26 Nisan 2018

36. Molly's Game


Molly's Game'i sevip sevmeyeceğiniz ile ilgili kendinize şöyle bir küçük test uygulayabilirsiniz: Eğer iki sene önceki Steve Jobs filmini sevdiyseniz (Ashton Kutcher'ın oynadığı Jobs değil, Michael Fassbender'ın oynadığı Steve Jobs) bu filmi de seversiniz. Ben senaryo yazarı Aaron Sorkin'in Steve Jobs'daki o kelimelere takla attıran diyaloglarına bayılmıştım, Molly's Game'i de çok sevdim. Bir filmin yürümesini sağlayan ana mekanizma olarak diyalogları kullanmak söz konusu olduğunda, bu alanda Sorkin'den daha maharetlisi yok. CV'sinde A Few Good Men, The Social Network ve tabii Steve Jobs gibi çok başarılı işler olan Oscar ödüllü senaryo yazarı Aaron Sorkin, Molly's Game ile birlikte yönetmenlik kariyerine de adım atıyor. Film, olimpiyatlara gidecek kadar başarılı bir kayak sporcusuyken geçirdiği bir kaza sonucu spordan kopan, hukuk fakültesinde okumaya hazırlanırken kendini Los Angeles'ta milyon dolarlarlık bahislerin döndüğü gizli poker partilerinin organizatörü konumunda bulan Molly Bloom'un gerçek yaşam öyküsünü anlatıyor. 

Molly's Game, tıpkı Steve Jobs gibi diyaloglara dayanan bir film. Ama ne diyaloglar!.. Steve Jobs ile ilgili yazımda "bu kelimeler üzerine kurulmuş bir aksiyon filmi" demiştim, aynı duyguyu burada da yaşadım. Aslında iki buçuk saatlik uzun denebilecek bir süreye sahip olmasına rağmen, filmi izlerken bir dakika bile sıkılmadım. Filmdeki karakterler Aaron Sorkin'in beyninin çalışma şekline uygun bir formatta konuşuyorlar, örneğin konuşma sırasında aynı anda iki konu paralel ilerleyebiliyor, ya da konuşmanın başında değindikleri bir detaya konuşmanın sonunda yeniden dönüyorlar. Sanki top yerine kelimelerin kullanıldığı heyecanlı bir tenis maçı izliyoruz. Elbette bu "odadaki en zeki kim" yarışmasına dönen atışmalara bakıp "gerçek hayatta kimse böyle konuşmaz ki canım" eleştirisi getirenler olacaktır. Bunu biliyorum  ama için için "keşke gerçek hayatta herkes böyle konuşsa" demekten de kendimi alamıyorum. Çünkü filmi izlerken resmen beyninizin egzersiz yaptığını, nöronlarınızın vitaminle beslendiğini hissediyorsunuz.  

Başrolde Jessica Chastain'in üstün yeteneğini çarpıcı bir şekilde kullanan Molly's Game ne yazık ki Türkiye'de sinemalarda gösterime girmedi; ama Bein Connect platformunda (Digiturk) izleyebilirsiniz. 

Benim Notum: 8 / 10 

21 Nisan 2018

35. Rampage

Türkçe adı "Büyük Yıkım" olan bir filmin sinema sanatı adına yeni ufuklar açmasını, oyuncularının çok gerçekçi bir senaryo eşliğinde Oscarlık performanslar sunmasını filan beklemiyordunuz herhalde, değil mi? Rampage kapağında ne yazıyorsa o... Genetikleriyle oynanması sonucu dev canavarlara dönüşen üç hayvan (bir goril, bir kurt ve bir timsah) Chicago şehrini darmaduman ediyor, kaslı abimiz Dwayne "The Rock" Johnson da yanında koşuşturup duran bilimsel ablayla birlikte dünyayı kurtarmaya çalışıyor. Yönetmen Brad Peyton'ın üç sene önceki başrolde yine Dwayne Johnson'ın yer aldığı San Andreas filmini izlediyseniz neyle karşılaşacağınızı az çok tahmin edebilirsiniz. Hatta tıpkı orada olduğu gibi bu filmde de Dwayne Johnson helikopteriyle şehrin üstünde dolaşıp duruyor. Filmi hiç yerden yere vurmaya girişmeyeceğim, çünkü sinemaya girerken  beklentim zaten hemen hemen buydu. Kucağınızda patlamış mısırla birlikte iki saatliğine beyninizi park edip, başarılı görsel efektlerin tadını çıkarmak, King Kong ve ekürisinin koca koca gökdelenleri devirmesini izlemek istiyorsanız, Rampage vaad ettiklerini yerine getiriyor.

