25 Şubat 2011

26. Black Swan

Bu yazıyı okurken bir yandan da Çaykovski dinlemek hoş olabilir, şuracığa sağ tıklayıp yeni bir pencerede açın.

Black Swan, sinemada kapanış jeneriği akarken insanı koltuğa mıhlayan filmlerden. Ama zaten "Requiem for a Dream"i izlemiş olanlar yönetmen Darren Aronofsky'deki bu "oturtma" potansiyelini iyi bilirler. Black Swan'ı kategorize etmek zor: zaman zaman dram, çoğu zaman psikolojik gerilim sularında gezinen film kimileri için bir korku filmi olarak da değerlendirilebilir. Dakikalar ilerledikçe anlıyoruz ki bu aynı zamanda Kuğu Gölü balesinin bir uyarlamasıdır. Mükemmelliğe ulaşayım derken kafayı yiyen genç balerin rolünde Natalie Portman "bu sene Oscar benim" diye bas bas bağırıyor. Bir zamanlar Leon'da elinde saksısıyla dolaşan küçük kız olarak tanıyıp sevdiğimiz Portman, gerek psikolojik gerek fiziksel olarak çok emek isteyen bu rolün altından başarıyla kalkmayı biliyor. Aronofsky'nin filmi ateşli bir hastalık sırasında gördüğümüz rüyalara benziyor. El kamerasıyla yapılan çekimler ve kumlu görüntüler bu rüya etkisini arttırıyor. Nina'nın halüsinasyonları ile birlikte sonlara doğru biz de neyin gerçek neyin hayal olduğunu anlamakta zorlanıyoruz. Finalde ise Kuğu Gölü'nün o zirveye vuran nefeslileri eşliğinde kendimizi koltuğa yapışmış ve "neydi bana çarpan" diye şaşkın şaşkın etrafa bakarken buluyoruz. Black Swan bir kereden fazla izlenmeyi hak eden, senenin en iyi filmlerinden biri. (8,5)   SİNEMADA İZLENDİ

25. 127 Hours

Birkaç entry aşağıda Biutiful'un yönetmeni Inarritu'nun hep aynı filmi çektiğinden bahsetmiştim. İşte dünyada bunu yapmayan bir yönetmen varsa o da Danny Boyle. Trainspotting'de bir uyuşturucu bağımlısının hayatını anlatan, 28 Days Later'da modern bir zombi hikayesi kurgulayan Boyle, Sunshine ile uzaya çıkmış, Slumdog Millionaire ile ise Bombay'ın sefaletine dalmıştı. İşte şimdi de Milyoner'deki o kalabalık ve bol mekanlı hikayeden hemen sonra, neredeyse tamamı tek mekan ve tek oyuncu ile geçen bir işe soyunuyor. Afişteki detaylara bakmasanız bu iki filmin aynı ekibin elinden çıktığına inanmazsınız, ama senaryo yazarı (Simon Beaufoy), görüntü yönetmeni (Anthony Dod Mantle) ve hatta besteci (A.R.Rahman) Milyoner ile aynı. 127 Saat ıssızlığın ortasında bir kaya parçasının altında sıkışıp kalan bir dağcının beş gün sürecek hayatta kalma mücadelesini anlatıyor. Filmin başındaki o çılgın kurgu zaten belli bir süre ilgiyi ayakta tutuyor. Ancak ortalarda Aron'un yaşam muhasebesi yaptığı ve halisünasyonlar gördüğü bölüm bana biraz fazla "psychedelic" geldi. DİKKAT SPOILER: Sondaki kendi kolunu kırma (ah... o ses!) sonra da kör bıçakla yumuşak dokuyu kesme sahnesi ise sinemada şimdiye kadar gördüğüm en izlemesi zor sahnelerdendi. (7) SİNEMADA İZLENDİ

