe dizi kıvamına getirmiş. Sörf görüntüleri ise başarılı.  (6)

147. Nanny McPhee and The Big Bang

Çocuklara öğrettiği her dersten sonra yüzündeki bir ucubelikten kurtulan Dadı McPhee geri dönüyor. İlk filme göre biraz daha gürültülü, ama yine de 5-10 yaş arası çocuklarınızla birlikte izleyebileceğiniz, sihir ve gerçeği bir potada eriten, hoş sürprizlerle dolu bir film. (7)

146. Another Year

Sıradan insanların günlük hayatlarından küçük detayları işlemeyi çok iyi bilen İngiliz yönetmen Mike Leigh'den (Secrets & Lies) yine sade, gösterişsiz, ama şurup gibi bir film. Bütün oyunculuklar çok iyi. Özellikle Lesley Manville'in yalnızlığın getirdiği çaresizliği aklımıza kazıdığı mükemmel performansı görmelere değer. (7,5)

145. Çınar Ağacı

Aileyi ayakta tutan yaşlı ve huysuz anneanne temasını işleyen, ağlatmayı hedeflediği en baştan belli olan, klişelerle dolu bir Türk filmi. Nejat İşler, Nurgül Yeşilçay, Settar Tanrıöğen, Hüseyin Avni Danyal gibi televizyon dizileri ile şöhreti yakalamış birçok oyuncuyu bir araya getiren, ancak ne yazık ki kendisi de bir televizyon dizisi kıvamını aşamayan bir yapım. Öte yandan, elbette bu tür filmlerin de bir yeri ve zamanı var, örneğin bir bayram ziyareti sırasında, anneanneler dedeler tüm aile hep birlikte izlenebilir. (5,5)

144. Mars Needs Moms

Sinemalarda fragmanı gösterilmesine rağmen, sonrasında nedense vizyona girmeyen bir animasyon. Belki de 150 milyon dolara mal olup, Amerika'da sadece 20 milyon hasılat elde ederek yılın en büyük gişe fiyaskosuna imza atması nedeniyle olabilir. Film görsel açıdan fena olmasa da, ilgi çekici karakterlere ve merak uyandıran bir konuya sahip değil. Disney çatısı altından bu derece yaratıcılıktan yoksun bir işin çıkması şaşırtıcı. (4)  

143. Cedar Rapids

İşinde yükselmeyi dürüstlüğe tercih eden küçük bir sigortacının hikayesini anlatan, başrolünde The Hangover'dan Ed Helms'in oynadığı vasat bir komedi. Bağımsız sinemayı taçlandırmayı çok seven Amerikalı eleştirmenler yere göğe sığdıramadılar, ama ben filme pek ısınamadım. (5) 

142. The Way Back

İkinci Dünya Savaşı sırasında, Sovyetler Birliği'ndeki komünist rejimin farklı gerekçelerle hapsettiği bir grup insanın, Sibirya'daki bir tutuklu kampından kaçıp Hindistan'a kadar yaya olarak gerçekleştirdikleri gerçek yolculuk. Peter Weir gibi çok saygın bir yönetmenin (Dead Poets Society, The Truman Show) elinden çıkmış olsa da, dramatik yapısının zayıflığı nedeniyle hedefi tam da vuramayan bir epik yolculuk filmi. (6,5)  

141. Hereafter

Clint Eastwood'un son filmi Hereafter, değme felaket filmlerine taş çıkartacak bir tsunami sahnesi ile açılıyor. Bu çarpıcı bölüm ile tavan yapan ilgi düzeyimiz o noktadan itibaren tepeden aşağı yuvarlanmaya başlıyor. Üç ayrı hikayeyi paralel anlatan ve ölümden sonraki hayat, spiritüelizm gibi konulara dalan senaryo temposunu giderek yitiriyor. Bir süre sonra perdedeki karakterlerin hiçbirisi için çok da meraklanmadığımızı farkediyoruz. (6) 

140. Inside Job

Son dağıtılan Oscar'larda en iyi belgesel ödülünü almayı başaran Inside Job 2008 global krizinin nedenlerini lafı dolandırmadan cesur bir şekilde anlatan çarpıcı bir belgesel. Yönetmen Charles Ferguson'ın politik tavrını da makul bir şekilde sunmayı ihmal etmediği film, ekonomik kriz hakkında derinlemesine ve anlaşılır bilgi edinmek isteyen sinemaseverler için biçilmiş kaftan. (7,5)

139. Alpha and Omega

Türkiye'de 23 Nisan haftasında "animasyon olsun da taştan olsun" mantığıyla sinemalarda gösterime sokulmuş, kötü grafiklere ve tahmin edilebilir renksiz bir senaryoya sahip, uzak durulması gereken bir çocuk filmi. (3) SİNEMADA İZLENDİ

