Depresyon hikayeleri üst üste geldi. Aşağıda The Beaver'daki Mel Gibson'dan sonra, bu kez intiharın eşiğindeki kişi, büyümenin getirdiği problemleri kaldıramayan 16 yaşında bir genç. Lise öğrencisi Craig, bunalımının zirveye vurduğu bir anda kendi isteği ile bir hastanenin psikiyatri servisine başvuruyor. Bir ilaç alıp çıkacağını düşünürken, klinik şefi "minimum gözlem süresi" kuralını işletiyor ve beş gün boyunca Craig'i bırakmıyor. Akıl hastanesinde geçen bir filmin 1975 yapımı Jack Nicholson'lı Guguk Kuşu'nu anımsatmaması mümkün değil. Anlatılan öykünün detayları Guguk Kuşu'ndan epey farklı olsa da, klinikteki hastaların arasında gelişen arkadaşlık ve birbirlerinden güç almaları olgusu Milos Forman klasiği ile benzerlikler taşıyor. The Hangover tarzı komedi filmlerinden tanıdığımız Zach Galifianakis, yine güldürmesine güldürüyor da, bu kez içten içe derin acılar çeken bir adamın yaşadığı hüznü de başarıyla perdeye yansıtıyor ve tek boyutlu bir aktör olmadığını ispatlıyor. Filmin adı "Komik Bir Hikaye" olsa da bir komedi filmi değil bu... Hatta intihara meyilli gençler gibi son derece sevimsiz bir konuyu lolipop kıvamına getirmesi nedeniyle eleştirilebilir bile. Öte yandan, hayata dair güzel mesajlar alınıp çıkarılabilecek ve umut aşılayan bir finale sahip hoş bir film. Sözün özü, tam değil ama it's kind of a good movie! (7) DVD'Sİ ÇIKTI
26 Ağustos 2011
23 Ağustos 2011
82. The Beaver
Ağır bir depresyon geçiren Walter Black, intiharın eşiğinden döndüğü bir gecenin ertesinde kunduz şeklindeki bir el kuklasını insanlarla iletişim kurmak için bir "alter ego", bir ikinci benlik olarak kullanmaya başlıyor. Mel Gibson'ın başrolünde oynadığı, Jodie Foster'ın hem yönettiği hem de gözü yaşlı eşi canlandırdığı The Beaver, aslında üzücü bir durumu ele alan ciddi bir film. Ama gel gelelim, Mel Gibson'ın filmin neredeyse tamamını elinde tüylü bir kuklayla geçirmesi ve ağır bir İngiliz Cockney aksanıyla onu konuşturması bizim filmi ciddiye almamızı, filmin içine girmemizi zorlaştırıyor. Mel Gibson iyi bir aktör ve Allah için burada da çok iyi bir iş çıkarmış, ama çoğu sahnede Mel'e mi bakacağım, kunduza mı bakacağım karıştırdım açıkçası. (6,5)
22 Ağustos 2011
81. Limitless
Şunu çok duymuşsunuzdur: "insanoğlu aslında beyin kapasitesinin ancak %20'sini kullanabiliyor." Bir hap düşünün ki, içtiğinizde işte o kapasite kullanımını %100'e çıkartıyorsunuz. Unutmak diye bir şey yok, çocukluktan beri gördüğünüz ve duyduğunuz her şeyi hatırlayabiliyorsunuz, tıpkı bilgisayarın hard diskinden dosyaları çağırır gibi... İşte Limitless bu merak uyandırıcı ana tema üzerine kurulu. Hollywood'un yükselen jönü Bradley Cooper ve Robert DeNiro'nun oyunculukları başarılı. Yönetmen Neil Burger'in baş döndürücü çekim teknikleri (mecazi değil, şu teleskobik sokak sahneleri gerçekten narkoz etkisi yapıyor) ve hızlı kurgusu iştahımızı kabartıyor. Ama bu ilginç konu sanki yeterince değerlendirilemiyor ve film üçüncü çeyreğe ulaştığında tökezlemeye başlıyor; gereksiz bir cinayet hikayesi, silahlı çatışmalar ve yumruk yumruğa dövüşlerle sıradan bir polisiyeye doğru kayıyor. Yani filmin bizzat kendisi kapasiteyi tam olarak kullanamıyor, bir NZT'ye ihtiyaç duyuyor. Yine de, yeterince oyalayıcı bir seyirlik. (7) DVD'Sİ ÇIKTI