22 Şubat 2011

24. The King's Speech

İlginç bir tesadüf, bu senenin en iyi film Oscar'ı için yarışan en güçlü iki aday film "konuşma" konusunda tezat bir tablo oluşturuyorlar: The Social Network'teki makine gibi konuşan Mark Zuckerberg'e karşılık, The King's Speech temel problemi konuşamamak olan bir adamın hikayesini anlatıyor. Üstelik de o adam o tarihlerde dünya topraklarının dörtte birine hükmeden bir imparatorluğun kralı. Krallığı hiç istemediği halde, abisinin gönül işleri nedeniyle "sıradaki kişi" olarak mecburen tahta çıkan kekeme VI.George rolünde Colin Firth bu senenin kesinlikle en iyi oyunculuk performansını sergiliyor. Zaten alınacak ne kadar ödül varsa aldı, geriye bir tek Oscar kaldı; onu da alacaktır. Bazı filmlerin fragmanları filmin başarısını tam olarak yansıtmıyor, The King's Speech'in fragmanını izlediğimde bana hiç çekici gelmemişti, "katlanacağız artık" diyerek sinemaya gittim. Ama işte o iki dakikalık fragmanlarda oyuncuların bir filmi nasıl alıp götürdüğünü farkedemiyorsunuz. Colin Firth ve Geoffrey Rush iki saat boyunca karşılıklı döktürüyorlar ve son yılların en iyi beyazperde ikilisi olmayı başarıyorlar. Tom Hooper'ın dönemi çok iyi yansıtan set yönetimi ve İngiliz mizahının o tek cümlelik ince esprileri ile dolu senaryo filmden alınan lezzeti arttırıyor.(8) SİNEMADA İZLENDİ


Not: Film Amerika'da 17 yaşından küçüklere yasaklanmış; nedeni filmin içinde çok fazla "fuck" kelimesinin geçmesiymiş. Bu çok komik! Çünkü filmin sadece bir sahnesinde -o da konuşma terapisi kapsamında- kralımız arka arkaya 7-8  kere bu kelimeyi kullanıyor. Onun dışında hiçbir şiddet ya da cinsellik yok. İlk defa bizim film değerlendirme kurulu doğru bir iş yapmış  ve filme "genel izleyici kitlesi" onayı vermiş. Kesinlikle katılıyorum: Çocuklar ve gençler bu filmi rahatlıkla görebilirler, hatta görmeleri iyi olur.

15 Şubat 2011

23. The Fighter

Boks filmlerinin çoğunda olduğu gibi bu film de gerçek bir hikayeden uyarlanmış. Aslında son yarım saate kadar Dövüşçü diğer boks filmlerinden oldukça farklı ilerliyor: ringdeki dövüş sahnelerinden çok aile içi ilişkilere odaklanıyor, ki en sağlam performanslar da bu bölümlerde. Son yarım saatte ise benzerlerini birçok kez izlediğimiz Rocky hikayesini bir kez daha izliyoruz. Hatta şampiyonluk maçına hazırlık sahnelerinde, Micky şehrin sokaklarında koşarken neredeyse Rocky'nin o çok bildik ana teması "Gonna Fly Now" çalacak diye düşündüm (neydi o müzik derseniz şuraya tıklayıverin). Filmin en büyük artıları elbette Christian Bale ve Melissa Leo. Canlandırdığı rol için vücudunu şekilden şekile sokmaktan hiç kaçınmayan Christian Bale, aşırı sıska ve seyrek saçlı haliyle o "iki dirhem bir çekirdek" Bruce Wayne (Batman) profilinden çok farklı bir görünümde. Bale benzer bir transformasyonu 2006'da The Machinist için yapmış ve bu rol için tam 30 kilo vermişti (bu süzülme operasyonu bir oyuncunun herhangi bir rol için gerçekleştirdiği en büyük kilo kaybı olarak sinema tarihine geçti). Dövüşçü'de kariyerinin en iyi performanslarından birini sergileyen Christian Bale bu sene en iyi yardımcı erkek Oscar'ını kapacaktır. Baskıcı anne rolünde Melissa Leo da çok etkileyici. Ne yazık ki aynı şeyi Mark Wahlberg için söylemek zor. Canlandırdığı karakter gerçek hayatta da öyle olduğu için midir bilmem, Wahlberg çok renksiz ve heyecansız bir tonda filmi götürüyor. Bu silik oyun bizim Micky karakterine bağlanmamızı engelliyor. (7) SİNEMADA İZLENDİ