30 Aralık 2011

138. Gnomeo and Juliet

Bizim kentleşme kültürümüze uzak olan, ancak Amerika ve Avrupa'da  bahçelerde dekoratif bir malzeme olarak sık görünen seramik cüce biblolarını anlatan bir animasyon. Son dönem Disney ya da Dreamworks animasyonlarında alıştığımızın aksine, çocuklar kadar büyüklerin de keyif alacağını söyleyebilmek zor. Sadece küçük yaştaki çocuklara. (5) 

137. The Lion King 3D

Aslan Kral'ın yeniden elden geçirilmiş ve 3 boyutlu hale getirilmiş versiyonunu izlerken, animasyon sinemasının son 15 yılda katettiği mesafeyi düşünmeden edemiyor insan. Her ne kadar makyajlanmış ve yeni bir boyut eklenmiş olsa da, sonuçta 1994 yılında çizilmiş çizgiler bunlar. Toy Story, Cars gibi son dönem Disney/Pixar yapımları ile karşılaştırıldığında çok ilkel, sanki başka bir çağda yapılmış gibi hissettiriyor. (6) SİNEMADA İZLENDİ

136. Justin Bieber: Never Say Never

Konser görüntülerinin çok fazla bir özelliği yok, çocuğun zaten üç tane şarkısı var. Ama sahne arkasını anlatan belgesel bölümleri ilgiye değer. Popüler kültürün yarattığı bir fenomenin hayatını daha yakından tanımak ve kısa sürede elde ettiği şöhretin nedenlerini anlamak açısından iyi bir fırsat. (6)

135. Diary of a Wimpy Kid: Rodrick Rules

Türkiye'de de çocukların çok sevdiği Saftirik Greg kitaplarından uyarlanan serinin ikinci filminin hala sinemalara gelmemiş olması enteresan (6 Ocak 2012'de gösterime girecekmiş). İlk film kadar olmasa da, kitabın ruhunu başarıyla yansıtan eğlenceli bir aile filmi. (6,5) 

134. Hall Pass

Bir zamanlar "There's Something About Mary" ile karnımızı tuta tuta gülmemizi sağlayan Farrelly Biraderler eski günlerini arıyorlar. Ama tıpkı filmdeki iki kafadar gibi sanırım onlar da orta yaş krizine tutulmuşlar. Baştan sona kaba "tuvalet şakaları" ile dolu Hall Pass kendini çok zorluyor ama komik olmayı başaramıyor. (4)

133. Spy Kids 4

Dört boyutlu film nasıl oluyormuş bir görelim diye çoluk çombalak gittik. Sinemanın girişinde verilen koku kartlarında yer alan sekiz ayrı kokuyu filmdeki yerleri gelince koklayacaktık hesapta. Ama bu sekiz kokunun hepsi birbirine karıştığı için film boyunca sosis-tarçın-kirli bebek bezi karışımı bir kokuyu koklayıp durduk. Dördüncü boyut esprisini çıkar, filmin kendisinde hiçbir numara yok zaten. (3)  SİNEMADA İZLENDİ

132. The Mechanic

Standart Jason Statham aksiyonu. İzlerken sıkmıyor, ama akılda kalan hiçbir şey de olmuyor. Hele bir de izledikten altı ay sonra film yazısı yazmaya kalkıştığında işe böyle "ne vardı o filmde yahu" diye düşünüp kalıyorsun. (5)

131. Larry Crowne

İki çok ünlü oyuncusuna rağmen, son derece ruhsuz, enerjisiz, orjinallikten ve ilgi çekicilikten uzak bir romantik komedi. Uyuklaya uyuklaya zor bitirdim. (4)

130. Drive

Kendi jenerasyonunun en iyi oyuncusu olduğunu son birkaç yıldır kafamıza iyice yerleştiren Ryan Gosling'in bence şimdiye kadarki en iyi performansı. Adının "Drive" olduğuna bakıp her anı aksiyonla dolu Fast Five tarzı bir film beklemeyin. Son derece sakin, ağırbaşlı, uzun bakışmalar ve sessizlikler içeren bir film bu. Ama çok iyi çekilmiş arabalı kaçış sahneleri ve şok edici bazı şiddet anları da yok değil. Danimarkalı yönetmen  Nicolas Refn klasik bir tür filmine Avrupalı bakış açısını taşımayı başarmış. Gece Los Angeles sokaklarındaki çekimler bana -çok sevdiğim- Michael Mann'in Collateral'ini hatırlattı. İkinci yarıda birden artan şiddetin dozu ise Tarantino sularında geziniyor. Soundtrack'te kullanılan mükemmel elektronik müzik örnekleri filmdeki 80'ler havasını destekliyor (jenerik müziği, hipnotik "Nightcall" şurada ). Yılın son günlerinde yakalama fırsatı bulduğum, 2011'in en sağlam filmlerinden biri. (8)

