2010 yılında izlediğim 120 film içerisinden en iyilerini seçmeye çalıştım. Elbette ki bu “kişisel” bir listedir, sizin en iyileriniz bambaşka başlıklardan oluşabilir. Amacım, gördüğünüz filmler üzerine birlikte konuşabilmek, görmediğiniz filmler için ise bir merak uyandırabilmektir. Aşağıdaki başlıkların hepsini DVD’cinizde bulabilirsiniz. İşte ters sıralama ile 10’dan 1’e 2010 yılının en iyileri:
10. Up in the Air – Aklı Havada: Üzerinden uzun zaman geçmiş gibi görünüyor ama Up in the Air 2010’un Ocak ayında gösterime girmişti, dolayısı ile bu listeye girmeye de hak kazanıyor. Tam 6 dalda Oscar’a aday olmasına rağmen o geceden eli boş dönen filmde, George Clooney hayatı sürekli seyahatte geçen bir “işten çıkarma” uzmanını canlandırıyor. Emektar Ivan Reitman’ın oğlu ve Juno’nun genç yönetmeni 33 yaşındaki Jason Reitman, bu üçüncü filminde bir kez daha ince bir mizah ile duygusallığı akıllıca harmanlamayı başarıyor. Üç başrol oyuncusunun sağlam performanslarından güç alan filmde, özellikle Clooney’den dinlediğimiz “pratik uçuş rehberi” bölümü sık seyahat edenlerin ilgisini çekecektir.
9. The American – Centilmen: Orijinal isminin tersine son derece "Avrupalı" bir film... Zaten George Clooney dışında filmde çalışan herkes Avrupalı. Clooney bu kez son bir iş için İtalya'nın küçük bir köyünde saklanan gizemli bir suikastçiyi canlandırıyor. Hollandalı yönetmen Anton Corbijn bir zanaatkar ustalığıyla filmini ince ince işlemiş. Öyle ki, tüm film boyunca gereksiz hiçbir sahne, hiçbir fazlalık yok. Ama soluk kesen bir tempo, adım başı patlamalar çatlamalar bekleyenler uzak durmalı. Bu, aksiyondan ziyade karakter gelişimine ve psikolojiye ağırlık veren, yalın, sabırlı ve sabır isteyen bir film.
8. The Ghost Writer: Son Berlin Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülü alan Roman Polanski’nin en olgun eserlerinden biri. Ewan McGregor, eski bir İngiliz başbakanının (Tony Blair’i fazlasıyla çağrıştıran bir rolde Pierce Brosnan) otobiyografisini yazmak üzere başbakanın yazlık evine davet ediliyor. İzole bir sahildeki bu ev, bir süre sonra Agatha Christie romanlarındakine benzer bir gerilimin ana sahnesine dönüşüyor. Bir cinayet işlenmiştir ve başbakanın çevresindeki herkes (kendisi de dahil) potansiyel şüphelidir. Ne yaptığını bilen bir yönetmenin elinden çıkma, soğukkanlı, kendinden emin ve çok başarılı bir gerilim.
7. Shutter Island – Zindan Adası: Kasvetli bir ada atmosferi, fırtınalı yağmurlu geceler, bir akıl hastanesi, ürkütücü eski binalar, filmin tamamına hakim gri renkler ve kıyamet habercisi bir müzik. Martin Scorcese Usta bize klasik korku filmlerinin unutageldiğimiz lezzetini hatırlatıyor. İki saati aşkın süresi boyunca izleyicisi ile “akıl oyunları” oynayan Zindan Adası, çeşitli köşelere yerleştirdiği yap-bozun parçalarını en sonunda ustaca birleştirmesini de biliyor. Scorcese’nin “De Niro sonrası” dönemindeki yeni gözdesi Leonardo Di Caprio yine Oscar’lık bir performans çıkarmış. Bu film Şubat ayında değil de Oscar dönemi diyebileceğimiz Kasım/Aralık aylarında gösterime girseydi Di Caprio kesin bir Oscar adaylığı alırdı.
6. El Secreto de Sus Ojos – Gözlerindeki Sır: Geçen senenin En İyi Yabancı Film Oscar'ını alan bu Arjantin filmi, yaşanamamış bir aşkı ve tam olarak çözülememiş bir cinayet davasını paralel olarak anlatıyor. Çok iyi oyunculuklar ve vurucu bir final ile kesinlikle hafızalarda yer edecek filmde özellikle stadyum sahnesinden söz etmek lazım: 6,5 dakikalık kesintisiz tek plan olarak çekilen bu sahne insanı şaşkına çeviriyor ve film antolojilerine girmeyi hak ediyor. “Gözlerindeki Sır” geçmişten bugüne hep bizimle yaşayan pişmanlıklarımız üzerine kurulu duygusal bir çalışma. Son cümle de filmden olsun: “Bir erkek herşeyini değiştirebilir, ama tutkularını asla…”.
