31 Ekim 2018

95. Halloween

Film başlayıp da, daha ikinci dakikada perdede Haluk Bilginer görününce, önce "acaba yanlış salona mı girdik" diye düşündüm. Neyse sonra Michael Myers lafları filan geçti de hah tamam dedim. Sinemaya gitmeden önce oyunculara detaylı bakmamıştım. Meğer bizim Haluk Bilginer filmde, hem de epey önemli bir role sahipmiş. Bu sanırım bir Türk oyuncunun bir Hollywood gişe filminde en uzun süre aldığı yapım olarak tarihe geçecek. Bilginer'e birazdan yeniden döneceğiz.

Halloween öncelikle yaşattığı nostalji duygusuyla dikkati çekiyor. Bu kez filmin yapımcılığını üstlenen orjinal Halloween'in yönetmeni John Carpenter ve başrol oyuncusu Jamie Lee Curtis, 40 yıl önceki ilk filmi hatırlatmak için ellerinden geleni yapmışlar. Filmin yönetmeni David Gordon Green olsa da birçok sahnede kulağına fısıldayan kişinin usta John Carpenter olduğu çok belli. Bir kere daha açılışta John Carpenter'ın o efsane müziğinin piyano tınılarıyla film maça 1-0 önde başlıyor ("neydi o müzik" diyenler şuraya tıklayabilir). Sonrasında da özellikle Cadılar Bayramı gecesindeki sahneler 80'ler "teen slasher" tür sinemasının bütün klişelerini ardı ardına sıralıyor. Bu janrın öncüsü olan bir filmin yeniden tanıdık sularda dolaşması hoş görülebilir. Ancak filmin korku sinemasında yeni ufuklar açtığını, örneğin geçen seneki Get Out gibi türe taze bir soluk getirdiğini söylemek de zor. Bir de bu 80'ler slasher filmlerinde hep göze batan bir aksaklık vardı, perdedeki karakterler sürekli yanlış tercihler yaparlar, mantıksız kararlar alırlardı; örneğin açmamaları gereken bir kapağı açmak, girmemeleri gereken bir odaya girmek gibi. 2018 model Halloween 80'leri yeniden yaşatırken maalesef bu kusuru da beraberinde almış getirmiş. Bu filmde de Michael Myers'ın kurbanları benzer şaşkınlıkları yapıp duruyorlar. Haluk Bilginer'in canlandırdığı doktor karakteri de çok iyi yazılmamış. Doktorun bazı eylemlerinin nedeni tam anlaşılamıyor, anlaşılsa da pek inandırıcı gelmiyor. Sonuç olarak, orijinal filme, hikayeye ve karakterlere saygıda kusur etmeyen, Carpenter hayranlarını memnun edecek ama geçmişi yad etmekten öte yeni bir şey sunamayan bol kanlı bir korku / gerilim filmi yeni Halloween.