29 Aralık 2011

129. Fright Night

1985 yapımı Fright Night bir yandan vampir filmlerinin ritüelleri ile dalga geçen, ama bir yandan kendisi de gayet sağlam bir korku filmiydi. Bu yeniden çevrime gerek var mıydı, tartışılır. Ama fena da bir iş olmamış. Özellikle Colin Farrell'ın performansı filme önemli katkı sağlamış. (6,5) SİNEMADA İZLENDİ

128. Bad Teacher

Son dönem Amerikan bel altı komedilerinin bir başka örneği. Ümit veren bir konuya ve Cameron Diaz'ın cazibesine rağmen film bir türlü vaad ettiği seviyeye çıkamıyor. (5)

127. Bridesmaids

Edepsiz komedilerin efendisi Judd Apatow geri dönüyor. Amerika'da 170 milyon dolar gişe hasılatı elde ederek (filmin maliyeti ise 32 milyon dolar) bu sene ufak çaplı bir fenomen haline gelmiş olsa da, filmin fazla "liberal" espri anlayışı bana pek hitap etmedi. (5)

126. Sucker Punch

Oğlumun oynadığı Playstation oyunlarını zaman zaman arkadan ben de izliyorum. Sucker Punch'ı izlerken de kendimi bir bilgisayar oyunu izler gibi hissettim. Yoğun stilize aksiyon sahneleri fena değil, ne de olsa 300'ün yönetmeni Zack Snyder'ın elinden çıkmış. Ama onun dışında senaryo, oyunculuk, vs.. fos. (6)

125. Water for Elephants

Çocukluğumuzda televizyonda izlediğimiz 50'li yılların "Technicolor" sirk filmlerini hatırlatan, çok klasik lezzetler içeren, iyi çekilmiş bir film. Alacakaranlık vampiri Robert Pattinson'ın oynadığı bir film için iyi şeyler yazabileceğimi hiç düşünmezdim, ama demek ki doğru insanlarla çalışması gerekiyormuş çocuğun. (6,5) 

124. The Rite

Anthony Hopkins hatrına izlenebilecek yüzeysel bir şeytan çıkarma hikayesi. Gerçi o da artık otomatiğe bağlamış gibi oynuyor. Şu yandaki postere bir bakın, aklınıza ilk gelen isim Hannibal Lecter (Kuzuların Sessizliği) değil mi? (6)

123. Ya Sonra

Filmde, çeşitli karışıklıklardan ortaya çıkan gülünç durumların anlatıldığı sahneler (örneğin düğün sahnesi) oldukça başarılı. Keşke Özcan Deniz duygusallığı filan bir kenara bırakıp, düpedüz bir salon komedisi çekseymiş. (5) 

122. Kolpaçino Bomba

Bitirim muhabbettinin sakız gibi uzatılmış hali. Beş dakikalık bir parodi olsa komik bulunabilir ama 95 dakika boyunca aynı ilgi düzeyini koruyabilmek mümkün olamıyor. (4)

24 Aralık 2011

121. Friends with Benefits

No Strings Attached den sadece birkaç ay sonra hemen hemen aynı konu tekrar karşımızda. Son bir sene içerisinde dört ayrı filmde görünerek (The Social Network, Bad Teacher, In Time) kendine yeni bir kariyer kuran şarkıcı Justin Timberlake, Mila Kunis ile birlikte "romantizm olmadan cinsellik olur mu" sorusuna cevap arıyorlar. Aynı soruyu Mila Kunis'in Black Swan'dan rol arkadaşı Oscar ödüllü Natalie Portman da sormuştu da, "ne işi var Natalie Portman'ın bu filmde" demiştik. Mila Kunis hiç olmazsa bu tür fettan rollere Portman'dan daha çok yakışıyor. Ancak bu kez de "biz sıradan bir romantik komedi olmayacağız" derken  filmi diyaloglara boğmuşlar. Bu diyalogların son derece "18+" olduğunu da söylemek lazım. Benim filmden en çok aklımda kalan New York sokaklarındaki flashmob sahneleri oldu. Önceden organize olmuş kalabalık bir grubun alışveriş merkezi, tren garı gibi işlek bir ortamda birden dans etmeye başlaması, sonra da hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam etmeleri olarak özetlenebilecek bu etkinlikler (YouTube'da flashmob diye aratın, bir sürü örneğini görürsünüz) filmin en keyifli anlarını oluşturuyor.  (5,5) SİNEMADA İZLENDİ