14 Şubat 2011

22. Aşk Tesadüfleri Sever

Okuduğum bazı kritiklerde "filmde o kadar çok rastlantı var ki, eski Yeşilçam filmlerine taş çıkartır" deniyordu. Katılmıyorum; bu senaryo yazarı ve yönetmenin bilinçli bir tercihi bence. Film boyunca zaten birçok sahnede eski Türk filmleri bir şekilde orada burada görünüyor, bir anlamda çocukluğumuzun Ediz Hun'lu Türkan Şoray'lı filmlerine bir saygı duruşu bu... Ayrıca adı "Aşk Tesadüfleri Sever" olan bir filmi "çok tesadüf var ya" diye eleştirenlere ne demeli bilmem. Gişe anlamında "Aşk Tesadüfleri Sever" bence bu senenin "Babam ve Oğlum"u olacak, yani mütevazı beklentilerle gösterime giren bir film, kulaktan kulağa tavsiyelerle ("ay bir ağladık, bir ağladık") giderek büyüyecek ve bu senenin en çok seyirciye ulaşan filmlerinden biri olacak (aha bak buraya yazıyorum, tarih 14 Şubat 2011). Geçmişi ve bugünü paralel anlatan başarılı kurgusu, farklı dönemler için farklı renk paletleri kullanan akılcı görüntü yönetimi ve çok hoş nostaljik lezzetler barındıran (özellikle Ankaralılar için) senaryosu ile eli yüzü düzgün bir yapım var karşımızda. Ayrıca, seyirciyi sinema salonları ile buluşturacak ve belli bir duygu paylaşımı yaşatacak bu tür çabalara bence her zaman ihtiyaç var. Biz tam üç nesil bir arada izledik (anneanne, baba, oğul) ve hepimiz de beğendik. (7,5) SİNEMADA İZLENDİ

10 Şubat 2011

21. Love And Other Drugs

Benim de yakın zamana kadar bir mensubu olduğum ilaç sektörü çalışanlarının ilgiyle izleyecekleri bir film Aşk Sarhoşu. Çünkü ön plandaki aşk hikayesinin ardında bir ilaç firması çalışanının hayatı anlatılıyor. Tıbbi mümesillerin karşılaştığı zorlukların Amerika'da da Türkiye'dekiyle hemen hemen aynı (hatta orada daha çetin) olduğunu görmek ilginç: Amerika'da da mümesiller hastanelere alınmıyor, orada da başarı için doktorların sosyal hayatına ortak olmak gerekiyor, vesaire... Hatta filmde Jamie'nin "cin fikri" gibi gösterilen, kendi numunesini bırakırken doktorun dolabındaki rakip ürünlerin numunelerini toparlama manevrası aynen bizde de yıllardır itina ile uygulanır. Filme gelirsek, Aşk Sarhoşu'nun temel problemi komedi mi dram mı olduğuna bir türlü karar verememesi. Film, "hızlı satıcı" Jamie'nin iş dünyasındaki deli dolu maceraları, sekreter kızlarla düşüp kalkmaları, beceriksiz küçük kardeşin patavatsız konuşmaları derken tam bir komedi gibi başlıyor. Zaten filmin oyuncuları da komedi kategorisinde Altın Küre'ye aday oldu. Ancak Anne Hathaway karakterinin işin içine girmesi ile öykünün seyri değişmeye başlıyor. Hele filmin son yarım saati öyle yoğun bir dram içeriyor ki (Parkinson hastası kızın hastalığının ilerlemesi, hastalığa çare aramak bulamamak, ayrılan aşıklar) değme melodramlara taş çıkartır. Sonuç olarak, oyuncularının iyi iş çıkardığı ama hedefi tam olarak 12'den vuramayan, "eh işte" denilebilecek bir film. (6,5)