Benim Notum: 6,5 / 10  

28 Ekim 2018

94. First Man

Bilim-kurgu filmleri sağolsun, artık uzay yolculuğu kavramını çok basit bir işlem gibi görüyoruz. Sanıyoruz ki astronotlar sabah evde kahvaltılarını yapıyor, sonra da uzay araçlarının kokpitine kurulup aya gidiyorlar. Whiplash ve La La Land'in Oscar'lı yönetmeni Damien Chazelle'in yeni filmi First Man bu işlerin o kadar kolay olmadığını anlatıyor. Film aya yolculuk ilgili sahnelere en sonda kısıtlı bir zaman ayırırken, asıl ağırlığı bu projenin hazırlık aşamasına ve yapılan fedakarlıklara veriyor. Bunu yaparken de aya ilk ayak basan insan Neil Armstrong'un aile yaşamına ve özellikle de yaşadığı bazı travmaların onu nasıl etkilediğine odaklanıyor. Bu, birkaç sene önceki Gravity misali, görsel efektlerin ön planda olduğu gösterişli bir bilim-kurgu aksiyonu değil. Aile içi ilişkilere önem veren, örneğin bir akşam yemeği sırasında Armstrong'un oğluna görevin tehlikelerini anlattığı sahne gibi dramatik anlar içeren sakin bir film. Yalnız Ryan Gosling'in bilinçli olarak sergilediği duygusuz ve soğuk Neil Armstrong yorumu bence hikayenin aleyhine işliyor. Armstrong mu gerçek hayatta böyle depresifti, yoksa Gosling mi böyle ruhsuz yorumlamayı tercih etti bilemiyorum, ama sonuçta bu "mahkeme duvarı" durumunun filme duygusal olarak bağlanmayı olumsuz etkilediği kesin. Öte yandan, Damien Chazelle eğitim ve görevle ilgili sahnelerde yeniden ilgiyi toplamayı başarıyor. Chazelle mümkün olduğunca gerçeğe sadık kalmaya çalışmış. Örneğin aya iniş bölümünde Houston'la yapılan telsiz konuşmaları gerçek konuşma kayıtları. Apollo 11'de o daracık kabinlerdeki klostrofobik his başarıyla yansıtılmış. Filmi izlerken, binlerce kişinin yıllar boyunca emek verdiği, kan, ter, gözyaşı içeren bu muazzam proje ile ilgili ne kadar az şey bildiğimizi farkettim. First Man, duygusal yönden problemli, ama teknik açıdan mükemmel bir film.

Benim Notum: 7 / 10

27 Ekim 2018

93. Sorry to Bother You

Bir telefonla pazarlama şirketinde işe başlayan siyahi genç Cassius Green, bireysel davranıp kariyer basamaklarını tırmanmakla, düzene karşı çıkıp bir isyana liderlik etmek arasında bir seçim yapmak zorunda kalıyor. İlk filmini çeken Boots Riley'nin yönettiği filmin daha önce gördüklerinizden çok farklı olduğu kesin. Riley hem sahne geçişleri, hem de görsel tarz olarak pek alışılmamış bir yöntem izliyor. Örneğin çağrı merkezindeki Cassius bir müşteriye telefonla bağlandığında, birden yer yarılıyor ve masası konuştuğu müşterinin mutfağına düşüyor. Ya da ekrandaki oyuncu durup dururken yan tarafa doğru dönüp "o patatesin hepsini bitirecek misin" diyor ama yanında kimse yok; bir saniye sonra mekan değişiyor ve bu cümlenin restoranda geçen bir sonraki sahneye ait olduğunu anlıyoruz. Aynı zamanda senaryoyu da yazan Boots Riley delice bir kurgu eşliğinde kapitalizm, ahlak, iktidar, yolsuzluk, ekonomi ve çalışma hayatı gibi pek çok konuya değinmeye çalışıyor ama bunların tamamında başarıya ulaştığı söylenemez. Örneğin, "beyaz ses tonuyla konuşan zenci" esprisi o kadar uzun sürdürülüyor ki, bir süre sonra sinir bozucu bir hal alıyor. Sonda yarı insan - yarı at yaratıkların ortaya çıktığı o tuhaf bölüm ise Robert Rodriguez'in "From Dusk Till Dawn"unu hatırlatan "WTF!.." anları içeriyor. Filmin hem tematik bakımdan hem de anlatım stili olarak çok orjinal olduğunu kabul etmekle birlikte, Boots Riley'nin absürd tarzının benim zevkime çok hitap etmediğini söyleyebilirim. Bende daha çok bir öğrenci filmi etkisi yarattı.

Benim Notum: 6 / 10

25 Ekim 2018

92. A Star Is Born


Dördüncü kez sinemaya aktarılmış bir öykünün (hatta bizim Sezen Aksu'lu, Bulut Aras'lı versiyonu da sayarsanız beşinci kez) bizi hala bu kadar etkileyebilmesinin temel nedeni hiç şüphe yok ki oyunculuklar. Kariyerinde artık düşüşe geçmiş alkol bağımlısı bir country rock şarkıcısı ile şöhret basamaklarının henüz başındaki bir yükselen yıldızın nafile aşkını anlatan klasik hikayede Bradley Cooper ve Lady Gaga son derece inandırıcı kompozisyonlar çiziyorlar. Filmi izledikten sonra "acaba bu iki yıldız gerçek hayatta da sevgili olabilirler mi" diye internette araştırma yaparken kendinizi bulabilirsiniz. Aralarındaki kimya müthiş çünkü. 

