31 Ağustos 2018

71. Upgrade


Yakın gelecekte geçen hikayemizde, teknoloji yaşamın tüm yönlerini kontrol eder hale gelmiş. Teknolojiden pek hazzetmeyen sıradan vatandaşımız Grey hayatını eski model arabaları tamir ederek kazanıyor. Eşinin ölümüne neden olan bir silahlı saldırı sonrasında, onun da boynundan aşağısı felçli hale geliyor. Eşinin katillerini bulabilmek amacıyla deneysel bir tedaviyi kabul eden Grey'in omuriliğine STEM adı verilen bir chip yerleştiriliyor. Beyninden vücuduna giden tüm sinyalleri kontrol eden STEM onu sadece ayağa kaldırmakla kalmıyor, bir süper insan haline getiriyor. 

Avustralyalı Leigh Whannell kısıtlı bütçeleri çok verimli kullanmasıyla bilinen bir sinemacı. Yıllar önce kankası James Wan ile çektikleri, ve artık bir kült haline gelen, ilk Saw (Testere) filmi sadece 1 milyon dolara mal olup, 100 milyon dolar hasılat elde etmişti. Şimdi Upgrade için de 5 milyon dolar gibi oldukça mütevazı bir bütçe kullanılmış. Ama filmin hiçbir karesinde bütçe yetersiz kalmış gibi bir izlenim edinmiyoruz. Upgrade ilginç bir konsepte sahip, sıkı bir bilim-kurgu aksiyonu. Leigh Whannel dövüş sahnelerinde kamerayı Grey'in bedenine sabitleyerek nefes kesen sekanslar elde etmiş. Özellikle STEM'in ilk kez sazı ele aldığı, yani Grey'in vücudunu kontrol etmeye başladığı, çete üyesinin evindeki bıçaklı kapışma sahnesinde sesli bir şekilde "vay" dedim. O sahneden itibaren film vites yükseltiyor, turbo moduna geçiyor ve bir daha da ayağını gazdan kesmiyor.

Tom Hardy'ye olan aşırı benzerliği nedeniyle hakkında "yan sanayi Tom Hardy" esprisi yapılan başroldeki Logan Marshall-Green gayet başarılı. Özellikle STEM'in vücudunun kontrolünü ele aldığı sahnelerde, bir yandan kötü adamları patada kütede harcarken bir yandan suratındaki "ben neler yapıyorum Allahım" ifadesi görmelere değer. Sondaki sürprizli final takıntısı ise bence filmin hikaye akışına zarar veriyor. O finalden sonra geriye dönerek olup bitenleri düşündüğünüzde bazı mantıksızlıklar bulmak pekala mümkün. Yine de bilim-kurgu sevenleri tatmin edecek, sürükleyici bir aksiyon filmi Upgrade.

Benim Notum: 7,5 / 10

22 Ağustos 2018

70. First Reformed


New York'taki First Reformed adlı küçük bir kilisenin rahibi Ernst Toller, dünyanın geleceği ile ilgili kaygılar duyan genç bir çevreci aktivist ve onun hamile eşine yardımcı olmaya çalışıyor. Ancak kendi geçmişinde de kişisel bazı trajediler ve pişmanlıklar barındıran, alkol bağımlısı bu din adamı, aileyi daha yakından tanıdıkça, dini öğretilerle ve özellikle  de kilise hiyerarşisi ile ters düşmeye başlıyor ve şiddete yöneliyor. Son üç filminin IMDb notu 4,6 - 4,4 ve 3,8 olan bir yönetmenden bu kadar kişilikli, bu kadar özgün bir yapım kimse beklemezdi herhalde. Oysa ki bahse konu isim Paul Schrader. Son dönemlerde bir form düşüklüğü yaşasa da o aslında 35-40 yıl önce Taxi Driver ve Raging Bull gibi klasikleri yazmış önemli bir sinemacı. Zaten bu filmdeki rahip de şaşılacak derecede Taxi Driver'da Robert DeNiro'nun canlandırdığı Travis Bickle karakterine benziyor. Onun gibi geceleri uyuyamıyor, onun gibi günlük tutuyor, vesaire.

En başından beri iyi bir aktör olan Ethan Hawke, son yıllarda iyice geliştirdiği çizgisini rahip Toller rolünde zirveye çıkarıyor ve bence kariyerinin en iyi oyununu ortaya koyuyor. Paul Schrader'ın filmi, siyah-beyaza yakın renk paletiyle, minimal müzik kullanımıyla, görüntüdeki 4'e 3'lük sıradışı en-boy oranıyla stil olarak 60'lı yılların Avrupa sinemasını, özellikle de Ingmar Bergman filmlerini hatırlatıyor. Zaten Schrader da Bergman'a olan hayranlığını gizlemeyen bir sinema adamı. Uzun sessizlikleri, boş mekanların kullanımı ve neredeyse bir ayini andıran temposuyla First Reformed'un herkese hitap etmeyeceğini söylemek bilmişlik olmaz. Gerçek sinemanın lezzetini almak isteyenler ise bu inanç masalının tuhaf gizemlerini ve güzelliklerini keşfetmekten memnun kalacaklardır. 