Benim Notum: 6 / 10

19 Nisan 2018

34. Hostiles

1892'de vahşi batıda geçen hikayede, Amerikan ordusunda yıllarca Kızılderililere karşı acımasızlığıyla nam salmış efsanevi bir yüzbaşı, hükümetin bir halkla ilişkiler projesi gereği tutsak iken salıverilen bir Kızılderili şefine doğduğu topraklara yapılacak tehlikeli bir yolculuk boyunca refakat etmekle görevlendiriliyor. Filmin, yıllar önce Pazar sabahları TRT'nin western kuşağında izlemeye alıştığımız John Ford klasiklerini hatırlatan sinematografisi nefis. O eşsiz doğa manzaraları, uçsuz bucaksız gibi görünen araziler, çöller, kanyonlar ve dağlar özellikle büyük sinema perdesinde çok etkileyici duruyor. Vicdanı körelmiş askeri oynayan Christian Bale ve korkunç acılar yaşamış anne rolünde Rosamund Pike sağlam iş çıkarıyorlar. Filmin yan rollerinde bir sürü yetenekli oyuncu da var. Örneğin bu senenin yükselen yıldızı, Oscar adayı da olmuş Timothee Chalamee (Call Me By Your Name, Lady Bird) kısacık rolünde bir görünüp hemen kayboluyor. Yönetmen Scott Cooper’ın çektiği Hostiles, bir yolculuğu ve yol boyunca yaşanan vicdani hesaplaşmaları anlatıyor. Zaman zaman temposu çok düşen ve biraz fazla uzun tutulmuş gibi görünen filmde, hikayedeki ana karakterler kayıpları kabullenme ve daha önce düşman görünen tarafı anlama yönünde bir perspektif değişimi yaşıyorlar. Açılıştaki fazlasıyla şiddet yüklü sahnede ilk önce Kızılderililer vahşiler olarak gösterilirken, film ilerledikçe görüyoruz ki hikayedeki beyazlar da az barbar değil. Yalnız tabii filmin ana mesajını afişe dan diye yapıştırmak ("we are all hostiles") pek iyi olmamış. Bu gerçeği biz seyirciler kendi kendimize keşfetseydik keşke... 

Benim Notum: 7 / 10  

17 Nisan 2018

33. A Quiet Place


İşte asla sinemada patlamış mısırla izlenmeyecek bir film. A Quiet Place'in özellikle ilk yarısında neredeyse hiç çıt çıkmadığı için, mısır haşırtılarınız bütün salonda yankılanabilir, kucağınızda bir kova mısırla öyle kalakalırsınız.

Jordan Peele'in geçen sene Get Out ile elde ettiği sürpriz başarıdan sonra, komedi aktörlüğünden gelip yönetmen olarak korku/gerilim sinemasında iyi işler çıkaranlar kervanına John Krasinski de ekleniyor. En çok The Office dizisindeki Jim Halpert rolüyle hatırlanan Krasinski'nin çektiği filmde, post apokaliptik bir gelecekte, sese aşırı duyarlı bir takım canavarlara karşı hayatta kalma mücadelesi veren bir aileyi izliyoruz. Ses çıkardığınız an canavarlara yem olduğunuz bir dünyayı anlatan hikayede, sessizlik yazının girişinde de bahsettiğim gibi filmin ana oyuncularından biri haline dönüşüyor. Krasinski aslında tek bir konseptten iyi malzeme çıkarmış. Ailenin günlük hayatlarını idame ettirirken ses çıkarmamak için bulduğu yöntemler ilginç: tabak yerine geniş yaprak kullanmak, yürüdükleri yollara kumlar dökmek, suyu lavaboya değil havluya akıtmak vesaire gibi önlemler ailemizin bu yeni hayata iyi adapte olduğunu gösteriyor. Filmi izlerken insanoğlunun ne kadar gürültücü bir tür olduğunu da daha iyi anlıyorsunuz. Korku filmlerinde genelde karakterler aptalca tercihler yaparlar (girmemeleri gereken bir odaya girmek, açmamaları gereken dolap kapağını açmak gibi). Burada ise aile fertleri, özellikle de anne-baba epey mantıklı kararlar alabiliyor. Ayrıca sessizlik üzerine kurulu bir hikayede, ailenin kızlarının işitme engelli olması ve üstelik de bu rolü gerçek hayatta da doğuştan sağır olan Millicent Simmonds'ın oynaması filmle ilgili beğendiğim küçük motifler. Ses kurgusu ve ses miksajı da çok iyi filmin. Tabii senaryodaki bazı mantık hatalarına fazla kafayı takmamak lazım; örneğin ailenin evinde elektrik nasıl oluyor, eğer jeneratör varsa nasıl gürültü çıkarmıyor gibi. Bunlara fazla takılmadan, özgün bir konsept eşliğinde gerim gerim gerilmek istiyorsanız A Quiet Place iyi bir seçim.