Lady Gaga'ya da geleceğiz ama filmin merkezinde bence Bradley Cooper var. "Hangover'daki komik adam" olarak tanıdığımız Cooper kariyerinin en iyi performansında, hasarlı bir ruhu nüanslı bir oyunla, minimum kelime kullanarak büyük bir başarıyla canlandırıyor. Bradley Cooper filmin aynı zamanda yönetmenliğini de üstlenmiş. Gerçek hayatta son derece abartılı ve frapan sahne kişiliğine alıştığımız Lady Gaga ise Ally rolünde tam tersine alabildiğine doğal ve samimi bir performans sergiliyor. O aşırı makyajlı şeytani ucube gidiyor, karşımıza İtalyan bir ailenin ürkek kızı geliyor. Lady Gaga, Ally'nin kendine güvensiz bir garson kızdan ışıltılı bir yıldıza evrilişini şaşırtıcı bir gerçeklikle perdeye taşıyor. Film aynı zamanda sanatçının içindeki saflığı öldüren günümüz müzik endüstrisinin ezici dinamiklerine eleştiri getirmeyi de ihmal etmiyor.

Müzikler tartışmasız filmin cazibesini arttıran en önemli faktörlerden. Bir film için özel olarak yazılmış şarkılar dendiğinde, uzun zamandır  bu kadar iyileriyle karşılaşmamıştık. 24 Şubat 2019 gecesi Oscar töreni sahnesinde Lady Gaga ve Bradley Cooper'ı "Shallow"u söylerken canlı canlı izleyecek olmak şimdiden nabzımı yükseltiyor. Umarım ki en iyi şarkı Oscar'ının yanına birkaç heykelcik daha ekleyecekler. Oscar gecesini heyecanla beklerken, şimdilik şununla idare edelim. 

Benim Notum: 8,5 / 10

21 Ekim 2018

91. Mamma Mia! Here We Go Again

ABBA'nın tüm bilinen şarkıları ilk filmde kullanılınca, bu filme daha az bilinen melodiler kalmış. Hikaye de sanki ilk filmde şarkı sözleri ile daha bir organik bağa sahipti. Burada bazı sahneleri şarkıya uyduracağız derken zorlama bölümler oluşmuş (örnek: Waterloo, Fernando, vb..). Filmin afişine ve fragmanına Meryl Streep ismini koymak ise düpedüz seyirciye saygısızlık, çünkü Streep filmde neredeyse 2 dakika filan görünüyor. Gerçi o göründüğü kısacık bölümde "My Love, My Life"ı ABBA'dan da daha iyi bir yorumla söyleyip gözümüzü yaşartıyor, o ayrı (o da ne güzel bir şarkıdır).

On yıl sonra böyle bir devam filmine gerek var mıydı tartışılır. Karakter sayısı iki katına çıkıyor, ama hikaye ilk filme göre zayıf kalmış. Öte yandan tüm aksayan parçalara rağmen, o güneşli Yunan adasına geri dönmek ve nefis müziklerle nostalji yapmak insanı iyi hissettiriyor. Mini bir Cher konseri de cabası. "Feel good movie" denen türün sözlük karşılığına konabilecek, zararsız sevimli bir müzikal.

