30 Kasım 2010

69. Unstoppable

Kim ne derse desin, Amerikalılar bu "aksiyon sineması" dediğimiz türü çok iyi beceriyor. Yıllardır abisi Ridley Scott'un gölgesinde kalan yönetmen Tony Scott, çoğunlukla sıradan işlerle anılsa da arada bir böyle hedefi vurduğu da oluyor. Kontrolden çıkmış ve patlayıcı maddelerle yüklü devasa bir treni durdurmaya çalışan Denzel Washington ve Chris Pine heyecandan koltuğunuza yaslanmaya fırsat bulamayacağınız bir 90 dakika vaadediyor. (7,5) 

18 Kasım 2010

70. Harry Potter and the Deathly Hallows: Part I

Sinema salonlarındaki kuyruklara, internet sitelerindeki yorumlara bakılırsa bu dünyada Harry Potter'ı sevmeyen bir tek benim galiba. Üçüncü filmden sonra Harry Potter filmlerini izlemeyi bırakmıştım, seriye veda etmek adına bu son kitabın filmini izlemeye gittim. Ama işte aynı kabus: yine aşırı uzun (iki buçuk saat), çocuk filmi desen değil (çocuklar için fazla korkunç), büyükler için ise fazla sıkıcı bir masal. Filme adını veren Ölüm Yadigarları hikayesinin son yarım saatte duyulması ile birlikte konu biraz ilginçleşmeye başlıyor, ama bu noktaya kadar iki saat beklemek zorundasınız. Tam filme ısınmaya başladığınız anda da "arkası yarın" deniyor. Sevenlerine mani olmayayım ama, aradaki bir-iki aksiyon sahnesi için Harry, Ron ve Hermoine'nin saatlerce ova bayır dolaşıp durmalarına katlanmak bana göre değil. (4)

16 Kasım 2010

71. The Social Network

Tüm dünyada 500 milyon üyesi olan sosyal paylaşım sitesi Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg ve arkadaşlarının hikayesi. Görünürdeki bu çatının altında film aslında temelde insan ilişkilerini anlatıyor. İnsanlarla ilişki kurmakta zorlanan çok zeki ama bir o kadar da kibirli bir bilgisayar dahisinin, sırf çevresinden itibar görebilmek ve sevdiği kızı "tavlamak" için sonunda 20 milyar dolarlık piyasa değerine ulaşacak bir proje yaratması başlı başına ilginç. Seven, Fight Club gibi şimdiden klasik mertebesine ulaşmış filmlerin saygın yönetmeni David Fincher bizi bu kez günümüz Harvard üniversitesinin koridorlarına, yurtlarına götürüyor. The Social Network'ün tek kusuru anlattığı ana karakter gibi bir film olması: IQ seviyesi yüksek ama biraz fazla çenesi düşük ve içine girebilmek için izleyicisinden ekstra çaba talep eden bir film bu. Öyle ki, altyazı okumaktan başınız dönebilir. Belki de bu yüzden Türkiye sinemalarında fazla seyirci toplayamadı ve ancak 3 hafta gösterimde kalabildi. Ama sonuçta, usta bir yönetmenin ve son derece başarılı genç oyuncuların elinden çıkma, yaşadığımız çağa insani bir açıdan bakmamızı sağlayan, izlenmeye değer bir yapıt. (8)

72. The Sorcerer's Apprentice

Disney stüdyolarının, yeni Harry Potter filmini bekleyen 8-15 yaş arası çocukları yaz aylarında oyalamak üzere pazara sürdüğü bir modern masal. National Treasure (Büyük Hazine) filmlerinde de birlikte çalışan yapımcı Jerry Bruckheimer, yönetmen Jon Turteltaub ve oyuncu Nicolas Cage yine bir aradalar. Filmin hikayesi öyle klişelerle dolu ki daha 10.dakikada filmin sonunu öngörmekle kalmıyor, o sona nasıl ulaşılacağını, arada neler olacağını da üç aşağı beş yukarı tahmin edebiliyorsunuz. Hani çocuğunuzla birlikte seyrediyorsanız arada kestirebilirsiniz, uyandığınızda "ne oldu" demezsiniz. Bu Nicolas Cage'e de artık özel bir parantez açmanın zamanı geldi: İsminin başında "Academy Award Winner" titri bulunan (1996'da Leaving Las Vegas ile almıştı) bu aktörün son 10 yıldır şöyle doğru düzgün akıllarda yer edecek bir performansını gören duyan var mı? Ben artık bu baygın bakışlı, yorgun suratlı adamın ciddi anlamda yeteneksiz olduğunu düşünmeye başladım. Maşallah her sene ortalama 2 film çektiği için sürekli de karşımıza çıkıp duruyor. Sihirbazın çırağının öncelikle Nicolas Cage'i şöyle sıkı bir sarsıp kendine getirecek bir büyü yapması gerekiyor.(5) 

