31 Aralık 2012

Life of Pi

İşte sinemada yaşayabileceğiniz çok farklı bir deneyim. Bir kere görsel açıdan Life of Pi'nin bu senenin (hatta belki de son senelerin) en göz alıcı filmi olduğunu en baştan söylemeli. Daha, doğal ortamlarında çeşitli hayvanların görüntülendiği ilk karesinden başlayarak film o müthiş renk paletiyle ve 3D'nin etkileyici kullanımı ile insanı büyülüyor. Bu özellikleri ile Life of Pi "evde değil, kesinlikle bir sinema salonunda izlenmesi gereken filmler" listesinin en başlarında da yerini alıyor.

Kanadalı yazar Yann Martel’e 2002 yılında, dünyanın en saygın edebiyat ödüllerinden Man Booker ödülünü kazandıran kitabın uyarlaması olan film kabaca 3 bölümden oluşuyor: İlk bölüm Piscine Patel, nam-ı diğer Pi'nin, Hindistan’da geçirdiği çocukluğunu anlatıyor ve bir anlamda hikayenin temellerini atıyor. Pasifik okyanusundaki gemi kazasından sonra, Pi'nin denizin ortasında bir filikada Richard Parker adında 300 kiloluk bir Bengal kaplanıyla başbaşa hayatta kalma mücadelesinin anlatıldığı ikinci bölüm başlıyor. Son perdede ise Pi alternatif bir hikaye anlatıyor. İşte o zaman herşey farklı bir anlam kazanıyor ve dönüp filmdeki bütün sahneleri yeniden gözden geçirmeniz gerekiyor. Bu alternatif hikayeyi duyduğunuzda, o ana kadar bir çocuk filmi gibi de okunabilecek senaryonun, aslında 17 yaşında bir çocuğun yaşadığı son derece travmatik bir sürecin sembollerle anlatımı olduğunu anlıyorsunuz. Yine de çoğu izleyici ilk hikayeye inanmayı tercih edebilir, yönetmen Ang Lee hangi hikayeye inanacağımız konusunda kararı bize bırakıyor. Life of Pi, izleyip de eve döndükten sonra üzerinde düşündükçe insanın içinde daha da büyüyen filmlerden. Yılın sondan bir önceki gününde görme şansına eriştiğim, senenin en iyi filmlerinden biri. Görsel bir başyapıt. (8)

28 Aralık 2012

Argo

Kim derdi ki Ben Affleck bir gün gelecek Amerikan sinemasının en iyi yönetmenlerinden biri olacak... Oyuncu olarak 2000'li yılların başlarında Pearl Harbour, Daredevil, Gigli gibi ardı ardına fiyasko işlere imza atan bu genç adam, meğer kameranın önünde komik durumlara düşmeyi bırakıp bir an önce kameranın arkasına geçmeliymiş. Gerçi içinde farklı bir takım cevherler olduğunu ta 1998 yılında Good Will Hunting ile senaryo Oscar'ını alarak göstermemiş miydi?.. 2007 yılında ilk yönetmenlik denemesi Gone Baby Gone ile dikkatleri üzerine çeken Affleck, olgun ürünler vermeye 2010 yılı yapımı The Town ile devam etti. Şimdi ise, bence kariyerinin en üst noktası ile karşımızda.

1980 yılında Şah'ın devrildiği İran devriminin en yoğun günlerinde, Kanada Elçiliği’ne sığınan 6 Amerikan vatandaşının bir CIA operasyonu ile İran dışına kaçırılmasını anlatan Argo'nun en etkileyici tarafı izlediklerimizin birebir gerçek olayları anlatması... Filmin sonunda 1980 tarihli haber görüntüleri perdeye yansıdığında, bu gerçeklik duygusu daha da artıyor. Affleck'in işlek anlatımı ile özellikle final sahneleri nefes nefese izlenen Argo başarılı bir politik gerilim. (8)

25 Aralık 2012

Jack Reacher

Jack Reacher'ın fragmanını izlediyseniz, filmin Tom Cruise'un kural tanımaz bir eski polisi canlandırdığı, bol arabalı ve bol dövüşlü hızlı bir aksiyon filmi gibi pazarlandığını farketmişsinizdir (fragmanı izlemediyseniz ahanda şurada ). Oysa ki, Jack Reacher ağır ağır ve sindire sindire ilerleyen bir cinayet soruşturması hikayesi. Bunu da kötü anlamda söylemiyorum, perdedeki ana karakterle birlikte bir düğümü çözmeye çalışmak ve film bittikten sonra da birtakım detayları konuşabilmek oldukça keyifli. Tek sorun, Tom Cruise kısa boyu ve temiz yüzlü parlak çocuk ifadesi ile "salaş, ağır abi" olarak çizilmiş bir karaktere bir türlü oturmuyor. (7) 

21 Aralık 2012

Flight

"Uçağını kurtaran kahraman pilot" hikayesi gibi başlayıp izleyicisine "fake" atan bir film Flight. Bir aksiyon/felaket filmi izleyeceğiz beklentisiyle sinemaya girenler ilk yarım saatte beklediklerini fazlasıyla buluyorlar. Ancak sonrasında film bir alkol bağımlısının üzücü hikayesine odaklanan çok daha olgun bir drama dönüşüyor. Denzel Washington perdedeki ağırlığı ile bir filmi tek başına alıp götürebilen nadir aktörlerden. Burada da Oscar'a kesin aday gösterilecek bir performans gösteriyor (Altın Küre adaylığı açıklandı bile...)  (8)   

19 Aralık 2012

The Hobbit: An Unexpected Journey

Hobbit öncelikle hoş bir "eski dostlarla yeniden buluşma" hissiyatı yaratıyor insanda. Tolkien'in Yüzüklerin Efendisi üçlemesinden önce yazdığı kitaptan aktarılan filmde Elfler, Orklar gibi aşina ırklar, Gandalf, Frodo, Gollum ve hatta o meşhur yüzük gibi tanıdık figürler bir bir arz-ı endam ediyorlar perdede. Hobbit tek başına bakıldığında Peter Jackson'ın yine ustalığını sergilediği, 3D ve sinemada ilk kez kullanılan 48-frames-per-second tekniği ile zenginleştirilmiş başarılı görsel efektleri ile oldukça iyi bir film. Öte yandan Yüzüklerin Efendisi'ndeki o sihirli görkemin ve azametin eksik kaldığını da kabul etmek lazım. Bunun  temel nedeni Jackson'ın aslında tek bir kitap olan Hobbit'i bir üçlemeye çevirmesi ve 2 saat 50 dakikalık bu ilk bölümün içini doldurmak için hikayeyi orasından burasından biraz fazlaca çekiştirmesi. Örneğin başta Bilbo Baggins'in evindeki bölüm ve sondaki Gollum'la bilmece yarışması bölümü sıkıntı verecek derecede uzuyor da uzuyor. Neyse ki aralara serpiştirilmiş nefes kesici aksiyon sahneleri filmin bu kusurlarını telafi ediyor ve salondan çıkarken "bakalım ikinci bölüm ne zaman gelecek" dedirtiyor. Orta Dünya'ya dönmek güzel netekim... (7,5) 