Benim Notum: 6,5 / 10

19 Ekim 2018

90. Leave No Trace

Filmin açılışında Oregon'daki bir ormanın içinde medeniyetten uzakta kamp hayatı yaşayan bir baba ve kızıyla tanışıyoruz. Will (Ben Foster) ve Tom (Thomasin McKenzie) sanki Survivor'daymışçasına yosun, mantar ve yeşil bitkileri pişirerek, yağmur sularını içerek yaşıyorlar. Kaldıkları yer bir milli park sınırları içinde olduğu için bir süre sonra polis tarafından yakalanıyorlar. Sosyal hizmetler kurumu onlara yaşayabilecekleri bir ev, babaya da bir iş ayarlıyor. Ama anlıyoruz ki, özellikle baba Will toplum içinde yer alma konusunda zorluklar yaşayan bir adam. Yerleşik hayata adapte olma çabaları sonuçsuz kalınca kızıyla birlikte yeniden kaçıyorlar.  Yedi yıl önce Winter's Bone filmi ile Jennifer Lawrence'ı sinema dünyasına kazandıran kadın yönetmen Debra Granik, yine az sözcük kullanarak karakterlerinin duygularını seyirciye aktarmayı başarmış. Granik seyircisine güveniyor ve onları kaşıkla beslemek yerine, bu sakin akan baba-kız öyküsünde bir takım detayları seyircinin izledikçe yakalamasını bekliyor. Örneğin babada ters bir şeyler olduğunu hissedebiliyoruz, ama onun geçmişindeki travmaları ancak filmi izledikçe yavaş yavaş anlıyoruz. Yani en baştan biri çıkıp bize onun hayat hikayesini anlatmıyor. Granik, bir babanın hakları ya da bir aileyi zorla topluma kazandırmanın gerekli olup olmadığı üzerine sorular ortaya atıyor. Ama bu meselelerin herhangi biri üzerinde açık bir tutum sergilemiyor, bunun yerine onları genel anlatının unsurları olarak sunuyor ve izleyicinin kendi kararlarını vermesine izin veriyor. Tecrübeli oyuncu Ben Foster ruhu hasarlı Will'i başarıyla canlandırıyor. Kızı rolündeki Yeni Zelandalı genç aktris Thomasin McKenzie'nin ismini de (tıpkı Jennifer Lawrence'da olduğu gibi) bundan sonra çok duyacağız. Leave No Trace, Debra Granik'ten yavaş ama samimi bir karakter çalışması.

Benim Notum: 7 / 10

17 Ekim 2018

89. Bad Times at the El Royale

Yağmurlu bir gecede, şehirden uzakta başka müşterisi olmayan bir otele dört yabancı giriş yapıyor. Önce farklı farklı fasıllar halinde her birinin geçmişini öğreniyoruz. Sonrasında kaçınılmaz olarak bu dört hikaye otelde birbiriyle kesişiyor. Böyle tek mekanda geçen hikayeler ve zaman içerisinde ileri-geri atlayarak ilerleyen kurgular dediğimizde şüphesiz aklımıza hemen Quentin Tarantino ve özellikle de onun son filmi Hateful Eight geliyor. Filmin yönetmeni -daha önce Cabin the Woods ile dikkatleri çeken- Drew Goddard yetenekli bir genç sinemacı olsa da, bir Tarantino değil ne yazık ki. Evet Tarantino flashback'ler kullanıyor, ama bunun zamanlamasını çok ustaca yapıyor ve aralara da çok nefis diyaloglar serpiştiriyor. El Royale'de olayları farklı karakterlerin bakış açısıyla anlatma fikri önce ilginç geliyor. Ancak Goddard bu flashback meselesini biraz abartıyor ve zaman zaman hiç gereksizken yapılan geriye dönüşler filmin temposuna zarar verir bir hal alıyor. Örneğin tam finalde nefesimizi tutmuş ne olacak diye beklerken, perdedeki karakterlerden birinin askerlik günlerine dönmek bütün heyecanı kaçırıyor. Ve film boyunca "bu ilginç hikayeyi Quentin Tarantino  çekseydi kimbilir ne lezzetli bir şey olurdu" düşüncesi aklımızı terketmiyor.