19 Aralık 2011

120. Insidious

Insidious, daha bismillah demeden açılıştaki jeneriğiyle birlikte sizi tedirgin etmeye başlıyor. Klasik korku filmlerinin tüm o bildik öğeleri, eski bir ev, evin karanlık koridorlarında dolaşan gelinlik giymiş yaşlı kadınlar, soluk yüzlü çocuklar asap bozucu bir müzik eşliğinde önce bir resmi geçit yapıyorlar. Sonrasında tüm perdeyi kaplayan Insidious yazısıyla birlikte 70'li 80'li yılların korku filmlerine doğru bir yolculuğa çıkacağımızı anlıyoruz. Son dönem Hollywood korkularının aksine, kandan şiddetten ve efektlerden uzak durmayı tercih eden eski usul bir "perili ev" öyküsü Insidious. Hızlı bir kurgusu yok, ama ekranın köşesinde, bir koridorun sonunda gördüğünüz bir gölge sizi gerim gerim germeye yetiyor. İkinci yarıda,  ruhların "aslında ne olduğu"nun açıklamasına girişilmesi ile birlikte, ne yazık ki filmin ilk yarıda yakaladığı o müthiş ürkütücü atmosfer de etkisini yitiriyor. Hele o iki Ghostbuster'ın kadroya dahil olduğu sahnelerle yönetmen sanki "şöyle bir gevşeyelim, rahatlayalım" demiş. Sonlardaki tökezlemeye rağmen, amacınız sıkı bir korku filmi izlemekse beklentiyi fazlasıyla karşılayacak bir yapım. Ben yine de, gece yarısı evde tek başınıza izlemenizi tavsiye etmem. Gece çişe kalkamazsınız, tecrübeyle sabittir. (7)   

17 Aralık 2011

119. Moneyball

Tamam iyi film de, keşke şu beyzbol sporundan azıcık olsun anlasaydım. Film boyunca "birinci kale neresidir" deyip durdum. Brad Pitt'in başrolünde oynadığı Moneyball bir beyzbol kulübü yöneticisinin gerçek başarı hikayesini anlatıyor. Oakland Athletics genel müdürü Billy Beane (Brad Pitt) geleneksel yöntemleri bir kenara bırakıp, istatistiki veriler ve bir fayda/maliyet analizi ile çok ucuza bir takım oluşturuyor. Başta herkesin tepkisini çeken ve Beane'i kovulmanın eşiğine getiren bu takım sezonun ikinci yarısında bir mucizeyi gerçekleştiriyor. İki saatlik filmin neredeyse her karesinde görünen Brad Pitt iyi bir iş çıkarıyor, çok büyük olasılıkla Oscar'a da aday olacaktır. Filmin sakin havasının ve zekice yazılmış diyaloglarının The Social Network'ü anımsatması sürpriz değil, çünkü senaryo aynı kişiye (Aaron Sorkin) ait. Bir anlamda beyzbolun Social Network'ü olarak nitelendirilebilecek yapım, her ne kadar zor kararları alabilmek, inandığın yoldan dönmemek gibi spor dışı kavramlara değiniyor olsa da, filmden tam bir keyif almak için sanırım beyzbol kültürüne biraz hakim olmak, ya da biraz Amerikalı olmak gerekiyor. (6) SİNEMADA İZLENDİ

16 Aralık 2011

118. Warrior

Türkiye'de vizyona girmemiş, "ben sadece bir dövüş filmi değilim" demek için çok uğraşan bir dövüş filmi. Alkolik bir baba nedeniyle parçalanmış bir ailenin birbiriyle küs iki kardeşinin yolları, yıllar sonra büyük para ödüllü bir MMA (Mixed Martial Arts) turnuvasında kesişiyor. Boks, güreş, judo, karate gibi birçok dövüş sporunun karışımı olarak tarif edilebilecek MMA ilk defa büyük prodüksiyonlu bir "gişe filmi" ile beyazperdeye geliyor. Konu biraz Rocky'ye, daha çok da geçen seneki The Fighter'a benzese de, onlardan farkı filmin bir değil iki kahramanının olması. İki kardeşi de bir şekilde seviyor ve kazanmalarını istiyoruz. Alkolik baba rolünde Nick Nolte filmin dramatik yönüne katkıda bulunuyor. Ve tabii kaçınılmaz bir şekilde, iki kardeş finalde karşı karşıya geliyorlar. Yönetmen Gavin O'Connor'ın taraf tutmayan tavrını sevdim. O, final maçının sonucundan çok, iki kardeşin hangi duygusal yolculuklardan geçtiği ile ilgilenmemizi istiyor. MMA sporuna aşina olanlar için not: filmde birçok gerçek MMA dövüşçüsü ve hakemi de rol almış. Dövüş sahnelerinde gerçeklik duygusu vermesi amacıyla el kamerası kullanılmış ama biraz aşırıya kaçılmış. Özellikle sıkça başvurulan yakın çekimler nedeniyle, kim kimi dövüyor, kimin bacağı kimin belinde anlayamıyoruz. 40 yaşındaki lise fizik öğretmeni Brendon'ın iki ay çalışıp bütün iyi dövüşçüleri takır takır yenmesi ise biraz zorlama olmuş. (6)    