29 Kasım 2012

Cloud Atlas

Dominos Pizza'dan eve sipariş verenlerden misiniz? Oğlum sağ olsun biz en sıkı müşterilerindeniz bu zincirin. Dominos'un "bol malzemos" diye bir pizzası var. Adı üzerinde salam, sucuk, sosis, jambon, mantar ne buldularsa dayamışlar. Fikir başta cezbedici olsa da, bu pizzayı denediğinizde hiçbir şeyin lezzetini tam olarak alamadığınız karman çorman bir karışımla baş başa olduğunuzu anlıyorsunuz. Şimdi bu pizza muhabbeti de nereden çıktı diyeceksiniz, hemen konuya bağlıyorum: Cloud Atlas'ı izlerken nedense aklıma hep işte bu "bol malzemos" geldi. Matrix'in yaratıcıları Wachowski kardeşlerin (yanlarına Tom "Run Lola Run" Tykwer'i de alarak) çektikleri Cloud Atlas, 1800'lerden 2300'lere uzanan altı farklı hikayeyi paralel bir şekilde anlatıyor. "Hepimiz birbirimize bağlıyız, bizim şimdi yapacağımız bir seçim 500 yıl sonraki bir insanın hayatını etkileyebilir" şeklinde özetlenebilecek felsefi bir temaya sahip film, görsel yönüyle göz doldursa da, içine girmesi zor bir hikayeye sahip. Aynı aktörün ağır makyajlarla altı farklı role birden soyunması bu "dezoryantasyon" durumunu daha da körüklüyor. Mutlaka çok sevenler ve "filmin içerdiği derin anlamı sen kavrayamamışsın" diyenler de çıkacaktır. Gidin görün, kendi kararınızı verin. Benim açımdan Cloud Atlas yüksek bir prodüksiyon kalitesine sahip, ama olmak istediği "muhteşem epik film" mertebesine ulaşamamış bir yapım. Çünkü "bol malzemos" her zaman iyi bir şey değildir. (6)  

7 Kasım 2012

Skyfall

Ellinci yılına ulaşan Bond filmlerini başroldeki aktöre göre farklı dönemlere ayırmak mümkün. Roger Moore'lu yıllarda gülünç bir karaktere, Pierce Brosnan ile ise bir süper kahramana dönüşen 007, nihayet Daniel Craig sayesinde Sean Connery saygınlığına yeniden kavuşuyor (arada Timothy Dalton filan da vardı, ama onu zaten hatırlayan yok). Adele'in sesinden müthiş bir jenerikle açılan Skyfall, kaliteyi hiç düşürmeden iki buçuk saati tamamlıyor. Spektaküler aksiyon sahneleri bakımından (örneğin bir Casino Royale'e göre) biraz tutumlu olsa da, Skyfall'un en ağırbaşlı ve sağlam temelli Bond filmi olduğu kesin. American Beauty'nin Oscar'lı yönetmeni Sam Mendes, Bond serisine bir nevi olgunluk aşısı yapmış. Skyfall'un son karesinde perdeye şu iki yazı yansıyor: "50 years of Bond" ve "007 will return". Eğer böyle gelecekse buyursun hoş gelsin, başımızın üstünde yeri var!.. (8)  

5 Kasım 2012

Looper

Zamanda yolculuk hikayeleri çoğu zaman kendi içinde bir takım paradokslar içerir. Looper çok iyi yazılmış bir senaryo ile bu tuzakları zekice çözümlüyor ve filmin sonunda "e peki ama o adam oradaysa, şu adamın öyle olmaması lazım" tarzı hayal kırıklıkları ile salondan ayrılmanızın önüne geçiyor. Çok özgün bir hikaye değil belki, filmin genel karanlık atmosferi ve bir karakterin yaşlı halinin gelecekten geçmişe yollanması hemen 17 yıl önceki 12 Monkeys filmini akla getiriyor (tesadüf, onda da Bruce Willis vardı), ama 12 Monkeys'den kopya çekilmiş demek de yönetmen Rian Johnson'a haksızlık olur. Looper sağlam kurgusu, göz dolduran oyunculukları (Cid'i oynayan o küçük çocuk dahil) ve tatmin edici sonu ile iyi bir bilim-kurgu/aksiyon örneği, bu senenin en iyi yapımlarından biri. (8)

Not: Bu arada Joseph Gordon Levitt'i makyajla Bruce Willis'e benzetelim derken ayar kaçmış, bizim Atilla Taş'a benzetmişler. Fragman için tıklayın .

22 Ekim 2012

Brave

Disney/Pixar ortaklığı ile gelen Toy Story, Finding Nemo, Up gibi filmler, küçükler kadar büyüklere de hitap eden, orjinal fikirlerden beslenen son derece parlak yapımlardı. Pixar şirketi bu kez biraz kurumsal ortağı Disney'in eski günlerine dönüş yapmış. Bir prenses, kahramana eşlik eden bir hayvan, bir cadı ve aralara sepiştirilmiş birkaç tane şarkı gibi unsurları ile Brave daha çok Beauty and the Beast'i anımsatıyor. Brave'i çocuklar yine çok sevecekler (muhtemelen kız çocuklar biraz daha fazla); ama büyüklerin yukarıda saydığım filmlerdeki keyfi alacaklarından şüpheliyim. Elbette filmin görsel üstünlüğüne her zamanki gibi laf yok: Kuzey İskoçya dağlarının görüntüleri ve prenses Merida'nın kızıl saçlarındaki detaycılık gibi grafik öğeler müthiş bir başarı ile perdeye yansıtılmış. (6,5) 

18 Ekim 2012

Taken 2

Filmin Türkiye'yi nasıl otuz yıl geride gösterdiği konularına hiç girmeyeceğim. Kara çarşaflı kadınlar, Murat131'li polisler ve siyah-beyaz televizyonlar (LigTV'si olan bir adamın renkli televizyon alacak parası olmaması ise ayrı hikaye) gibi saçmalıklarla ilgili tepkileri gazetelerde okumuşsunuzdur.

Benim asıl derdim Taken 2'nin sinemasal açıdan da yerlerde sürünmesi. 2008 yılında 22 milyon dolar gibi mütevazı bir bütçeyle çekilen ilk Taken, Liam Neeson'ın yıllar sonra yaman bir aksiyon figürü olarak küllerinden doğmasına vesile olmuş, tüm dünyada 228 milyon dolarlık bir gişe hasılatı ile yapımcısı Luc Besson'u da ihya etmişti. Bu ikinci film ise tamamen "ilkinden parayı götürmüştük, kasayı yeniden doldurmanın zamanıdır, çağırın Liam abiyi, bir de şöyle egzotik bir mekan seçelim" dürtüsüyle çekilmiş gibi görünüyor. Liam Neeson'ın ilk filmdeki enerjisinden de eser yok. Size tavsiyem 2'yi pas geçip, izlemediyseniz bir yerlerden 2008 yapımı ilk Taken'ı bulun, evde onu izleyin. (4)   

16 Ekim 2012

Ted

Filmin sonlarına doğru ayı Ted, Sam Jones'a döner, "şimdi tam Flash Jump zamanı der" ve ikisi birlikte yukarıda duran kameraya doğru zıplarlar. Bazen işte bir film böyle çok farklı, çok kişisel ve nostaljik nedenlerle size sempatik gelebiliyor: Efendim, biz taa 1980'lerde yatılı okulumuzun TV odasında, on bin kez döndürülmekten renkleri birbirine karışmış bir Betamax video kasetten, Sam Jones'un başrolünde oynadığı, müziklerini de Queen grubunun yaptığı Flash Gordon filmini izlemiştik. Film pek de matah bir şey değildi (müziği hariç), ama kötü Ming'in ordusunu yok eden Flash'in zafer sevinci ile "Yes!" diyerek yukarıda duran kameraya zıplaması nedense sevgili arkadaşım Eray'la benim pek bir hoşumuza girmişti. Eray'ın bir masanın üstüne çıkması, benim de fotoğraf makinesine doğru zıplamam suretiyle o sahneyi aynen yeniden canlandırmışlığımız bile vardır (Eray'cım, o fotoğraf şimdi nerededir kim bilir). Ve işte o fotoğraftan tam 30 yıl sonra, Ankara'da bir sinema salonunda (ne alakaysa), perdedeki iki karakter Flash Gordon hayranı çıkıyorlar ve Flash Gordon'u canlandıran aktörle birlikte o sıçrayışı tekrarlıyorlar. İçinizin yağları erimez mi?