Benim Notum: 6 / 10

16 Ekim 2018

88. Incredibles 2


Disney Pixar ortaklığının yeni ürünü Incredibles 2, tam 2004 yılındaki ilk filmin bıraktığı yerden devam ediyor. İlk filmin de yönetmeni olan Brad Bird (Ratatouille, Mission: Impossible - Ghost Protocol) "neden 14 yıllık bir ara" sorusuna "sadece devam etmiş olmak için zorlama bir iş yapmak istemedim, Parr ailesi ile ilgili iyi bir hikaye oluşmasını bekledim" diye cevap veriyormuş. İyi ki de beklemiş. Genelde devam filmleri ilk filmin seviyesini koruyamaz ama bu, ilk Incredibles'dan da daha iyi bir film. Yönetmen Brad Bird'ün animasyonlar arasında bir de Tom Cruise'lu Mission Impossible filmi çekmiş olması sürpriz değil, çünkü aksiyon sahnelerini tasarlamakta ve uygulamakta çok usta bir isim kendisi. Bir animasyon olmasına rağmen Incredibles 2'deki aksiyon sahneleri birçok animasyon olmayan aksiyon filminden daha heyecanlı, daha nefes kesici. Pixar'ın artık alıştığımız gösterişli animasyonunun ve özellikle Jack-Jack'in sürüklediği komik sahnelerin yanı sıra, besteci Michael Giacchino'nun 60'ların ajan filmlerini hatırlatan ve bol nefesli çalgılar içeren harika müziği filmin ana unsurlarından biri olup çıkıyor.  Koşuşturmacanın durduğu anlarda, aile bireyleri arasındaki dinamikleri izlemek keyifli. Ayrıca filmin "süper kahramanlık da bir şey mi, asıl zor olan iyi birer anne-baba olmak" şeklinde özetlenebilecek mesajını da beğendim. Kötü adam karakteri ilk filmdeki Sendrom'a göre biraz zayıf kalsa da, ailece keyif alarak izlenebilecek eğlenceli bir yapım.

Benim Notum: 7,5 / 10

13 Ekim 2018

87. Tully

Zaten iki küçük çocuğunun dertleriyle yeterince bunalmış olan 40'ına dayanmış orta sınıf aile annesi Marlo, yeni bir bebek daha dünyaya getirince fiziksel ve ruhsal olarak iflas etme noktasına geliyor. Önce itiraz etse de, kardeşinin ısrarıyla bir bebek bakıcısını işe almaya razı oluyor. Genç, güzel ve coşkulu dadı Tully çerçeveye girdikten sonra, Marlo'nun hayatı gözle görülür şekilde değişiyor. Bu değişimler önce olumlu yönde giderken, sonraları işler biraz raydan çıkmaya başlıyor. Charlize Theron tıpkı yıllar önce Oscar aldığı Monster filminde yaptığı gibi, bu rol için de kendini özellikle çirkinleştirmiş ve tam 20 kilo almış. Senaryo yazarı Diablo Cody ve yönetmen Jason Reitman'ı Juno ve Young Adult filmlerinden sonra yeniden bir araya getiren film, temelde postnatal depresyon (doğum sonrası depresyonu) denilen bir rahatsızlığı odak noktasına alıyor. Genç dadı Tully ile tükenmiş anne Marlo arasındaki ilişkiler önceleri ilgi çekici bir mecrada seyrediyor. Ama sonra bu ikilinin diyalogları ve eylemleri tuhaflaşmaya başlıyor ve hatta sonlara doğru "olur mu canım öyle şey" noktasına kadar geliyor. Gerçi en sondaki ifşaat ile taşlar yerine oturuyor ve bu garipliklerin nedeni anlaşılıyor (spoiler vermeyeyim), ama o noktaya gelene kadar hikayenin inandırıcılığı oldukça zedelendiği için yeniden filme bağlanmak biraz çaba istiyor.

Benim Notum: 7 / 10

10 Ekim 2018

86. Thoroughbreds


Bu aralar arka arkaya ilk filmini çeken genç yönetmenlerin sürpriz başarıları ile mest oluyorum. Michael Pearce (Beast), Bo Burnham (Eighth Grade) ve Aneesh Chaganty'den (Searching) sonra, şimdi de Cory Finley, belki diğerlerinden de parlak denebilecek bir giriş yapıyor yönetmenlik kariyerine. Aynı mahallede yaşayan, ilk bakışta birbirinden çok farklı iki çocukluk arkadaşı genç kızın karanlık bir hedef uğruna yakınlaşmalarını anlatan Thoroughbreds, nefis bir kara mizah da içeren bir gerilim filmi. Başrollerdeki Anya Taylor-Joy ve Olivia Cooke'un başarılı oyunları filmin hipnotik havasına katkıda bulunuyor.