Benim Notum: 7,5 / 10


14 Ağustos 2018

69. The Tree of Life

Yaz sezonunda sinemalarda doğru dürüst film olmayınca, evde geçmiş senelerden kalan eksiklerimi kapatıyorum. Criticker.com sitesinde "2010'lu yılların en popüler 100 filmi" listesindeki filmlerin 99'unu gördüğümü fark edince, görmediğim tek filmi de temizleyip tulum çıkarmak şart oldu.

Terrence Malick çok kendine özgü bir yönetmen. Ortalama beş yılda bir film çekiyor ve çekti mi de bütün Hollywood yıldızları onun filminde oynamak için sıraya giriyor. 2011 yapımı The Tree of Life'da da Brad Pitt, Sean Penn ve Jessica Chastain gibi A sınıfı yıldızlar bir araya gelmiş. Ancak "Brad Pitt ve Sean Penn varmış, mutlaka izleyelim kız" diye ekran başına geçenler, eminim küçük bir şok yaşamışlardır. Çünkü bu son derece kişisel, had safhada içe dönük bir film. Her ne kadar o yıl Cannes'da Altın Palmiye ödülü almış olsa da, hatırlıyorum, film gerek eleştirmenleri gerekse seyirciyi ikiye bölmüştü. "Yılın en iyi filmi" diyenler de oldu, "nefret ettim" diyenler de. Ben biraz ortalarda bir yerdeyim.

Filmin konusunu anlatmak zor ama bir deneyeyim: Orta yaş bunalımı geçirmekte olan, hali vakti yerinde bir iş adamı Jack (Sean Penn) sık sık çocukluğuna geri dönüyor ve 50'li yıllarda Teksas'ın bir kasabasında babası (Brad Pitt) annesi (Jessica Chastain) ve iki erkek kardeşi ile geçirdikleri günleri hatırlıyor. Ailenin yaşadığı büyük bir trajedi sonrasında hem küçük Jack hem de özellikle anne Tanrı'yı, doğayı ve hayatı sorgulamaya başlıyor. İşte bu noktada Terrence Malick "en başta bir toz bulutu vardı" diyor ve bize resmen evrenin doğuşunu gösteriyor. Yanlışlıkla National Geographic kanalına geçtiğimizi düşündüğümüz o 20 dakika boyunca, uzayı, okyanusları, ormanları, şelaleleri ve dinozorları (evet evet dinozorları) izliyoruz. Sonrasında film Jack'in babasıyla ilişkilerine dair kısa kısa kliplerden oluşan bir montaj şeklinde devam ediyor.

Şimdi böyle makaraya alınca filmi sevmeyenler arasında olduğum düşünülebilir. Aslında tuhaf bir şekilde sevdim. Bir kere Terrence Malick görsel yönü çok kuvvetli bir sinemacı. Filmi izledikten sonra o muhteşem görüntüler ve müzikler uzunca bir süre aklınızdan çıkmıyor, neden olduğunu bilmeden etkileniyorsunuz. Bir operadan ya da çok güzel resimlerle dolu bir sanat galerisinden çıkmış gibi hissediyorsunuz. Beynimizin sağ tarafını bol bol çalıştırmamızı sağlayan, mantığımızdan ziyade sezgilerimize seslenen bir sanat eseri The Tree of Life. 

Benim Notum: 7 / 10   

11 Ağustos 2018

68. Blockers

Yıllar önce pek meşhur olan ve bir seriye dönüşen American Pie filmindeki hikayenin kızlar versiyonu. American Pie'da dört lise öğrencisi oğlan mezuniyet gecesinde ne yapıp edip bekaretlerini kaybetmek üzere bir anlaşma yapıyorlardı. Bu kez aynı hedef için anlaşan üç kız ve gece boyunca kızlarının peşlerinde koşturup onları engellemeye çalışan ebeveynlerinin hikayesini izliyoruz. Yönetmen koltuğunda daha önce Pitch Perfect filmlerinin senaryo yazarı olarak tanıdığımız ve ilk filmini çeken kadın yönetmen Kay Cannon oturuyor. Amerikalıların nedense pek sevdikleri bol dumanlı, penisli, kusmuklu, edepsiz komedi tarzının bu yeni örneği Amerika'da 60 milyon dolarlık bir gişe hasılatı elde etti. Bana çok hitap eden bir tarz değil, ama American Pie filmlerini sevdiyseniz, bunu da seversiniz.