Bizde de bir aralar CNBC-e'de (şimdi e2'de) gösterilen Family Guy'ın yaratıcısı Seth MacFarlane'in ilk sinema filmi Ted, son derece edepsiz ama bir o kadar da komik bir film. Ben film boyunca "bu filme Ayı Teddy ismine aldanıp çocuk filmi diye girenler nasıl bir şok yaşamışlardır" diye düşünmekten kendimi alamadım. Tek bir espriye dayanan senaryo bir süre sonra sarkmaya başlasa da, 80'li 90'lı yılların popüler kültürüne yapılan göndermeler ilgiyi ayakta tutmayı başarıyor. (7)

Not: Yukarıda sözünü ettiğim "Flash Jump" sahnesi için şuraya tıklayınız. Ah youtube sen nelere kadirsin... 



15 Ekim 2012

Dredd

İngiltere'den çıkma en meşhur çizgi-roman kahramanı Judge Dredd ilk olarak 1995 yılında beyazperdeye aktarılmış, Sylvester Stallone'un başrolde olduğu ve Hollywood kalıplarının dışına çıkamayan bu versiyon çizgi-romanın takipçileri tarafından fazla uysal bulunmuştu. Şimdi ise has Dredd fanatiklerini fazlasıyla memnun edecek çok daha sert, şiddet sahneleri bakımından "elini korkak alıştırmamış" bir yeniden çevrim ile karşı karşıyayız. Kan görmeye dayanamayanlar Dredd'i oldukça rahatsız edici bulacaklardır, filmin 17 yaş altına pek uygun olmadığı da kesin. Ama ne izleyeceğini bilerek girenler bu "300" tarzı slow-motion'larla süslü ve bol çizgi-roman estetiği içeren yapımı beğenecekler.  (7,5)

7 Eylül 2012

Safe

Safe çok daha ilginç olabilecekken potansiyelini kullanamamış bir film. Üstün bir matematik zekasına ve fotografik bir belleğe sahip 10 yaşındaki Çinli kız Mei, Çin mafyası tarafından örgüt işlerinde kullanılmak üzere New York'a getiriliyor. Mafyanın elinden kaçarken bir şekilde yolları eski polis Jason Statham ile kesişiyor. Konu olarak Leon'u andıran filmin senaryosu, filmin en ilginç unsuru olan küçük kızın üstün yeteneklerini sergileyebileceği yaratıcı detaylar sunmak yerine, eski usul silahlı çatışma sahneleri ile ilerleyip gidiyor. Hatta bir ara küçük Mei hepten unutuluyor, filmin son yirmi dakikasında hiç görünmüyor. Jason Statham'ın estetik uzakdoğu dövüş figürlerini de pek göremiyoruz, işini genelde tabancayla hallediyor. Sonuç olarak becerikli bir yönetmenin elinde çok daha farklı ve tatmin edici olabilecekken, klişelerle dolu bir "bütün kötü adamları haklayan yalnız ama gururlu adam" öyküsü ile baş başa kalıyoruz. (5,5) 

29 Ağustos 2012

Detachment

Adrien Brody'nin New Tork'taki bir lise öğretmenini canlandırdığı Detachment, bir yandan Amerikan eğitim sisteminin içler acısı halini gözler önüne sererken, aslında daha çok anne-baba olmanın nasıl sorumluluk gerektirdiğine dikkat çekmeye çalışıyor. Brody'nin oyunu ile zenginleşen oldukça etkileyici bir anlatıma sahip filmin en büyük kusuru aşırı derecede karamsar olması. Yönetmen Tony Kaye (American History X) birçok şeyden şikayet ediyor ama hiçbir çözüm ya da ileriye dönük hiçbir ışık sunmuyor. Filmdeki karakterlerin hepsi mutsuz, hepsi depresyonda... Öyle ki, filmin ortalarına doğru "bakalım hangisi intihar edecek" diye beklemeye başladım (biri etti de, nitekim). (7)    

28 Ağustos 2012

The Lucky One

The Notebook'un yazarı Nicholas Sparks'ın yeni romanından uyarlanmış (..eh cümleyi buraya kadar okuduyup yandaki postere de göz attığınızda artık ne bekleyeceğinizi biliyorsunuz).. romantik bir film. High School Musical'daki lise öğrencisi Zac Efron artık 25 yaşına gelmiş. Ancak her ne kadar sakal bırakıp kas yapsa da yüzündeki o "bebek yüzlü" ifade gitmiyor ve filmin esas kızı Taylor Schilling onun 7-8 yaş büyük ablası gibi görünüyor. Eşinizle ya da sevgilinizle birlikte sadece oyalanmak için izlenebilecek bir "kız filmi". (5)     

27 Ağustos 2012

Total Recall

1990 yılında izlediğimiz Arnold'lu orjinal Total Recall'un en büyük artısı o dönem için çok yenilikçi ve yaratıcı bir senaryoya ve bizi şaşırtan görsel efektlere sahip olmasıydı. O yıllarda tıfıl bir üniversite öğrencisiyken bana "en sevdiğin film ne" diye soranlara hiç düşünmeden "Total Recall" dediğimi hatırlıyorum. 22 yıl ve onlarca başarılı bilim-kurgudan sonra gelen bu yeniden çevrim ise o "sürpriz" faktörüne sahip değil. Filmin birçok parçası bize hep başka filmleri hatırlatıyor. Uçan arabaların aktığı otoban The Minory Report'tan (ya da The Fifth Element'ten), robot adamlar aynen Tron'dan, Koloni denilen kasvetli ve durmadan yağmur yağan yer ise Blade Runner'dan ödünç alınmış gibi duruyor. Yine de ilk filmi izlememiş olanlar için yeterince oyalayıcı olabilir. (6)

23 Ağustos 2012

The Raid: Redemption

Birkaç yıl önce Brezilya yapımı bir aksiyon filmi (Tropa de Elite) için bu blogda aynen şöyle yazmıştım "zaman zaman böyle farklı kıtalardan, farklı ülke sinemalarından iyi örnekler izlemek insanda nefes açıcı bir etki yaratıyor, bir tür aydınlanma sağlıyor". İşte hayatımda ilk defa müşerref olduğum Endonezya sinemasından müthiş bir film!.. Filmin yanda da göreceğiniz afişinin tam ortasında bir Amerikalı eleştirmenin "son on yılın en iyi aksiyon filmi" notunu görünce "yok artık! yine her zamanki pazarlama numarası" demiştim içimden. Öyle değilmiş, filmi izledikten hemen sonra şunu yazabilirim ki, evet, The Raid benim şimdiye kadar izlediğim en iyi aksiyon filmlerinden biri.