Hikaye aslında oldukça basit, ama yönetmen Finley kamera hareketleri, kaydırmalı çekimleri ve simetri kullanımı ile filmi bambaşka bir deneyim haline getirebiliyor. Henüz 28 yaşındaki bir yönetmenin böylesine kendine güvenli, denemelere açık ama ne yaptığını bilen bir tarz tutturması gerçekten şaşırtıcı. Örneğin filmin sonlarına doğru önemli bir sahnede, kamera çerçevenin ortasındaki karaktere doğru çok yavaşça zoom yaparken, etrafta neler olduğunu görmüyoruz, ama seslerden anlayabiliyoruz. Herkesin herşeyi göstermek için can attığı bir devirde, böylesine soğukkanlı ve bilerek kendini kısıtlayan bir stili uygulayabilmek çok cesurca. Bu ismi bir yerlere yazmalı: Cory Finley. 

Benim Notum: 7,5 / 10

8 Ekim 2018

85. Venom

Özellikle Amerika'da eleştirmenler bu son Marvel çizgi-roman uyarlamasını yerin dibine batırmışlar, ama ben kötü bulmadım. Bir kere, sadece Tom Hardy'nin varlığı bile filmi suyun üzerinde tutmayı başarmış. Ayrıca gazeteci Eddie Brock (Tom Hardy) ile vücudunu ele geçiren simbiyot arasındaki dinamikleri keyifle izledim. Film sona erdiğinde bu "ikili"nin bir sonraki maceralarını görmek isteyeceğimi düşündüm. Filmin sorunları yok mu, var elbette. Öncelikle, Brock/Venom dışında neredeyse bütün karakterler  çok kötü yazılmış ve çok kötü oynanmış. Kız arkadaşı canlandıran, dört kez Oscar'a aday olmuş Michelle Williams kariyerinin dip noktası olarak bu rolünü gösterebilir. Kötü adamı canlandıran televizyon dizileri ile meşhur olmuş Riz Ahmed de sanki hala bir televizyon projesinde mesai yapıyormuşcasına ruhsuz, sıkıcı. Ayrıca senaryo da yer yer biraz aceleye getirilmiş gibi. Örneğin, uzaylı organizma Venom beş dakika önce "dünyanızı yok edeceğiz" diye dehşet saçarken, bir çay içme süresi içinde kendi türünü satıp "Save the World" şarkısı söyleyen bir meleğe başlıyor. O geçiş nasıl oldu anlayamıyoruz.

Çizgi-romanın hayranları daha karanlık bir Venom beklentisi ile sinemaların yolunu tutmuş ve perdede gördükleri bu eğlenceli, esprili karakter yüzünden hayal kırıklığı yaşamış olabilirler. Ben çizgi-roman karakterine pek aşina olmadığım için öyle bir beklentim de yoktu. Evet, filmin genel düzeyi sanki biraz 90'lardan kalmış gibi hissettirse de, ben eğlendim. Tom Hardy'nin oyunu, Brock ile Venom'ın diyalogları ve nefes kesen bir arabalı takip sahnesi de içeren başarılı aksiyonu için izlenebilecek bir yapım.