18 Ağustos 2011
80. Fair Game
Beş altı yıl kadar önce bizim de gazete haberlerinden takip ettiğimiz gerçek bir olayı anlatan başarılı bir politik gerilim. Bush yönetimi, Irak'a girmek için uydurdukları "kitlesel imha silahları" masalının bir balon olduğunu ortaya çıkaran eski bir büyükelçiyi harcayayım derken, eşi Valerie Plame'in CIA ajanı olduğunu deşifre ediyor. Bunun sonucunda Plame'e bağlı çalışan Ortadoğu'daki birçok istihbaratçının hayatı tehlikeye giriyor. Plame ve eşi hükümete karşı dava açıyor ve kazanıyorlar. Film bir takım gerçekleri anlatırken oldukça cesur davranmış, başkan yardımcısı Dick Cheney dahil tüm isimler hiç değiştirilmeden aynen verilmiş. Filmin sonunda gerçek dava görüntülerinin, oyuncuların görüntüleri ile yanyana verilmesi ise etkileyiciliği bir kat daha arttırıyor. Amerikan hükümetini bu kadar yerin dibine sokan bir filmin, yine aynı ülkede çekilebiliyor olması da ayrıca dikkate değer. (7,5) DVD'Sİ ÇIKTI
16 Ağustos 2011
79. Drive Angry
Nicolas Cage herhalde birileriyle "arka arkaya 10 tane dandik film yapacağım" diye bir anlaşma filan imzaladı. Gerçi bu kez filmin zaten kendisi de kendini ciddiye almadığı için, Cage arada sırıtmıyor. Drive Angry, 70'li yılların B tipi avantür filmlerine bir saygı duruşu olarak sınıflandırılabilir. Quentin Tarantino kankası Roberto Rodriguez ile filmi izlediyse yapımcılara bir demet çiçek yollamıştır kesin... Filmde herşey saçmalık mertebesinde abartılı: aşırı şiddet, aşırı cinsellik, aşırı küfür ve aşırı istismar. Bütün bunları bilerek ve kabul ederek filmin başına oturanlar çok şikayetçi de olmayabilirler, bilmiyorum. Bu tür filmlerin olmazsa olmazı "arka planda patlayan bir araba olsun, adamımız da kameraya doğru slow-motion yürüsün" sahnesi de eksik değil elbette. (5) DVD'Sİ ÇIKTI
12 Ağustos 2011
78. Just Go With It
Yurtdışındaki kötü eleştirileri nedeniyle çok düşük beklentilerle başına oturduğum ama sürpriz şekilde çok eğlendiğim bir film oldu Just Go With It. Eğer Adam Sandler'a gıcık oluyorsanız, bu filmi de beğenmeniz mümkün değil. Ama ben nedense her rolünde bir içtenlik buluyorum bu adamın. Sanki ortada bir senaryo yok da, o an doğaçlama yapıyor gibi oynuyor. Üstelik bu kez Friends'den beri hayranı olduğumuz Jennifer Aniston da eşlik ediyor ona. Daha 10. dakikada filmin nasıl biteceğini tahmin edebiliyorsunuz, ama sonradan kadroya dahil olan Nicole Kidman, Dave Matthews (evet Dave Matthews Band'den Dave Matthews) gibi sürpriz isimler hem ilgi düzeyinizi hem de komedinin dozunu arttırıyor. Özellikle Hawaii bölümlerinde birkaç sahneyi kahkahalar atarak izlediğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Evde bir sinema gecesi için gayet uygun bir seçenek. (7,5) DVD'Sİ ÇIKTI
9 Ağustos 2011
77. No Strings Attached