Film aslında son derece basit bir öyküye sahip: Jakarta'nın banliyösünde, çirkin bir dev bina yasa dışılığın merkezi olmuş ve tümüyle bir mafyanın yönetimine geçmiş. Polis örgütünden bir komando takımı binaya sızıp bu amansız suç şebekesini çökertmeyi deniyor ve binanın içinde çarpışma başlıyor. Endonezya'nın geleneksel dövüş sanatı Silak ile ilgili bir belgesel çekmek üzere bu ülkeye giden ve orada yerleşip kalan Galler doğumlu yönetmen Gareth Evans, bu sade senaryodan tıkır tıkır işleyen bir aksiyon yaratmayı başarmış. Bunu da büyük ölçüde koreografisi çok iyi yapılmış Silak sekanslarına borçlu. Filmin kamera arkası yapım hikayesinde, tek bir dövüş sahnesinin üç günde çekildiğini okumuştum; bu emek gerçekten belli oluyor. Hiçbir teknolojik destek içermeyen yakın dövüş sahneleri belki çok vahşi, ama çok gerçekçi. Yönetmenin Quentin Tarantino ve Luc Besson karışımı bir tarzı olduğunu da belirtmeli.

Bu filme verdiğim çok yüksek puanı yadırgayanlar ve "aman canım nesi var işte, durmadan birbirini doğrayan adamlar" diye burun kıvıranlar çıkacaktır. Öncelikle filmin Sundance ve Toronto gibi prestijli film festivallerinde ayakta alkışlandığını, hatta Toronto'da bir de ödül aldığını araya sıkıştıralım. İster son derece duygusal bir melodram olsun isterse böyle patada kütede bir dövüş aksiyonu, ben bir filmde neye bakarım: Baştan sona kadar ilgimi ayakta tutmasına, içinde yaratıcı küçük detaylar barındırmasına, kurgusuna, müziğine. The Raid insanı şaşırtan, hatta allak bullak eden bir film. 100 dakika boyunca  büyülenmişçesine koltuğuma yapışıp kaldım. Ekranda şiddet sahneleri görmekten hoşlanmayanları uyaralım, adrenalin iğnesi isteyenleri ise ön sıralara alalım. (8,5)

22 Ağustos 2012

The Expendables 2

Çocukluğumuza ve ilk gençlik yıllarımıza eşlik etmiş tüm aksiyon figürleri yeniden bir arada... Sylvester Stallone bu kez yönetmenlik koltuğunu bu işte daha tecrübeli bir isme bırakınca (Simon West) aksiyon sahneleri daha bir başarılı olmuş sanki. Tabii senaryo namına bir şeyler arayanlar bu filmden uzak durmalı. Ayrıca filmin sığ militarist yaklaşımı ve dakikada ortalama 7-8 kişinin parçalanarak öldüğü, giderek bir şiddet pornosuna dönüşen aşırı kanlı sahneleri eleştirilebilir. Ama 35 yaş üzerinde ve çocukluğu "Van Damme mı döver yoksa Rocky mi?" sorusunun cevabını aramakla geçmiş bir nesil için farklı anlamlar taşıyan bir film bu. Hele filmin sonlarında Arnold Schwarzenegger, Sylvester Stallone ve Bruce Willis'i aynı karede ve sırt sırta vermiş savaşırken görmek unutulmaz bir deneyim. (6,5)

16 Ağustos 2012

Little Fockers

Başroldeki karakterin başka bir kelimeyi çok çağrıştıran "Focker" soyadı üzerinden üçüncü filmde hala espri üretmeye çalışmak nafile bir çaba. Seçici davranıp saygınlığını korumak yerine, "ben aldığım paraya bakarım" deyip her sene 3-4 filmde görünen Robert De Niro; Goodfellas, Taxi Driver, The Deer Hunter gibi filmlerle gönlümüzde kurduğu tahtı parçalamaya devam ediyor. Aynı yoldan giden ve senaryoda hangi amaca hizmet ettiği anlaşılmayan bir Dustin Hoffmann da var filmde. Hatta sadece 3 dakika görünüp kaybolan Harvey Keitel'i de bu "paragözler" kulübüne dahil edebiliriz. Bir filmde "yeteneğini harcayan iyi aktörlerin sayısı" için bir dünya rekoru varsa Little Fockers o rekoru kırmaya aday. (4)    

31 Temmuz 2012

The Dark Knight Rises

Artık benim gözümde "yaşayan en iyi yönetmen" mertebesine ulaşmış (Allah uzun ömür versin) Christopher Nolan, Batman Begins ile başladığı The Dark Knight ile zirveye taşıdığı üçlemesini The Dark Knight Rises ile sonlandırıyor. Muhtemelen bu üçlemeden daha karanlık bir süper kahraman serisi asla olmayacak. Bu filmler hem seyircilerin hem de film yapımcılarının çizgi roman uyarlamalarına bakışını sonsuza dek değiştirdiler. Batman Begins öncesinde süper kahraman filmlerinin takip ettikleri standart bir şablon vardı. Batman Begins bu kalıbı çatlattı, The Dark Knight ise resmen yere çarpıp paramparça etti. Nolan sağ olsun, artık belli bir derinliği ve felsefesi olan, sadece yeni yetme çocuklara hitap etmeyen, çerez değil ciddi ciddi Oscar filmleriyle yarışabilecek kalitede sağlam filmler var karşımızda (nitekim 2008'de The Dark Knight'ın en iyi film dalında Oscar'a aday olmaması çok eleştirilmişti, bir sene sonra sırf bu yüzden aday film sayısını 5'ten 10'a çıkardılar).

The Dark Knight Rises, üçlemenin en uzunu, en karanlığı ve en iddialısı. Kabul etmek lazım ki, Christopher Nolan çok gösterişli bir final yapayım derken gaz pedalına biraz fazla yüklenmiş; bu da gereğinden fazla karakter, gereğinden fazla konuşma, gereğinden fazla ayrıntı olarak perdeye yansımış. Ama son tahlilde tüm bunların bir başarısızlığa yol açtığını söylemek asla mümkün değil. Kalabalık aksiyon sahneleri ile göz dolduran (örneğin stadyum ve borsa sahneleri) ve özellikle son 45 dakikası ile nefes kesen bir film The Dark Knight Rises.  Üçlemenin en kuvvetli halkası merhum Heath Ledger'ın unutulmaz Joker performansı ile hala ikinci film olarak dursa da, muhteşem bir üçlemeye nefis bir final olmuş. (8,5)     