Benim Notum: 7,5 / 10

15 Nisan 2018

32. Annihilation

Netflix'in film şirketleri ile yaptığı anlaşmalar, farklı ülkelerde farklı uygulamalara yol açabiliyor. Örneğin, geçen ay bu blogda yazdığım Mudbound Türkiye'de sinemalarda gösterime girerken Amerika'da sadece Netflix'te yayınlandı. Natalie Portman'ın başrolünde oynadığı Annihilation ise tam tersi bir yol izleyerek Amerika'da Şubat ayında sinemalarda gösterime girmesine rağmen, Türkiye'de direkt Netflix'e geldi. Netflix üyesiyseniz hemen şu an Annihilation'ı televizyonunuzda ya da bilgisayarınızda izleyebilirsiniz. Sinema salonunda film izleme ritüelini sabote ettiğine inandığım Netflix'in bu tür uygulamalarından hiç hoşnut olmasam da, değişen zamanlara adapte olmaktan başka çaremiz yok.

Gelelim filmimize: Dünyaya uzaydan düşen ve "Shimmer" denilen bir tür ışık kubbesi, etkisi altına aldığı bölgedeki bitkileri ve hayvanları değişime uğratmaya başlıyor. Natalie Portman'ın canlandırdığı Lena adındaki bir biyolog da bir grup bilim kadını ile birlikte gökkuşağına benzer bir duvar ile çevrili bu bölgenin içine gönderiliyor. İlk filmi 2014 yapımı Ex Machina ile dikkatleri üstüne çeken İngiliz yönetmen Alex Garland, yine beyinlerimize fazla mesai yaptırmayı hedefleyen bir bilim-kurgu çekmiş. Entellektüel düzeyi yüksek bir senaryoya sahip Annihilation ortaya bir takım fikirler atıyor ve seyircisinin bunlar üzerine düşünmesini istiyor. Filmi eşim ve oğlumla birlikte izledik ve filmin sonunda üçümüzün de anlatılan hikayede neler olduğu ile ilgili farklı farklı yorumları vardı. Bu da güzel bir şey aslında. Ama finalde bazı soruların ucunun açık bırakılması her seyircinin hoşuna gitmeyebilir. Bir de, kadın kahramanımızın makineli tüfeğiyle yaratıkları hakladığı, Alien benzeri bir aksiyon bekleyerek filmi izlemeye başlayanlar hayal kırıklığı yaşayabilir. Bu o tarz bir bilim-kurgu değil. Felsefi yönü ağır basan hikayeleri izlemek isteyenler Annihilation'ı beğenecektir. Ama filmin seyircisi ile arasına bir mesafe koyduğunu ve biraz erişim zorluğu taşıdığını da kabul etmek lazım.

Benim Notum: 7 / 10 

  

13 Nisan 2018

31. Pacific Rim: Uprising

Beş sene önceki ilk Pacific Rim filmini çeken kişinin, bu seneki Oscar'ların yıldızı The Shape of Water'ın yaratıcısı Guillermo del Toro olduğunu söylesem kaşlarınızı kaldırıp hayretle bakarsınız herhalde. Meksikalı yönetmen bu filmin çekimleri sırasında "kara gölün canavarının aşkı" ile haşır neşir olduğu için projede sadece yapımcı olarak yer almış. Onun yaratıcılığı ve görsellikteki ustalığı olmayınca da geriye Transformers benzeri bir metal yığını kalmış. Hikaye hemen hemen aynı: Pasifik okyanusundaki bir yarıktan çıkıp gelen Godzilla benzeri uzaylı yaratıklar dünyayı yoketmek istiyor. Dünyalılar da inşa ettikleri dev robotlarla onları durdurmaya çalışıyor. Bu robotların neden kokpitteki iki pilot tarafından yönetildiğini tam olarak anlayamasak da pilotların senkronize yaptıkları dövüş koreografileri belli bir cazibe taşıyor. Zaten film bizim fazla soru sormamızı da istemiyor; sadece mısırımızı yiyip perdedeki içi boş aksiyonu ve o devasa yıkımı seyretmemizi bekliyor. Star Wars'taki sevgili Finn'imiz John Boyega göründüğü her sahnede filme bir enerji katmayı başarsa da, kötü bir senaryo ve yeteneksiz bir yardımcı oyuncu kadrosu yüzünden onun çabası da yeterli olamıyor.