Bir erkek ve bir kadın ilişkilerini sadece "yatak arkadaşlığı" (İngilizcesi "fuck-buddy" ama ben daha üsturuplu bir tercüme koyayım) boyutunda tutabilirler mi? No Strings Attached bu sorunun cevabını arıyor. Arıyor da, bu konu için seçilen kadın ürkek serçe kıvamındaki Natalie Portman (yoksa ürkek kuğu mu demeli)! Portman filmin hiçbir karesinde, bizi karşısındakine bağlanmaktan kaçınan ve sadece seks düşünen bir kadın olduğuna inandıramıyor. Allahtan bir noktadan sonra Hollywood romantik komedi taslağı devreye giriyor da Natalie'cik aslına dönüyor ve yaşlı gözlerle aşkını itiraf ediyor. Bunun dışında, filmin kalabalık yardımcı oyuncu kadrosu arasında geçen olayların bizleri güldürmesi bekleniyor, ama diyaloglar da pek zayıf yazılmış ne yazık ki... (5) DVD'Sİ ÇIKTI
4 Ağustos 2011
76. Transformers: Dark of the Moon
Hani küçükken mahallenizde Almanya'dan filan yeni taşınmış gelmiş çocuklar olur. Ellerinde daha önce hiç görmediğiniz acayip oyuncakları vardır, çocuğa biraz gıcık olursunuz ama, oyuncakları da çok caziptir, onunla oynamadan edemezsiniz. İşte Transformers'ın yönetmeni Michael Bay ile aramızda böyle bir ilişki var: Ortada senaryo, oyunculuk, mantık vesairenin kırıntısı yok, ama şıkır şıkır, gösterişli, pahalı bir oyuncak bu Transformers... Beynimin görmüş geçirmiş "über" film eleştirmeni tarafı "hayır sevemezsin, sevmemelisin" diye çekiştirirken, içimdeki 12 yaşındaki oğlan çocuğu "seviyorum üleyn!" diye bağırıyor. Elbette bu filme gidip de aman hayata dair yeni bir bakış açısı oluşturdum, yeni felsefeler keşfettim, bilinmeyen bilimsel gerçeklerden haberdar oldum filan demek mümkün değil. Öte yandan görsel yanı çok başarılı bir adrenalin bombası Transformers, hemen sadece erkek izleyiciye hitap eden... Son olarak şunu da demeden geçemeyeceğim: "Abimizsin Optimus Prime!".. (7) SİNEMADA İZLENDİ
75. Hanna
Hanna çok ümit verici bir şekilde başlıyor: Finlandiya'nın karlı ormanlarında, kızını tüm medeniyetten uzakta bir komando gibi yetiştiren bir eski CIA ajanı... Son derece saf bir güzelliğe sahip, ama tehlikeyle yüz yüze geldiğinde acımasız bir ölüm makinesine dönüşen 16 yaşında bir kız (Atonement ile Oscar'a aday olan Saoirse Ronan)... Bir süre sonra baba "artık zamanı geldi" diyor ve çocukluktan beri insan yüzü görmemiş kızını, en büyük düşmanlarından intikam almak üzere göreve gönderiyor. Biz de kendimizi sıkı bir aksiyona hazırlıyoruz. Ama sonra ne oluyor? Yönetmen Joe Wright sanki bir akıl tutulmasına uğruyor. "Ben farklı olacağım, sofistike bir aksiyon filmi çekeceğim" derken eli ayağına dolaşıyor, bizim bütün hevesimizi de kursağımızda bırakıyor. Filmin özellikle ikinci yarısında yoğun bir stilize olma çabası hakim. Hanna'nın dünyayı keşfetmesi bölümlerindeki anlamsız diyaloglar, gereksiz yakın plan çekimler, daha sonrasında Berlin sahnelerindeki oradan oraya koşturup durmalar izleyiciyi filmden uzaklaştırıyor. Chemical Brothers'ın başta ilginç gelen "dımtıs dımtıs" müziği ise, sonlara doğru artık bunaltmaya ve başağrısı yaratmaya başlıyor. Filmin en başında ve en sonunda duyduğumuz cümle, aslında film ile ilgili düşüncelerimi çok iyi özetliyor: "Kalbimizi ıskaladın Hanna"... (6) SİNEMADA İZLENDİ
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)