27 Temmuz 2012

Three Idiots

İşte bu blogdaki ilk Bollywood yapımı. İnternet ortamlarında küçük çaplı bir fenomene dönüşmüş 2009 tarihli bu Hint filmini üç yıl gecikmeli olarak izledim, ve bunca zaman aklım nerdeymiş dedim kendi kendime... Farklı bir coğrafyadan ve çok farklı bir sinema kültüründen süzülüp gelen Three Idiots'a alışmak zor geliyor filmin ilk dakikalarında. Hintli oyuncuların, konuşurkenki garip kafa hareketleri başta olmak üzere, abartılı jest ve mimikleri tuhaf geliyor bizim gibilere. Ne yalan söyleyeyim, ben ilk beş dakikanın sonunda 70'lerin Kemal Sunal filmleri tadında sulu bir komedi izleyeceğimi düşünmüştüm. Ama dakikalar ilerledikçe anlıyorsunuz ki, entellektüel seviyesi oldukça yüksek, yer yer naif ama hayata dair çok hoş mesajlar içeren, duygusal yoğunluğu da alabildiğine fazla bir arkadaşlık öyküsü var karşımızda. Daha ilk göründüğü sahneden itibaren perdeyi aydınlatan başroldeki Aamir Khan  (yani komik isimli Ranchhoddas Shamaldas Chanchad) tüm sempatimizi kazanıyor. Film bittiğinde "keşke ben de şu Rancho'nun arkadaşı olsam" derken buluyorsunuz kendinizi. Sonra da Aamir Khan'ın diğer filmlerini araştırmaya başlıyorsunuz (sırada "Like Stars on Earth" var). Filmden sonra dilinize takılıp kalacak iki şarkı için tıklayın: Zoobi Doobi ve yeni sloganımız All Izz Well . (8)  

18 Temmuz 2012

Kurtuluş Son Durak

Barış Pirhasan'ın senaryosunu yazıp, yönetmenliği oğlu Yusuf Pirhasan'a bıraktığı Kurtuluş Son Durak, kadınlara yönelik şiddeti eğlenceli bir kara komedi ile eleştirmeyi deniyor. Başta Demet Akbağ olmak üzere yetenekli oyuncu kadrosunun yardımıyla ümit verici bir açılış yapan film, sonlara doğru biraz fazlaca "Desperate Housewives" etkisi altına giriyor ve inandırıcılığını yitirmeye başlıyor. Apartmanın içinde geçen bölümlerinde daha gerçek ve sevimli olan senaryo, olayı sokağa taşıyıp kadınlara "birlik olun" mesajını verme kaygısını abartınca sanki raydan çıkıyor ve hedefi tam olarak vuramıyor. (6)

16 Temmuz 2012

This Means War

Çeşitli sinema sitelerinde filmin türü "komedi / aksiyon / romantik" diye belirtilmiş. Evet, Hong Kong'da gökdelen çatısında geçen hızlı bir aksiyonla açılıyor This Means War. Ama sonra filmin sonuna kadar aksiyonu filan unutuyoruz. Geriye kalan bölüm ise ne komik, ne de romantik olmayı başarabiliyor. Aynı kadına aşık olan iki CIA ajanının hiç de inandırıcı olmayan çocukça çekişmelerini izleyip duruyoruz. Artık 36 yaşına gelen Reese Witherspoon'un iki erkek oyuncuyla da kimyası tutmuyor. Aslında yetenekli bir oyuncu olan Tom Hardy, Inception, Warrior gibi saygın işlerden sonra (ve The Dark Knight Rises'dan önce) sanki biraz kafa dağıtmak için bu projeye evet demiş gibi görünüyor. İçinde sarışın bir kadın ve CIA ajanları olan bir "komedi / aksiyon / romantik" izlemek isteyenlere bu filmi pas geçip, 2010 yapımı "Knight and Day"e yönelmelerini tavsiye ederim. İki sene önce şunları yazmışım o film için. (4)

13 Temmuz 2012

Act of Valor

Halen aktif görevde olan Amerikan SEAL deniz komandolarının rol aldığı, neredeyse %90'ı çatışma sahnelerinden oluşan bir savaş aksiyonu. Özellikle kamerayı tüfeğin arkasına yerleştirerek yapılan çekimler, filmi tam bir Playstation oyununa (en çok da Call of Duty'ye) çeviriyor. Askeri ekipman ve araçlardaki son gelişmeleri izlemek isteyenlere ilginç gelebilir. İlk yarım saati kaplayan Orta Amerika'daki rehine kurtarma operasyonu bölümü başarılı. Onun dışında senaryo, karakter gelişimi, oyunculuk filan beklemeyin, adamlar oyuncu değil zaten, bunu en baştan söylüyorlar. (6) 

12 Temmuz 2012

American Reunion

American Pie serisi 90'ların sonunda "edepsiz ergen komedisi" diye tanımlayabileceğimiz bir türün öncüsü olmuş, 2001 ve 2003'te iki devam filmi de gelmişti. Şimdi dokuz yıl sonra yapımcılar tüm orjinal kadroyu yeniden bir araya getirmişler. Filmin yandaki posterinde, tüm karakterlerin 99'da çekilen ilk filmin afişindeki pozun aynısını vermeleri hoş olmuş. Artık 30'lu yaşlarına gelmiş Jim, Michelle, Oz, Kevin, Finch ve Stifler mezunlar günü için yeniden liselerine geri dönüyorlar. Bir bakıma biz de seyirciler olarak sanki yıllardır görmediğimiz lise arkadaşlarımızla buluşuyor gibi hissediyoruz. Esprilerin büyük kısmının ilk filmlere göndermeler içermesi önce hoşumuza gidiyor. Ancak bu melankolik durum en fazla filmin yarısına kadar bizi götürüyor. Sonrasında kadronun da esprilerin de artık yorulduğunu hissediyor, 99'a ait güzelliklerin 99'da kalması gerektiğini düşünüyoruz. (5,5)   

11 Temmuz 2012

Sen Kimsin

Sen Kimsin'i sevip sevmemeniz Tolga Çevik ile olan ilişkinizin rengine bağlı... Onu komik buluyorsanız filmi de seversiniz, ama yok adamın mimiklerine, abartılı el kol hareketlerine sinir oluyorsanız filmden uzak durun. Ben birinci gruptanım. Daha Tolga Çevik'in ilk göründüğü sahneden itibaren (otel odasındaki dolabın içinde) Sen Kimsin'i baştan sona gülerek izledim. 35 yaşın altındakiler pek bilmezler, 70'li yıllarda televizyonda kahkahalarla izlediğimiz bir Peter Sellers vardı, yani Pembe Panter'deki müfettiş Clouseau. İşte Tolga Çevik'i izlerken Pembe Panter filmlerindeki tadı aldım. Sürekli "yapıceksiniz, vuruceksiniz" diye konuşan Toprak Sergen'i de çok komik buldum.