Benim Notum: 5 / 10

11 Nisan 2018

30. Kelebekler


"Nasıldı" diye soran birine iki-üç cümle ile tarif etmesi zor bir film Kelebekler. Film sona erdiğinde beynimden geçen hakim hissiyat "tuhaf bir şey izlediğim kesin, ama ben bu tuhaf şeyi çok sevdim" şeklindeydi. Absürd komedi tanımlaması üzerinde genel bir mutabakat var, ama ben bunun bir absürd komedi olduğuna da tam katılamıyorum. Tamam, filmde ilk bakışta absürd gelebilecek birçok sahne var (astronotlar, patlayan tavuklar, vesaire) ama bu detayların gayet mantıklı açıklamaları da sunuluyor bilahare.

İki sene önce Sarmaşık ile son derece başarılı bir psikolojik gerilime imza atan Tolga Karaçelik, üçüncü filmi Kelebekler'le "takip edilmesi gereken yönetmenler" listemdeki yerini sağlamlaştırıyor. Bu seneki Sundance Film Festivalinde Büyük Jüri Ödülü alan Kelebekler, babalarının daveti üzerine yıllar sonra bir araya gelen ve doğdukları köye geri dönen üç kardeşin hikayesini anlatıyor. İlk bir saatinde sevimli bir yol hikayesi olarak başlayan film, geçmişle hesaplaşmanın ve acı hatıralarla yüzleşmenin ön plana çıktığı, köyde geçen ikinci bölümde biraz daha drama kayıyor. Ama arada hınzır çıkışları da ihmal etmeden. Seyircisini sürekli şaşırtmayı beceren Kelebekler'de, çok iyi yazılmış karakterler filmi alıp götürüyor. Hele o finaldeki "kör çoban" sürprizi, salonu ağzımız kulaklarımızda terketmemizi sağlıyor. Zeki ve yaratıcı bir sinemacının bir finansal yardım olmadan da (film Kültür Bakanlığı desteğinden yararlanamadı) nasıl fark yaratabildiğini cümle aleme gösteren, "yılın en iyileri" listeme gireceğini şimdiden ilan edebileceğim, sıradışı bir film Kelebekler.

Benim Notum: 8 / 10

4 Nisan 2018

29. Ready Player One

2045 yılında geçen filmde insanlık VR (sanal gerçeklik) manyağı olmuş, büyüklü küçüklü herkes işi gücü bırakmış zamanını Oasis denilen bir oyunun içinde geçiriyor. Oasis'in yaratıcısı ölümünden önce oyunun içine bir sürpriz yumurta yerleştiriyor ve çeşitli ipuçlarını çözerek bu yumurtayı bulacak olan kişiye oyunun tüm kontrolünü sunmayı vaadediyor. Steven Spielberg'in son oyuncağı Ready Player One eğlenceli bir film, özellikle sanal dünyadaki aksiyon sahneleri gayet başarılı. Bir araba yarışı sahnesini, tempo ve zamanlamanın ustası Spielberg'in elinden çıkmış haliyle izlemek başka bir deneyim. Yönetmenin tüm yaratıcılığını konuşturduğu, oyunun içini gösteren bölümlerdeki görsel efektler ağızlarımızı açık bırakıyor. Bu görüntülerin tadına tam varabilmek için bu filmi -eğer şehrinizde varsa- bir IMAX salonunda izlemenizi salık veririm. Öte yandan, %80'i bilgisayar oyununun içinde geçen film bir süre sonra "bu kadar sanallık fazla" da dedirtmiyor değil. Keşke teknik üstünlükleri yaratmada harcanan emeğin onda biri karakter gelişimi için de kullanılsaymış. Bir de 80'ler nostaljisi sanki biraz abartılmış. Neredeyse iki dakikada bir çocukluğumuzdan bir filmin, bir şarkının, bir oyunun, bir ünlünün bahsi geçiyor. Benim Spotify 80'ler playlist'imdeki parçaların neredeyse yarısı filmde çalıyor. Film sanki sürekli bize "bakalım bunu hatırlayacak mısın" diyor ve popüler kültüre dair bazı detayları yakaladığımız için kendimizi zeki hissetmemizi bekliyor. Bu nostaljik dokundurmalar dudaklarımızda bir gülümseme yaratsa da, aşırısı artık tat vermemeye başlıyor. Ama o mükemmel "The Shining" bölümünü ayrı tutuyorum. Stanley Kubrick klasiğinin yeniden canlandırıldığı bölüm o kadar güzel çekilmiş ve asıl filme öyle güzel entegre edilmiş ki, sadece "The Shining" sekansı bile Ready Player One'ı izlemek için bir sebep oluşturabilir.

Benim Notum: 7 / 10