15 Aralık 2011

117. Horrible Bosses

Warner Bros şirketi filmin tanıtımını yapmak için 4 metre boyunda patron kılığında giydirilmiş bir kuklayı Montreal'de bir alışveriş merkezinin önüne yerleştirmiş. Gelen geçen çalışanlar diledikleri gibi içlerini dökmüşler: iş yerlerindeki patronlarına duydukları öfkeyi kimi kocaman iğneleri patrona saplayarak, kimi patronun kafasına balyoz indirerek boşaltmışlar. Bu komik görüntüler şurada. Hangi birimiz bir gün patronumuzun boğazına sarılmayı aklımızdan geçirmedik, öyle değil mi? İşte Horrible Bosses filminde üç kafadar bu hayali ciddi ciddi realiteye dönüştürmeye karar veriyorlar ve hayatlarını zindana çeviren patronlarını öldürmek üzere bir plan yapıyorlar. Tabii ki çeşitli sakarlıklar ve ahmaklıklar planın gerçekleşmesini engelliyor. The Hangover tarzı bol küfürlü ve bol belden aşağı esprili bir komedi var karşımızda. Özellikle patronları canlandıran Kevin Spacey, Jennifer Aniston ve tanınmaz haldeki bir Colin Farrel'ın performansları filme olan ilgimizin düşmemesini sağlıyor. Ancak mantığı zorlayan bazı senaryo boşlukları da yok değil. Örneğin bu üç birbirinden son derece farklı adamın böyle kanka olabilmeleri hiç inandırıcı gelmiyor. Ayrıca ilginç bir şekilde açılan ve gelişen senaryo filmin ortalarından itibaren "ee, şimdi ne yapsak acaba" der gibi bir hal alıyor. Öyle çok fazla kahkaha attırmayan ama yer yer eğlenceli bir komedi. (6,5) DVD'Sİ ÇIKTI


14 Aralık 2011

116. Blue Valentine

Blue Valentine romantik bir ilişkinin başını ve sonunu anlatan son derece yoğun bir film. Dean (Ryan Gosling) ve Cindy (Michelle Williams) 24 yaşında tanışıp, ateşli bir aşk yaşayıp evleniyorlar. Filmimiz ise 6 yıl sonrasını anlatarak açılıyor. Artık ikisi de kilo almış, Dean'in saçları dökülmüş ve yaşanan sıkıntıların izleri yüzlerine yansımıştır. Çiftin tartışmalarını izlerken bu evliliğin neden ters gittiğine dair parçaları birleştirmeye başlıyoruz ve "sevgi her güçlüğü yener" klişesinin gerçek hayatta her zaman geçerli olmadığını görüyoruz. Hollywood'un iki yükselen genç oyuncusunu bir araya getiren Blue Valentine tam bir performans filmi. Öyle ki, film boyunca öyküden ziyade oyuncuların performansları ile ilgileniyoruz. Onların sevinçlerini, heyecanlarını, hayal kırıklıklarını ve acılarını sanki biz de hissediyoruz. Hem Gosling hem de Williams'ın Altın Küre'ye aday olmalarına şaşmamalı (Williams ayrıca bir de Oscar adaylığı ekledi sepete), çünkü ikisi de iyi iş çıkarıyorlar. Yönetmen Derek Cianfrance çekimden önce bu iki oyuncuyu altı hafta bir eve kapatıp, birlikte zaman geçirmelerini ve birbirlerini tanımalarını istemiş. Bu da işe yaramış, çünkü Gosling ve Williams çoğu sahneyi bir senaryoya bağlı kalmadan doğaçlama oynuyorlar. Öte yandan, bu kadar performans odaklı bir film bazı bünyelere fazla durgun, fazla sanatsal ve fazla uzun da gelebilir. (7) DVD'Sİ ÇIKTI