Filmin yönetmeni Ozan Açıktan için ise ayrı bir paragraf açmalı:  Ferzan Özpetek’in bir televizyon programında “Türkiye’den yurt dışına açılacak bir isim varsa o da Ozan Açıktan’dır" demesiyle ilk kez adını duyduğum, reklam yönetmenliğinden gelme bu genç isim bence de müthiş bir sinema diline sahip. Özellikle hareketli sahnelerdeki ustalığı (örneğin en sondaki tersane bölümü) Ozan Açıktan'ın iyi yazılmış bir aksiyon filminde daha da başarılı olacağını düşündürtüyor. Kamyondan rengarenk topların  döküldüğü o küçük 30 saniyelik sekans ise şimdiden unutulmaz sinema anlarımdan biri olarak belleğimdeki yerini aldı. (7,5)

10 Temmuz 2012

Project X

İsmine bakıp da bunu bir bilim-kurgu sananlar fena yanılırlar. Project X, üç lise öğrencisinin "bir partide en çok nasıl sapıtabiliriz" diye  başlayıp mahallelerini ateşe vererek sona erdirdikleri bir gecenin hikayesini anlatıyor. Bir müzik klibi sınırları içinde değerlendirilse parti görüntüleri epey eğlenceli olabilir (filmin müzikleri de hiç fena değil bu arada), ama 88 dakikalık bir klip izlemeyi kim ister? Bir de filmin genel ahlaki duruşuna itirazım var (bunu ben mi diyorum?): izlediklerimiz 25-30 yaşında olsa hadi neyse, "amma da dağıtmış adamlar yahu" deyip geçeceğim ama, söz konusu kişilerin lise öğrencisi olmaları beni  gelecek ile ilgili endişelendirmedi değil. Ya ben yaşlanıyorum (bak bunu iki başlık altta da söylemiştim) ve gittikçe muhafazakarlaşıyorum ya da dünya sapıttı. (6) 

9 Temmuz 2012

The Amazing Spider-Man

2002-2007 yılları arasında üç Spider-Man filmi çeken Sam Raimi, Sony Pictures film şirketine en bereketli franchise'larını hediye etmişti. Ayrıntısı açıklanmayan "fikir ayrılıkları" nedeniyle dördüncü film için Sam Raimi ile anlaşma sağlanamayınca, Sony Pictures yeni bir yönetmen (Marc Webb) ve yeni bir başrol oyuncusu (Andrew Garfield) ile anlaştı. Herkes serinin dördüncü halkasını beklerken, şirket -nedense- SpiderMan hikayesini en baştan yeniden anlatmayı tercih etti. Böylece ilk filmden sadece 10 yıl sonra, zaten aşina olduğumuz bir öyküyü yeniden izliyoruz. Böyle bir "reboot" kararını duyunca insan ister istemez gerek hikayede gerek anlatılış şeklinde devrim niteliğinde yenilikler bekliyor. Mesela bunun bir örneğini Christopher Nolan Batman için yapmıştı. Ama The Amazing Spider-Man çok da farklı bir deneyim sunmuyor açıkçası. Örneğin ta sekiz yıl önce çekilen Spider-Man 2'nin (ki serinin tartışmasız zirvesidir) aksiyon sahneleri bundan çok daha nefes kesiciydi. The Dark Knight ve son olarak bu seneki The Avengers gibi üstün yapımlar süper kahraman filmlerindeki çıtayı öylesine yükselttiler ki, artık bizi şaşırtmak zor. Yine de haksızlık etmeyelim, "amazing" olmasa da yeterince iyi bir yaz eğlenceliği bu film. Andrew Garfield'ın daha başarılı ve inandırıcı bir Peter Parker portresi sunduğunu da filmin olumlu puanlarından biri olarak  ekleyelim. (7)        

6 Temmuz 2012

21 Jump Street

80'lerin sonunda TRT2'de de yayınlanan (o zamanlar "ikinci kanal" derdik) ve Johnny Depp'in şöhreti yakalamasına vesile olmuş dizinin sinema versiyonu. Yapımcılar diziyi beyazperdeye taşırken 80'lerin naif ruhunu tamamen terkedip, bol küfürlü, gereğinden fazla penis esprisi içeren cıvık bir komedi / aksiyon / gençlik filmi çekmeyi uygun görmüşler. Bu sert geçiş iyi olmuş mu, emin değilim. 20'li yaşlardaki izleyiciler eğlenceli bulabilir ama bana yavan geldi. Yaşlanıyor muyum nedir? (5,5)  

4 Temmuz 2012

Dark Shadows

Çektiği filmlerin neredeyse tamamında başrolde Johnny Depp'i oynatan Tim Burton yine kankasıyla birlikte. Elbette ikinci favorisi Helena Bonham Carter da var kadroda. Ve Johnny Depp bir kez daha ağır bir makyaj ile karşımızda, adam yakında cilt kanseri olacak bu kadar boyadan... Dark Shadows, iki asırlık bir uykudan sonra uyanan ve bir yandan ailesine, bir yandan da 1970'lerin dünyasına uyum sağlamaya çalışan vampir Barnabas'ın hikayesini anlatıyor. Barnabas'ın dönemin pop-kültürü ile karşılaşmaları yer yer oldukça komik anlar yaratsa da (hippi gençlerle sohbet, McDonald's, evin tuhaf kızı Carolyn, Alice Cooper, vs..) toplamda bir akıcılık sorunu taşıyan ve ilgiyi bir türlü tam olarak çekemeyen bir film bu. Tim Burton'ın gotik set tasarımları yaratma ve sanat yönetimindeki becerisine diyecek yok. Ancak bu haliyle film, gece dışarı çıkmak için şıkır şıkır giyinmiş ama nereye gideceğini bilemeyen bir kadına benziyor. (6)  

3 Temmuz 2012

The Vow

Tam Amerikalıların "date movie" dedikleri tarzda, eşinizle "akşam yemeğinden sonra ne izlesek" sorusuna cevap olabilecek, sinema adına hiçbir kalıcılığı olmayan, diyalogları kötü yazılmış, ama hoş vakit geçirten ve gerçek bir hikayeden alınmış olması nedeniyle izleyenleri etkileyebilecek bir film. Filmi izledikten sonra, hikayeye konu olan gerçek çiftle tanışmak isterseniz şuraya tıklayabilirsiniz. (5) 

2 Temmuz 2012

The Dictator

Sacha Baron Cohen'in daha önceki filmleri Borat ve Bruno'yu izlemişseniz, bu utanmazlıkta sınır tanımayan İngiliz stand-up komedyeninin tarzını biliyorsunuz demektir. Borat yine bir yere kadar da, Bruno müstehcenlikte o kadar ileri gitmişti ki, film Türkiye'de gösterime giremedi bile... The Dictator bu üç film içerisinde belki de en edeplisi. Yanlış anlaşılmasın, Sacha Baron Cohen yine ahlaksız, yine kaba, yine lafını esirgemiyor. Ama bu film aynı zamanda gerçekten komik. Birçok yerde kahkahalar atarak izledim. Arap baharına ve Amerikan politikalarına dair sıkı göndermeler de içeren film, birlikte izleyeceğiniz kişiyi iyi seçmek kaydıyla (hassas bünyelere göre değil), iyi bir komedi. Filmin en sonunda çalan Arapça rap için şuraya tıklayabilirsiniz. (7)    

29 Haziran 2012

Snow White and the Huntsman

Bildiğimiz Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masalı daha karanlık bir yorumla ve bolca fantastik öğe eklenerek çekilmiş. Öyle ki, masal filmi diye çocuklarını bu filme götüren anne-babalar daha filmin başında korkudan ağlayan çocuklarını salondan çıkarmak durumunda kalmış olabilirler. Bence 10 yaşın altındaki çocuklar için pek uygun değil. Filme gelirsek, klasik hikayeye atılan küçük çalımları beğendim: örneğin yakışıklı prensimiz Pamuk Prensesi öptüğünde prensesin canlanacağını düşünüyorsunuz, ama öyle olmuyor. Charlize Theron kötü kraliçe rolünde oldukça iyi. Büyülü orman sahnesi ve en sondaki savaş sahneleri başarıyla çekilmiş. Onun dışında da pek bir numarası olmayan, ama insanı izlediğine de pişman etmeyen, vasatın az üzerinde bir eğlencelik. (6)