Benim Notum: 6,5 / 10

7 Ekim 2018

84. Three Identical Strangers


1980 yılında 19 yaşındaki New Yorklu Bobby üniversiteye başlıyor. Daha ilk gününde, kampüste karşılaştığı insanların kendisine gülümsediğini ve "yaz tatilin nasıl geçti" diye sorduğunu görünce, önce "buradaki insanlar ne kadar sıcak kanlıymış" diye düşünüyor. Ancak herkesin ona "Eddie" diye hitap etmesi biraz kafasını karıştırıyor. Sonradan ortaya çıkıyor ki, doğumda annesinden ayrılan ve bir aileye evlatlık olarak verilen Bobby'nin meğer Eddie adında bir ikizi varmış ve o da başka bir aileye evlatlık olarak gitmiş. Bu iki kardeşin 19 yıl sonra birbirlerini tesadüfen bulmaları tabii olay oluyor ve gazeteye haber olarak çıkıyor. Asıl büyük sürpriz, David adında başka bir gencin gazetedeki haberi görmesiyle başlıyor. Haberdeki fotoğrafa bakan David "aa bunlar ne kadar da bana benziyor"  diyor ve diğerleri ile buluşmaya gidiyor. Evet bildiniz, kardeşler ikiz değil üçüzmüş. Daha önce sadece yerel basınla kısıtlı kalan haber, iş üçüze dönüşünce tüm ülke çapında patlıyor. Üçüzler haber bültenlerine, talk show'lara çıkıyor, dergilere kapak oluyor. Önceleri bu şan şöhretin tadını çıkaran, gençliğin de etkisiyle zevküsefaya kendilerini bırakan üçüzler, daha sonra ailelerinin araya girmesiyle neden doğumda birbirlerinden ayrıldıklarını araştırmaya başlıyorlar. Ve korkunç gerçekle yüzleşiyorlar. Seyir zevkinizi bozmamak için bundan sonrasını anlatmayayım, ne kadar az bilirseniz o kadar iyi, ama filmimiz asıl bu noktadan sonra başlıyor.

Bir hafta ara ile ikinci kez (ilki "Won't You Be My Neighbor" idi) belgesel sinemanın karşı konulmaz lezzetini yaşıyorum. İngiliz belgesel yönetmeni Tim Wardle kişiliğimizi oluşturan faktörler üzerine etkileyici bir yapıma imza atmış. Üçüzlerin inanılması zor ama gerçek hayat öykülerini aktarırken, etkili araştırmacı gazetecilik yeteneğini güçlü bir hikaye anlatma becerisi ile birleştirmiş. İlk dakikaları haber bültenlerinin sonlarında verilen "ilginç haberlerle dünya turu" tadında ilerleyen film, yavaş yavaş bol katmanlı bir psikolojik gerilime dönüşüyor. En sonda ise üçüzlerin üzücü hikayesi yüreğimizi burkarken, sevgi dolu bir ailede yetişmenin, duyarlı birer anne-baba olmanın müthiş önemini daha derinden anlıyoruz. İşte o anlarda Türkan Şoray'ın "sevgi neydi, sevgi emekti" sözleri kulaklarımızda çınlıyor.

Benim Notum: 7,5 / 10

  


4 Ekim 2018

83. Eighth Grade

Eighth Grade, içine kapanık orta son sınıf öğrencisi Kayla'nın okuldaki son iki haftasını anlatıyor. Daha önce televizyon dizilerinde aktör olarak tanıdığımız Bo Burnham, bu ilk yönetmenlik denemesinde günümüzün telefon ekranına yapışık yaşayan ergen kuşağını büyük bir gerçeklik ve dürüstlükle perdeye taşımış. Yalnız "sekizinci sınıfı anlatıyormuş" deyince, sakın bunun tatlı bir gençlik komedisi olduğunu filan düşünmeyin (14 yaşındaki kızınızla beraber oturup izlemenizi de pek tavsiye etmem). Sosyal anksiyete problemine sahip, çevresiyle iletişim kurmakta zorluk çeken Kayla'nın, etrafındaki dünyaya adapte olma çabalarını izlerken çoğu zaman bir korku filmi izler gibi kendimi kastığımı farkettim. Teknoloji gelişse de, hayatın bu en çalkantılı dönemindeki zorluklar değişmiyor. Hatta günümüzdeki bu sosyal medya bağımlılığı bence içe kapanıklığı ve kendine güvensizliği daha da arttırıyor. Canlandırdığı karakter ile aynı yaştaki Elsie Fisher'ın ağzı açık bırakan bir performansla hayat verdiği Kayla'yı gördüğünüzde, "evet ben bu çocuğu tanıyorum" diyeceğiniz kesin. Çünkü çekirdek ailenizde olmasa bile yakın çevrenizde, bugünde olmasa bile geçmişte bir yerlerde eminim en az bir adet Kayla var.