12 Aralık 2011

115. Hugo

1930'ların Paris'inde bir tren istasyonunun içinde kaçak bir hayat yaşayan, Charles Dickens romanlarından fırlamış bir çocuğun, Hugo'nun hikayesi. Son derece büyük beklentilerle gittim Hugo'ya. Beklenti olmaz mı, yaşayan en büyük yönetmen kabul edilen Martin Scorcese'nin ilk üç boyutlu filmi ve ilk "aile" filmi; iki haftadır tüm sinema eleştirmenleri ve köşe yazarları yere göğe sığdıramıyorlar, anlata anlata bitiremiyorlar, aman çoluğunuzu çocuğunuzu toplayın hep birlikte gidin diye. Filmin IMDb'deki notu 8,5. Hani neredeyse "Hugo'yu sevmeyeni dövüyorlar" gibi bir durum oluştu. Sonuç... Üzgünüm ama bu kutsama kervanına ben katılamayacağım. Evet, teknik açıdan söylenecek bir şey yok, 3D çok iyi kullanılmış, özellikle tren istasyonunda koridorların, dehlizlerin içinden, insanların arasından geçerek yapılan çekimler birinci sınıf, Scorcese gibi bir ustanın elinin değdiği anlaşılıyor. Ama ya öykü... Hiç lafı evirip çevirmeden -ve tüm tepkilere göğsümü siper ederek- söyleyeyim: sıkıcı bir film bu. İlk kırk dakika boyunca filmin düşük temposuna katlandım, "herhalde ikinci yarıda çok ilginç şeyler olacak" diye. Ama hayır, sinema tarihine ilişkin güzel detaylar sunsa da, ikinci yarıda da uçuşa geçemedi film, beni içine alıp götürecek bir hikaye olamadı. Kısaca, Martin Scorcese sinema sanatının öncülerine bir saygı duruşunda bulunmak istemiş. Hugo'nun bu sene -en iyi film dahil- birçok dalda Oscar'a aday olacağı da kesin. Ama ben kendi adıma ustanın sokaklara dönmesini tercih ederim. (6)  SİNEMADA İZLENDİ

9 Aralık 2011

114. The Hangover Part II

İlk Hangover'ı çok beğenmiş, hatta yılın en iyi 10 filmi listeme dahil etmiş ve tam iki yıl önce şöyle yazmıştım: "Bekarlığa veda partisi için gittikleri Las Vegas’ta, ertesi sabah otel odalarında bir kaplan, bir bebek ve eksik bir diş ile uyanan ve bir gece önce ne olduğunu anlamaya çalışan üç arkadaşın müthiş eğlenceli hikayesi". Bu ikinci felekten gecede yapımcılar adamlarımızı Bangkok'a uçurup ilk filmdeki hikayeyi neredeyse aynen tekrarlıyorlar. Phil, Stu ve Alan yine sabah bir otel odasında uyanıp olayları geriye doğru çözmeye çalışıyorlar, kaplan yerine bir maymun, çekilmiş diş yerine ise suratın ortasına yapılmış bir dövme var. İlk filmde damat kayıptı, bu kez gelinin kardeşi kayıp. Yalnız bu filmin ilk filmden farkını söyleyeyim: cüretkarlıkla bayağılık arasında ince bir çizgi var, ilk film o çizgiyi aşmadan baştan sona güldürebiliyordu. Senarist/yönetmen Todd Phillips bu kez o çizgiyi aşmış, ilk hikayeye yaratıcı hiçbir ekleme yapamazken, sadece daha gürültülü, daha kaba ve daha edepsiz olayım diye uğraşmış. Erkeklere söylüyorum, kesinlikle eşinizle ya da kız arkadaşınızla birlikte izlemeyin, aranız bozulur. İlla izleyecekseniz yalnız, ya da arkadaş tayfanızla birlikte izleyin, "abi olmaz böyle şey ya, ehi ehi ehi" diyerek... (5) DVD'Sİ ÇIKTI