27 Haziran 2012

What to Expect When You're Expecting

Tüm dünyada çok satan hamilelik ile ilgili rehber kitap ile ismi dışında bir benzerliği  olmayan, bebek sahibi olmak isteyen beş çiftin hikayesini anlatan bol klişelerle yüklü bir romantik komedi. Filmin daha sekizinci dakikasında bütün bu çiftlerin filmin sonunda aynı hastanede buluşacağını tahmin edebiliyorsunuz (bazıları farklı nedenlerle hastaneye gidiyorlar ama olsun). Eleştirmenler tarafından yerin dibine sokulsa da, film o kadar da kötü değil. Ben özellikle Jennifer Lopez'li çiftin hikayesini oldukça dokunaklı buldum. Bir Cumartesi akşamı eşinizle (ya da ileride birlikte çocuk sahibi olmak isteyeceğiniz kişi ile) izlemek için uygun bir seçim. (5,5)

26 Haziran 2012

Madagascar 3

Madagascar'ın bu bölümünde ana tema sirk olmuş. Ama bu bildiğiniz sirklerden değil. Zaten filmin bir bölümünde kahramanlarımız Cirque du Soleil grubunun sirk tanımını nasıl değiştirdiğini anlatıyorlar ve sonrasında, en son bu seneki Oscar töreninde ağzımız bir karış açık izlediğimiz bu Kanadalı gruptan esinlenildiği çok açık olan bir performansı sahneye koyuyorlar. Öyle ki, filmin sonunda yazılar akarken film ekibinde danışman olarak Cirque du Soleil kullanılmış mı diye baktım ama göremedim. Filmin konu olarak pek cazip bir yanı yok. Ama özellikle son bölümdeki sirk gösterileri, flöresan ışıklar ve göz alıcı renkleriyle nefis bir görsel ziyafet sunuyor. (6)

19 Haziran 2012

Prometheus

Ridley Scott tam 33 yıl önce yine kendisinin yönettiği, bilim-kurgu/gerilim türünün başyapıtı sayılabilecek Alien'ı sanki yeni nesiller için yeniden çekmek istemiş. Ama o filmi aynen tekrarlamak yerine, belli unsurları ile Alien'a çok benzeyen bir senaryo üzerinden ilerlemiş. Tabii sinema teknolojisinin ulaştığı son imkanları ve 3D'nin cazibesini de kullanarak... Prometheus'ta Alien'ı hatırlatan öyle çok detay var ki: uzaydaki bir araştırma ekibinin başka bir şey ararken esrarengiz bir yaratıkla karşılaşmaları, bu yaratığın insan vücuduna yerleşip sonra karnı parçalayarak dışarı çıkması, filmin baş kahramanının bir kadın olması, hamile olduğunu öğrenen kadının karnından yaratık çıkması, uzay gemisindeki android, vs. vs. Filmin son karesinde ise Ridley Scott, artık Alien ile ilgili üstü kapalı göndermeler yapmayı bırakıp, niyetini ayan beyan ortaya döküyor ve izlediğimizin bir Alien prequel'ı (öncüsü) olduğunu anlıyoruz. Prometheus, biraz "deja vu" hissi yaratsa da, 75 yaşına gelmiş bir sinema ustasının tüm hünerlerini sergilediği iyi bir bilim-kurgu örneği. (7,5)  

18 Haziran 2012

Men in Black 3

İlk filmden 15 yıl, gereksiz ve sıkıcı ikinci filmden ise 10 yıl sonra Siyah Giyen Adamların üçüncüsünün çekildiğini duyduğumda içimde hiç de "gideyim göreyim" gibi bir heves oluşmamıştı. Olumlu eleştirilerini okumasam hiç gideceğim de yoktu. Ama işte son yıllarda sık karşılaştığımız gibi, bir serinin yıllar sonra çekilen devam filmi seriye yine yepyeni bir soluk kazandırmayı başarıyor. Bu örneğimizde "yeni soluk", Tommy Lee Jones'un gençliğini şaşılacak bir benzerlikle canlandıran Josh Brolin oluyor. Brolin ve Will Smith çok iyi bir ikili oluşturuyorlar (hatta orjinal Jones+Smith ikilisinden daha uyumlu oldukları bile söylenebilir). Filmin senaryosu ve diyalogları zekice yazılmış, ne de olsa işin içinde Etan Cohen var. Günümüz pop kültürüne dair çok hoş göndermelerle karşılaşıyoruz, aramızda yaşayan uzaylılar listesinde Lady Gaga'nın görünmesi, ya da tüm süpermodellerin aslında uzaylı olmaları gibi... Finalde ise Ajan J ve K'nin geçmişteki bağlarına ilişkin son derece ilginç bir detay filmin duygusal tonunu arttırıyor. Beklentiyle gidilecek değil, ama şu sıcaklarda eğlenmek için gidilecek film. (7)   

15 Haziran 2012

Safe House

Özellikle Denzel Washington'ın üstün oyunculuğuyla geçer not alan, tempolu, klişelerle bezeli, ama kesinlikle izlenebilir seviyede bir aksiyon filmi. (6,5)

30 Mayıs 2012

Happy Feet 2

Tamam, ilk filmdeki kalabalık dans sahneleri etkileyiciydi. Ama bir formül tuttu diye bu kadar da hor kullanılmaz ki... İkinci Neşeli Ayaklar'ın neredeyse tamamı bir vadide toplanmış yüzlerce penguenin şarkı söyleyip dans etmesiyle geçiyor. Farklı bir şey olsun diye senaryoya eklenmiş iki karides ise, seslendirenlerin Bradd Pitt ve Matt Damon olması dışında hiçbir ilginçlik içermiyor. (4)

28 Mayıs 2012

Chronicle

Yeni bir "bulunmuş kamera çekimleri" filmi. Chronicle ilginç konusuyla, son yıllarda artık kabak tadı vermeye başlayan bir formata taze bir soluk katmayı başarıyor. (7)

27 Mayıs 2012

Battleship

Transformers kitleleri için yeni yaz eğlencesi. Öyle ki "yönetmen Michael Bay" deselerdi hemen inanırdım, ama değil (Peter Berg). Battleship bol görsel efektli, bol patırtılı ve aptalca. Ama bunları bilerek ve kabul ederek izlerseniz eğlenceli bile bulabilirsiniz. Tabii girişte IQ'nuzu vestiyere bırakmak şartıyla. (6)  

26 Mayıs 2012

John Carter

Biraz Avatar'dan, çokça da Star Wars'ın Tatooine gezegeninde geçen bölümlerinden esinlenilmiş bir konu. Ama fena da çekmemişler hani... (7) 

25 Mayıs 2012

8 Mayıs 2012

The Avengers

Son üç yıldır Iron Man, Thor, Captain America gibi Marvel kahramanlarının filmlerini izleyenler, yazıların sonuna kadar sabrettiklerinde hep Nick Fury karakteri ile (Samuel L.Jackson) karşılaştılar. Bu bir gözü bantlı esrarengiz adam her filmin sonunda özel bir proje için kahramanlarımızı toparlamaya çalışıyordu. İşte üç yıldır pompalanan büyük beklentinin ardından Avengers karşımızda. Normalde bu tür "all-star" kadrolarda bir iki kişinin arada kaybolması beklenir ama yönetmen Joss Whedon şaşırtıcı bir şekilde her karaktere hemen hemen eşit ekran süresi vermeyi başarıyor. Ama yine de bu altı kahraman içerisinde esprileri ile Iron Man'i ve unutulmaz  yerden yere çarpma sahnesi ile Hulk'ı ben ayrı bir yere koyuyorum. Kahramanlarının aynı zamanda birer insan olduğunu unutmayan senaryosu ve özellikle son yarım saati kaplayan müthiş final kapışması ile The Avengers beklentileri fazlasıyla karşılıyor. İçinizdeki çocuk ellerini çırparak izleyecek. (8)        