15 Kasım 2010

73. New York'ta Beş Minare

Mahsun Kırmızıgül'ün ilk filmi "Beyaz Melek"i bir ilk film için ümit verici olsa da fazla mesaj kaygılı bulmuş, ikinci filmi "Güneşi Gördüm"ü ise çok beğenmiştim. Türkiye'nin en önemli sorununa çok cesur ve etkileyici bir bakış olduğunu düşündüğüm "Güneşi Gördüm"de Kırmızıgül hepimizin karnına sıkı bir yumruk atmış, "takip edilecek yönetmenlerim" arasına girmeyi de başarmıştı. Çok daha fazla imkana (yüksek bütçe, Hollywood yıldızları, vs..) sahip olduğu üçüncü film ile ilgili beklentilerim de -dolayısı ile- oldukça yüksekti. "New York'ta Beş Minare" tutkulu bir sinemacının yine çok emek harcayarak gerçekleştirdiği bir iş olsa da beklentileri tam olarak karşıladığını söylemek zor. Önemli artılarına rağmen, bu filmin aksayan yönleri de var. Önce artılarla başlayalım: Bir kere ilk iki filminde olduğu gibi Kırmızıgül yine "güzel görünen" bir film yapmayı başarmış. Panoramik şehir görüntüleri harika, havadan yapılan çekimler usta işi (örneğin New York semalarından başlayıp Hacı Gümüş'ün evine yakınlaşan çekim), kalabalık sahneler iyi yönetilmiş. Haluk Bilginer başta olmak üzere filmin Türk oyuncuları oldukça başarılı. Ne yazık ki aynı şeyi Amerikalı oyuncular için söylemek zor, ama bu düşük performansın sebebi Amerikalı oyuncuların yeteneksizliğinden ziyade senaryonun kusurlarından kaynaklanıyor. Filmin özellikle Amerika'daki sahneleri bir müsamere düzeyinde yazılmış. FBI ajanı Robert Patrick son derece stereotipik ve tek boyutlu bir karakter, Gina Gershon deseniz film boyunca "endişe eden eş" kıyafetini üzerinden çıkarmıyor. Mustafa Sandal'ın verdiği bazı mesajlar ("Irak'a aslında neden girdiğinizi biliyoruz") biraz fazla kör kör parmağım gözüne olmuş. Ayrıca senaryoda neden konduğu belli olmayan ve bir yere bağlanmayan birçok yan öykü de var (cemaat ülkücülerden yardım istediğinde ülkücüler neden "bize 2 gün müsaade" diyor, o 2 günün sonunda ne oluyor, belli değil). Öykü kurmak, diyalog yazmak, karakter yaratmak konusunda eksikleri olsa da Mahsun Kırmızıgül'ün tutkulu ve yetenekli bir sinemacı olduğundan şüphem yok. Sağlam bir senaryo ile bir başyapıt çıkaracağına dair inancım da devam ediyor. Ama o başyapıt henüz bu film değil. (7) 

3 Kasım 2010

74. Red

Emekli CIA ajanı Bruce Willis kendisine karşı bir komplo kurulduğunu farkedince, kendini savunmak üzere eskiden birlikte çalıştığı ekibi yeniden bir araya getiriyor. "Ekip" öyle isimlerden oluşuyor ki 20 yıl önce olsa "vay be, kadroya bak" dersiniz: Morgan Freeman, John Malkovich, Helen Mirren. Filmin bu "geriatrik" kadrosunu tamamlamak üzere 93 yaşındaki Ernest Borgnine bile birkaç dakika rol almış. Ama dediğim gibi 1980'lerde etkileyici olabilecek bu kadro, 2010 yılındaki bir aksiyon filmi için biraz fazla yaşlı kalıyor. Ayrıca Bruce Willis karakterinin nasıl olup da daha önce bu ihtiyarlarla aynı ekipte çalıştığı da bir soru işareti, aralarında ortalama 15 yaş fark var. Filme asıl hayat veren isim Willis'in aşık olduğu kız rolünde Mary Louise-Parker. Ama onun rolü de öyle eğreti yazılmış ki, bir türlü hak ettiği dakikaları alamıyor. Film boyunca bir aksesuar gibi adamlarımızın yanında oradan oraya taşınıyor. Filmin konusunun ve tarzının birkaç ay önce izlediğimiz Knight and Day'e çok benzediğini de belirtmeli. Ama bence Knight and Day daha  doyurucu ve eğlenceli bir filmdi.(6)