7 Aralık 2011

113. Green Lantern

Maşallah bu sene süper kahramanlardan yana sıkıntı çekmedik. Perdelere arka arkaya uçarak gelen bu çizgi-roman uyarlamaları arasında, Captain America, X-Men gibi iyi işler, Thor gibi eğlenceliler olduğu gibi bu Green Lantern gibi izlerken esnetenler de vardı. Sanırım yeşil konseptinde bir uğursuzluk var, sene başında izlediğim Green Hornet de felaket bir şeydi. Green Lantern, Hornet kadar antipatik değil hiç olmazsa. Ryan Reynolds pek ciddiye almadığı bu rolde, kendini seyirciye sevdirebilmek için epey çabalıyor, ama eldeki malzeme pek zayıf ne yazık ki. Konu klasik: evrende iyilerle kötülerin savaşında iyilerin elinde bir tane yeşil "kandil" var. Dünyaya düşen bu kandil bizim Top Gun pilotu Hal Jordan'ı (Ryan Reynolds) seçiyor. Süper güç de şöyle hasıl oluyor: bir yeşil yüzük ile birlikte çalışan bu fener, yüzüğü takanın hayal ettiği şeyleri gerçeğe dönüştürebiliyor. Örneğin evde tirbuşon mu lazım oldu (hani hep olur ya...), fenere bakıp hayal ediyorsunuz, hop tirbuşon geliyor. Şimdi kahramanımızın elinde böyle muazzam bir güç var, filmin kötü ruhu toz bulutu şeklindeki Parallax'la savaşırken neler hayal ediyor? Mancınık, roket, vs.. gibi yaratıcılıktan yoksun şeyler. Şöyle Konya Ovası boyutunda bir toz torbası hayal et, bu Parallax'ı da içine koy, gönder uzaya bitsin gitsin... Sadece çizgi romanın iflah olmaz fan'larına...(4) DVD'Sİ ÇIKTI       

112. Cars 2

2006 yılının sansasyonel filmi Cars'ın başarısından sonra Disney/Pixar'ın yeni bir Cars yapması beklenen bir gelişmeydi. Sürpriz olan ise devam filminin bu derece ilkinin gölgesinde kalması. Hikaye bu kez tamamen Karbüratör Kasabası'ndan çıkıyor ve dünyanın çeşitli şehirlerini kapsayan bir James Bond parodisine dönüşüyor. Ancak ilk filmdeki naiflik ve samimiyet duygusu da sanki o küçük kasabada kalıyor. Hudson Hornet'i seslendiren Paul Newman'ın 2008'de ölmesi nedeniyle, Hudson Hornet karakteri kadrodan çıkarılmış. Şimşek McQueen de sanki bu kez daha geri planda kalmış ve başrolü Mater'e vermiş, ki bu da doğru bir tercih midir tartışılır. Çocuklar Cars 2'ye yine de bayılacaklar, çünkü sevdikleri karakterler sıkı bir aksiyonla tekrar karşılarında. Ayrıca filmin görsel kalitesine de diyecek yok. Özellikle Tokyo, Roma ve Londra'daki yarış sahneleri çok iyi çekilmiş. Ancak büyükler için yer yer sıkıcı olduğunu söylemem lazım, ilk filmdeki güzel senaryo ve ayrıntılı karakterlerden eser yok maalesef.  (6) SİNEMADA İZLENDİ

6 Aralık 2011

111. Dedemin İnsanları


Çağan Irmak filmlerinin insanı hemen beşinci dakikadan itibaren çekip içine alan büyülü bir havası oluyor. Babam ve Oğlum'da da benzer bir duygusal yoğunluğu hissetmiştim. Çağan Irmak ile yaşıt olmamızdan mıdır, anlatılan dönemleri (1970'lerin sonları 80'lerin başları) benim de bir ortaokul öğrencisi olarak bizzat yaşamamdan mıdır, yoksa perdedeki öykünün doğduğum büyüdüğüm ve şu anda bu satırları yazdığım Ege'de İzmir'de geçmesinden midir bilmem, müthiş bir içselleştirme ile izledim filmi. Dedemin İnsanları, 1923'teki büyük mübadele ile Girit'ten ayrılıp karşı kıyıya göç eden Mehmet Bey'in (filmin sonundaki yazıdan anladığımıza göre Çağan Irmak'ın gerçek dedesi Mehmet Yavaş'ın) ve onun Türkiye'de kurduğu üç kuşağa yayılan ailesinin hikayesini anlatıyor. Bir "büyük aile tablosu" olarak da okunabilecek film, aynı zamanda yakın tarihimizden çeşitli travmaları (mübadele,12 Eylül) ve bu olayların toplumsal belleğimizdeki yansımalarını (ait olamama, ötekileştirme, milliyetçilik) başarıyla aktarıyor.

Çağan Irmak bunları yaparken son derece başarılı bir görüntü yönetimi kullanıyor. 70'lerin sonları sarı-turuncu renklerle anlatılırken, 1920'ler için mavi-gri bir ton tercih edilmiş. Özellikle Girit'teki göç sahnelerini çok beğendim. Bu bölümdeki kostüm, makyaj, set tasarımı çalışmaları öylesine başarılı ki, sanki bir film değil 1923'te çekilmiş bir belgesel izliyoruz. Girit sahilinde ailelerin kendilerini alacak Gülcemal gemisini beklerken çekilmiş bir sahne var. O sahnede filmi durdurun ve sadece bir kareyi alın. O karedeki fotoğrafa dakikalarca bir tabloyu izler gibi bakabilirsiniz. Öylesine dolu, öylesine hüzünlü bir kare...