20. Prensesin Uykusu

Çağan Irmak "Karanlıktakiler"den sonra bir kez daha, gösterişsiz ve kişisel denemelerine devam ediyor. Yalnız ister kişisel, ister gişeye yönelik olsun Çağan Irmak filmlerinin bir özelliği var: yaklaşık otuzuncu dakikadan itibaren film sizi sarıyor ve bir daha da bırakmıyor. Prensesin Uykusu yer yer zirve yapan çok başarılı bölümlere sahip: Özellikle Aziz'in geçmişinin anlatıldığı animasyon bölümü Japon yönetmen Miyazaki'nin animelerini andırıyor (muhtemelen Çağan Irmak da bir Miyazaki hayranı). Ancak kimden esinlenmiş olursa olsun, bu bölümlerdeki grafik kalite gerçekten etkileyici. Ayrıca hayal dünyasının yaratılmasında kullanılan bilgisayar efektleri (dev ahtapotlar, rengarenk kuşlar, vb..) şimdiye kadar bir Türk filminde rastlamadığım ölçüde iyi kotarılmış. Oyuncu yönetimindeki ustalığını daha önceki çalışmalarından bildiğimiz Çağan Irmak yine pek tanımadığımız, pek ortalarda olmayan isimlerden yeni yıldızlar yaratmış. Özellikle Sevinç Erbulak'ın doğal oyununu çok beğendim. Filmde kullanılan şarkıyı Redd grubu bu film için besteledi sanmıştım, meğer tam tersiymiş. Çağan Irmak filmin öyküsünü Redd grubunun 2006 yılında çıkardığı albümdeki "Prensesin Uykusu" şarkısından esinlenerek yazmış. (7,5)

19. Due Date

Zach Galifianikis The Hangover'dakine çok benzer bir rolde. Ama film The Hangover kadar komik değil. to be continued... (6,5)

4 Şubat 2011

18. Biutiful

21 Gram ve Babil ile dünya çapında üne kavuşan Meksikalı yönetmen Inarritu ana dili İspanyolca'ya geri dönüyor. Günümüz Barcelona'sının pek bilmediğimiz sevimsiz bir yüzünü anlatan bu oldukça iç burkucu hikayede, Javier Bardem çocuklarına iyi bir gelecek sağlayayım derken binbir türlü yolsuzluğa bulaşmış, üstüne bir de kansere yakalanmış bir babayı canlandırıyor. Bardem'in oyunculuğuna ve filmin sanki sefalete dokunmamızı sağlayan sinematografisine diyecek yok. Ancak benim bu filmle ve genelde yönetmen ile ilgili şöyle bir meselem var: Inarritu sanki sürekli aynı filmi çekip çekip önümüze koyuyor. Hep birkaç ailenin paralel hikayesi, hep depresif bir atmosfer, "işin içine mutlaka çocukları da katalım da yürekler daha bir dağlansın" çabası ve Gustavo  Santaolalla'nın o kesik kesik gitar tınıları içeren hep aynı müziği. İlk kez bir Inarritu filmi seyredenler çarpılacaklardır, ama 21 Gram ve Babil'i seyretmiş benim gibiler için bir "biz bu filmi görmüştük" etkisi olduğu kesin. (7) SİNEMADA İZLENDİ

2 Şubat 2011

17. Paranormal Activity 2

Film boyunca ekrana bindirilen yazılar ile geçen günler sayılıyor: Gün 1, Gün 2... diye, ve galiba 12.güne kadar saymaya devam ediyor. Benim anlamadığım böyle bir evde insan neden oturmaya devam eder. Normal bir ailenin 7.günde filan "ya hadi bırak Allah aşkına" deyip çoluğu çocuğu toplayıp gitmeleri gerekmez mi? Neyse efendim, bu ikinci "belgesel görünümlü kurgu" hayalet hikayemizde de tüm görüntüler evin içindeki kamera çekimlerinden oluşuyor, tek fark ilk filmdeki normal el kamerası yerine bu kez ailemiz evlerine giren hırsızı yakalamak için her köşeye güvenlik kameraları yerleştiriyor (tabii eve girenin hırsız değil, başka bir "şey" olduğunu sonra anlıyorlar). İlk filmdeki giderek artan sinsi gerilimin yerine, bu kez yapımcılar bol bol sessizliğin içinden "böö" diyerek seyirciyi sıçratmayı tercih etmişler. Korkmak isteyen, istediğini bulacaktır (itiraf ediyorum, gece evde tek başıma seyrederken epey huzursuz oldum). Ama sinema adına bir kaliteden, bir yaratıcılıktan söz etmek de mümkün değil maalesef. (6)