Benim Notum: 5,5 / 10  

10 Ağustos 2018

67. Detroit

Kathryn Bigelow, The Hurt Locker ve Zero Dark Thirty'den sonra, "Amerikan tarihinden gerçek olaylar üçlemesi" diyebileceğimiz seriyi Detroit ile tamamlıyor. Bu kez 1967 yılında Detroit'teki zenci ayaklanmasına çeviriyor kamerasını. Ancak ayaklanmanın gidişatı ile ilgili geniş bir perspektif vermek yerine, sokak olaylarını bir dekor olarak kullanıp, bir otelde geçen tek bir geceyi odağına alıyor. Bir ihbar üzerine Algiers Motel'e baskın düzenleyen bir grup ırkçı polis, burada gözaltına aldıkları siyahi gençlere (ve onlarla beraber olan iki beyaz kıza) hem fiziksel hem psikolojik akıl almaz bir şiddet uyguluyorlar. Kathryn Bigelow'un detaylara hakimiyeti ve seyirciyi olayların tam ortasına yerleştiren tarzı bu filmde de kendini gösteriyor. Sanki olayın kurbanları ile birlikte biz de o geceyi Algiers Motel'de geçiriyoruz ve dehşeti iliklerimize kadar hissediyoruz. Gerçekten de, filmin özellikle ortadaki bir saatlik bölümü, sanki bir politik drama değil de bir korku filmi izlemişiz gibi bir etki bırakıyor üzerimizde. Bu gerilim bittikten sonraki mahkeme süreciyle de Amerikan hukuk sisteminin iki yüzlülüğünü net bir şekilde ortaya koyan, ahlaki sorgulamalara açık bir final yapılıyor. John Boyega, Anthony Mackie, Algee Smith ve kötü polisi canlandıran Will Poulter'ın oyunculukları gayet başarılı.


Benim Notum: 7 / 10

5 Ağustos 2018

66. Loving Pablo

Netflix dizisi "Narcos" sayesinde iyice popüler olan Kolombiyalı uyuşturucu baronu Pablo Escobar'ın hayatını, bu kez gazeteci sevgilisi Virginia Vallejo'nun gözünden anlatan bir film. İspanyol yönetmen Fernando León de Aranoa'nın yönettiği filmde İspanyol sinemasının kral ve kraliçesi (ve gerçek hayatta da evli olan) Javier Bardem ve Penelope Cruz başrolleri paylaşıyorlar. Elbette, Narcos gibi üç sezon ve 30 bölüme yayılan bir dizide Escobar'ın hayatı ile ilgili birçok detay derinlemesine irdelenebilirken, iki saatlik bir sinema filmine herşeyi sıkıştırmaya kalkışınca, ortaya yüzeysel bir kolaj çıkıyor. Ancak yine de, Cruz ve Bardem ışıltılarıyla filmi izlenir hale getiriyorlar. Özellikle diziyi izlememiş olan ve yirminci yüzyılın bu efsane suç figürünün hayatını, sınır tanımaz hırsının ulaştığı devasa gücü ve devletle giriştiği büyük savaşı ilk kez görecekler için ilginç olabilecek bir hikaye.

Benin Notum: 7 / 10

4 Ağustos 2018

65. Unsane


Birileri tarafından takip edildiğini düşünen ve bunu bir paranoya haline getiren genç bir kadın, sadece destek almak üzere bir psikiyatri kliniğine başvuruyor. Görüşme sonrasında kendi isteği dışında hastaneye yatırılıyor ve bir tür hapis hayatı yaşamaya başlıyor. Üstelik de o hastanede en büyük korkusuyla yüzleşmek zorunda kalıyor. Tüm bunlar kadının gözünden anlatıldığı için, biz seyirciler acaba kadın gerçekten deli mi yoksa bir komplonun kurbanı mı diye düşünmeye başlıyoruz. 

Steven Soderbergh deneyler yapmayı seven bir yönetmen. Bu kez de, bu filmi tamamen bir iPhone 7 Plus telefon ile çekmiş. İlk başta sadece bir pazarlama numarası gibi görünen bu çekim tekniği, aslında filmin klostrofobik ve tekinsiz havasına katkı sağlamış. Büyük kameraların giremeyeceği köşelere bir iPhone rahatlıkla sığdırıldığı için, film boyunca değişik kamera açıları yakalanmış. Bu da filmin ana teması olan bir başkası tarafından gözlenme duygusunu pekiştirmiş. Crown dizisi ile parlayan Claire Foy, aldığı ödülleri hak ettiğini gösteriyor.

Benim Notum: 7,5 / 10