Filmdeki tüm oyunculuklar çok başarılı, ama Çetin Tekindor için ayrı bir paragraf açmak lazım: Çocukluğumuzda "Beyaz Gölge" Koç Reeves'in ve tüm Rock Hudson filmlerinde merhum Amerikalı aktörün sesi olarak tanıdığımız sevdiğimiz bu adam, son yıllarda -özellikle de Çağan Irmak filmleriyle- ne kadar büyük bir sanatçı olduğunu kanıtlıyor. Çarşıda pazarda bir gün kendisi ile karşılaşsam önce "hocam karşınızda saygıyla eğiliyorum" diyeceğim, sonra da boynuna sarılıp ağlayacağım herhalde... Ağlamak demişken, sonlara doğru  Ozan'ın karnede "Davranış: Pekiyi" satırını görüp dedesini hatırladığı ve ağladığı anlaşılmasın diye kafasını pencereye çevirdiği bir saniyelik bir bakışı var; 2000 doğumlu bir çocuktan o nasıl bir oyunculuktur, ben böyle şey görmedim. O ana kadar yutkuna yutkuna duranlar, o sahnede koyvermişlerdir sanırım.

Filmin ikinci yarısındaki "ona da değinelim, buna da dokunalım" gayreti hem filmin uzamasına hem de temponun biraz düşmesine sebep olsa da, o kadarcık kusuru görmezden gelelim. Kitle sineması dediğimiz şeyi çok iyi yapan, bir takım doğru mesajları vermek için sinema sanatını etkileyici bir şekilde kullanabilen, genç ama artık "usta" bir yönetmenimiz var. Dedemin İnsanları için, ikinci haftasında, seanstan dört saat önce baktığımda sinemada yerler tükenmişti. Ne iyi!... O kadar insanın yüzde birinde bile filmi izledikten sonra kendinden farklı olanlara bakışında bir değişiklik olmuşsa bu büyük bir kazanımdır.

Not: Filmin sonunda Çağan Irmak'ın gerçek aile fotoğrafları eşliğinde yazılar akarken ve siz yanınızdakilere çaktırmamak için gözyaşlarınızı silerken çalan Gül Bahar şarkısı için şuraya tıklayabilirsiniz. (8,5) SİNEMADA İZLENDİ

2 Aralık 2011

110. The Ides of March

"Ides of March" deyimi tarihte Jül Sezar'ın senatoda ihanete uğrayıp 23 bıçak darbesiyle öldürüldüğü günü anlatan bir ifade; meşhur "sen de mi Brütüs" repliğinin kullanıldığı gün yani... Biraz daha etimolojiye girersek, "ides" latince "idus"tan geliyor ve "ayın ortası" anlamında. Dolayısıyla "ides of March" kısaca 15 Mart tarihini işaret ediyor. Filmimizde de, Amerika'da başkanlık yarışında çok önemli bir durak olan Ohio ön seçimleri işte bu 15 Mart tarihinde gerçekleşiyor. Demokrat aday Mike Morris'e (George Clooney) medya danışmanlığı yapan Stephen (Ryan Gosling) politikaya bulaşanların bir süre sonra nasıl kendi ideallerine ters düşebildiğini yaşayarak öğreniyor. Filmin aynı zamanda yönetmenliğini de üstlenen George Clooney -kendisi de iyi bir oyuncu olduğu için olsa gerek- tam bir "oyuncu filmi" çekmiş ve Phillip Seymour Hoffmann, Paul Giamatti, Marisa Tomei gibi yetenekli veteranlardan en iyi performansları almayı başarmış. Filmdeki karakterlerden hiçbirinin tam iyi ya da %100 kötü olmamasını beğendim. Örneğin başta "prensiplerimden asla vazgeçmem" diyen ve gerçekten de iyi bir adam, ideal bir eş olduğunu düşündüğümüz başkan adayının çok da sütten çıkmış ak kaşık olmadığını sonradan öğreniyoruz. Filmin başrolündeki danışman da yeri geldiğinde ve başı sıkıştığında bir çırpıda kendi değerlerine ihanet edebiliyor. Politikaya bulaştın mı artık temiz yoktur, sadece daha az kirliler vardır diye özetlenebilecek mesaj ilgi çekici bir entrikayla birlikte veriliyor. İyi bir politik gerilim örneği. (7,5) SİNEMADA İZLENDİ