30 Nisan 2012

The Cabin in the Woods

"Daha önce gördüğünüz hiçbir şeye benzemiyor" ifadesini yüzde yüz hak eden bir yapım. Aslında her şey çok bildik bir temayla başlıyor: Beş üniversite öğrencisi çılgın bir haftasonu geçirmek üzere, Allah'ın unuttuğu bir ormanın derinliklerindeki bir kulübeye gidiyorlar. Bundan sonrasını söylersem filmden aldığınız lezzeti kaçırabilirim, ama şu kadarını söyleyeyim: bu o klasik "zombiler tarafından sırayla haşat edilen zibidi gençler" hikayesi değil. Hatta korku filmi severler biraz hayal kırıklığına bile uğrayabilirler. Ama son yıllarda sinemalarda gördüğüm en orjinal senaryolardan biri olduğunu söylemem lazım. Joss Whedon (Buffy the Vampire Slayer) ve Drew Goddard (Cloverfield) bu filmi çekerken eminim çok eğlenmişler, ve o eğlence duygusunu bize de yansıtmayı başarıyorlar. (8)

20 Nisan 2012

The Skin I Live In

İşin içinde Pedro Almodovar varsa, geçmişle bugünün birbirine geçtiği bir öyküyü,  baştan sona parlak renkleri ve her türlü sapkınlığı zaten beklemek lazım. İçinde Yaşadığım Deri'de bunlar yine var. Ama bütün o unutulmaz Almodovar filmlerinde  (Annem Hakkında Herşey, Konuş Onunla, Volver) görmeye alıştığımız, tüm hikayenin üstünü yorgan gibi örten yoğun duygusallık bu filmde eksik. Bu kez  manyak bir bilim adamının şok edici intikam öyküsünü izliyoruz sadece. "Almodovar olsun, taştan olsun" diyenler sevebilir. (6)   

19 Nisan 2012

Haywire

Steven Soderbergh türden türe atlamayı seven bir yönetmen. Bunu yaparken cesur kararlar almaktan da geri durmuyor: Bol yakın-plan dövüşlü bu casus aksiyonunda, başrole daha önce hiç sinema tecrübesi olmayan, profesyonel MMA (mixed martial arts) dövüşçüsü Gina Carano'yu çıkarmaktan çekinmemiş. Çevresine yan rollerde Michael Douglas'tan Antonio Banderas'a, Ewan McGregor'dan Michael Fassbender'a bir dizi ünlü erkeği sıralayarak...

Kendisine kurulan komplo yüzünden suçlu durumuna düşen özel ajanın intikam öyküsünü anlatan Haywire'ı izlerken, tıpkı geçen seneki Hanna için hissettiklerimi hissettim. Soderbergh "cool" bir aksiyon çekeyim derken işi abartmış: Binbir türlü görüntü yönetmenliği numaraları (siyaz-beyaz çekimler, kuş bakışı çekimler, omuz kamerasıyla çekimler, el kamerasıyla çekimler, ...) ve arka planda sürekli çalan bir caz müziği, bir süre sonra insana "tarz yapmayı bırakın da ağız tadıyla bir aksiyon izleyelim" dedirtiyor. (6)

17 Nisan 2012

The Descendants

Yazar/yönetmen Alexander Payne (About Schmidt, Sideways) sekiz yıllık bir aradan sonra sinemaya geri dönüyor. Tıpkı önceki Payne filmlerinde olduğu gibi aslında çok hüzünlü ama bir yandan da hayata karşı hep bir umut taşıyan bir öykü var karşımızda. Bir kaza sonucu karısı komaya giren bir adamın, çocuklarının tüm sorumluluklarını üzerine alıp ailesini birarada tutma çabasını anlatan film sade bir anlatım ve yer yer komik unsurlar ile bir yol filmi kıvamında akıp gidiyor. Ama bu sade anlatım filmin vurucu bir etki yaratmasını da sanki engelliyor. Örneğin filmin duygusal zirvelerinden olması hedeflenen George Clooney'nin komadaki eşiyle vedalaşma sahnesi nedense beni hiç etkilemedi. Sonuçta, "filmden bana kalan" sıkılmadan izlenen bir aile öyküsü ve ilk defa bu kadar yakından tanıma fırsatı bulduğumuz Hawaii'nin hoş görüntüleri oldu. (6,5)

10 Nisan 2012

Take Shelter

Amerika kırsalında, karısı ve işitme engelli kızıyla birlikte rutin ama mutlu bir yaşantı süren Curtis, kıyamet benzeri bir fırtınayı gördüğü kabuslarla uyanmaya başlar. Her gün düzenli işine giden ve böyle yaşlanmayı isteyen iyi bir adamın, ansızın kendisine musallat olan fırtına paranoyası nedeniyle önce ailesini tehlikeli sandığı dış dünyadan, sonra da kendisini tedirgin edici iç dünyasından kurtarma çabasını anlatan Take Shelter başarılı bir psikolojik gerilim. Yoruma açık finali bazı izleyicileri tatmin etmeyebilir, ama yönetmen Jeff Nichols sonuçtan ziyade sürece odaklanmamızı istiyor. Özellikle başrolde Michael Shannon'ın genç bir Christopher Walken'ı hatırlatan performansı görmelere değer. (7,5) 

9 Nisan 2012

Labirent

Filmin teknik üstünlüğüne diyecek yok. Tüm çatışma, patlama ve takip sahneleri büyük bir ustalıkla çekilmiş. Tempolu macera kurgusu anlamında, Labirent'in Türk sinemasında şimdiye kadar ulaşılan noktayı biraz daha ilerilere taşıdığı muhakkak. Tolga Örnek'in Kaybedenler Kulübü'nden hatırladığımız perdeyi ikiye üçe bölme gibi biçimsel denemeleri de filme ayrı bir lezzet katıyor. Tüm bu artılarına rağmen, Labirent'in senaryosu çok basit kalmış. Olay örgüsünü iki cümlede özetlemek mümkün: İstanbul'da radikal İslamcı bir terör örgütü bir intihar saldırısı düzenleyecek; gizli bir Türk istihbarat teşkilatı da bombayı patlatmadan onları yakalamaya çalışıyor. Sanki Tolga Örnek filmle ilgili kafasında planlamayı yaparken bir takım temel taşları (aksiyon, kovalamaca, 24 dizisinden fırlamış havalı bir istihbarat merkezi, vs..) iyi düşünmüş, ama bunların arasını nasıl dolduracağını tam hesaplayamamış. Öyküye biraz daha entrika, aralara bir-iki sürpriz gelişme eklense çok daha iyi olacakmış. Bu haliyle, polisiye aksiyon türünün şablonunu başarıyla uygulayan, kolay izlenen ama çabuk unutulan bir yapım Labirent. (7)