Benim Notum: 7 / 10

3 Ekim 2018

82. Searching

16 yaşındaki kızının bir gece kayıplara karışmasının ardından, çaresiz bir baba onu bulabilmek için kızının bilgisayarında ipuçları aramaya başlıyor. Aneesh Chaganty bu ilk filminde, çok ilginç ve deneysel denebilecek bir anlatım tekniği kullanıyor. Hikayenin tamamı bir bilgisayar ekranı üzerinden seyirciye aktarılıyor. Windows95'in hatıralarımızda tatlı bir yer işgal eden o yeşil tepeli masaüstü görüntüsü ile başlayan film, sohbet programları, Facetime görüşmeleri, YouTube videoları ve çeşitli sosyal medya ekranları ile devam ediyor. Açılıştaki Up filmini hatırlatan 10 dakikalık montaj, bir yandan bize ailenin geçmişini özetlerken, bir yandan da internetin son 15 yıldaki gelişimini bir belgesel gibi önümüze koyuyor. Kızın kaybolmasından sonra ise, hikaye bir polisiye gerilime dönüşüyor. Öte yandan, ilk başta sevimli gelen bu herşeyi bilgisayar ekranından anlatma numarası, bir süre sonra hikayeyi baskılayan ve sanki sinema lezzetini kısıtlayan bir dezavantaja dönüşüyor. İnsan bir süre sonra şöyle normal sinema filmi gibi çekilmiş, kameraların özgürce dolaşabildiği çekimler görmek istiyor. Bir kısa filmde çok daha etkili olabilecek bu anlatım tekniği 1 saat 45 dakikalık bir uzun metraj filmde giderek orjinalliğini yitiriyor.

Benim Notum: 7 / 10

2 Ekim 2018

81. BlacKkKlansman



Spike Lee'nin yönettiği BlacKkKlansman 1970'lerde geçen inanılması güç gerçek bir olayı anlatıyor. Colorado Springs şehrinin ilk siyahi polis memuru Ron Stallworth ırkçı Ku Klux Klan örgütünün içine sızmayı başarıyor ve üstelik de organizasyon içerisinde epey yükseliyor. Elbette işin içinde küçük bir bit yeniği var: Örgütle ilk teması bir telefon görüşmesi vesilesiyle kuran Ron, daha sonra örgütün ileri gelenleri ile sohbetlerini de hep telefon hattı üzerinden yürütüyor, yani yüzünü hiç göstermiyor. Toplantılara gidilmesi gerektiğinde ise beyaz polis arkadaşı Flip onun yerine geçiyor.

Irkçılığa karşı oldukça militan tavrıyla bilinen Spike Lee bu filmde farklı tonlar arasında mükemmel bir denge tutturmayı başarıyor. Film içerdiği mizah duygusuyla birçok sahnede güldürmeyi başarırken, ırkçılık, bağnazlık ve adaletsizlik üzerine gayet vurucu mesajlar vermekten ve izleyicisini sarsmaktan da kaçınmıyor. Anlatılan olaylar 40 yıl önce gerçekleşmiş olsa da, film boyunca yapılan göndermeler (özellikle de kimi üstü kapalı, kimi gayet açık Trump referansları) günümüz Amerikasında da pek bir şeyin değişmediğini ortaya koyuyor. Sondaki Charlottesville görüntüleri ise sinema salonunu duygularımız kabarmış bir şekilde terketmemize sebep oluyor.

Başrollerde John David Washington (evet Denzel'in oğlu) babasından doğru genleri aldığını gösterirken, sevgili Kylo Ren'imiz Adam Driver Star Wars'dan arta kalan zamanlarında zor rolleri üstlenmeye devam ediyor. Filmin Terence Blanchard tarafından bestelenen müziği de harika. Spike Lee'nin yıllar sonra formuna geri dönüşünü müjdeleyen BlacKkKlansman bu seneki Oscar'larda epey adından söz ettirecek bir yapım. Kaçırmayın.

Benim Notum: 8 / 10