5. The Social Network – Sosyal Ağ: Tüm dünyada 500 milyon üyesi olan sosyal paylaşım sitesi Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg ve arkadaşlarının hikayesi. Görünürdeki bu çatının altında film aslında temelde insan ilişkilerini anlatıyor. İnsanlarla ilişki kurmakta zorlanan çok zeki ama bir o kadar da kibirli bir bilgisayar dahisinin, sırf çevresinden itibar görebilmek ve sevdiği kızı "tavlamak" için sonunda 20 milyar dolarlık piyasa değerine ulaşacak bir proje yaratması başlı başına ilginç. Seven, Fight Club gibi şimdiden klasik mertebesine ulaşmış filmlerin saygın yönetmeni David Fincher bizi bu kez günümüz Harvard üniversitesinin koridorlarına, yurtlarına götürüyor. Usta bir yönetmenin ve son derece başarılı genç oyuncuların elinden çıkma, yaşadığımız çağa insani bir açıdan bakmamızı sağlayan, izlenmeye değer bir yapıt.
4. The Chaser – Ölümcül Takip: Oldboy'u izlemiş ve beğenmiş olanlar parmak kaldırsın, diğer arkadaşları Hollywood salonumuza alalım. 2003 yılında bize Oldboy'u hediye eden Kore sinemasından yeni bir sarsıcı hikaye. Yine çok iyi bir gerilim, senaryoda yine hiç beklenmeyen sürprizler ve yine şok eden bir final. Ama en baştan uyarmak lazım: Kore sinemasına (ve genelde Asya sinemasına) aşina değilseniz ve perdede görmek istediğiniz klişe "happy ending"ler ise, bu film size göre değil. Eşim "ay içim karardı" diyerek kalktı filmin başından. Ben ise filmin kapanış jeneriği akarken, reklamdaki Behlül gibi "vay... vay... vay... vay" diyordum içimden. Seul'de yaşanan gerçek bir seri cinayet olayından beyazperdeye aktarılan Chaser, sağlam konusu, enfes oyunculukları ve usta işi yönetimi ile kült bir gerilim örneği.
3. The Girl with the Dragon Tattoo – Ejderha Dövmeli Kız: İsveçli yazar Stieg Larsson'un Millennium üçlemesinin ilk halkası, "en uygar milletlerden biri" diye hep imrenerek baktığımız bir toplumdan son derece karanlık bir suç ve şiddet hikayesi aktarıyor. Kitabın ve filmin en önemli karakteri hiç şüphesiz kısacık boyu, tüm vücudunu kaplayan dövmeleri ve piercingleri ile Lisbeth Salander. İsveçli oyuncu Noomi Rapace bu rolü müthiş bir tutku ile perdeye yansıtıyor. Önümüzdeki yıl bu filmin bir de Amerikan versiyonunu izleyeceğiz. Mutlaka o da iyi olacaktır (ne de olsa yönetmen koltuğunda David Fincher var) ama Hollywood versiyonunda şiddet dozu mutlaka bir ton daha düşük olacaktır. Kızı canlandıracak olan Amerikalı oyuncunun da Noomi Rapace kadar yoğun ve keskin bir iş çıkaramayacağından eminim. O yüzden tavsiyem, Amerikan versiyonundan önce mutlaka bu İsveçli orjinalini izleyin.
2. Toy Story 3 – Oyuncak Hikayesi 3: Sinema yazılarımı takip edenler animasyon sinemasına olan ilgimi zaten biliyorlar. İyi bir animasyonun sadece çocuklara yönelik olmadığını bir kez daha anlatmama gerek yok. Toy Story 3, serinin daha önceki halkalarından alıştığımız yüksek standardı koruyor, hatta zaman zaman onların üzerine çıkıyor. Komik ve heyecanlı sahnelerin yanısıra bu üçüncü (ve son) Toy Story özellikle de yetişkinler için son derece duygusal bazı dakikalar vaat ediyor. Filmin sonunda yanımdaki oğluma çaktırmadan gözyaşlarımı silerken, Andy'nin oyuncaklarına vedasından neden bu kadar etkilendiğimi düşündüm. Sanırım cevabı şu: Hepimizin çocukluğumuz ile hala çok kuvvetli bağlarımız var ve bu hikaye hayalden oyunlar kurduğumuz o en saf, en masum ve en özgür dönemimizi bize hatırlatıyor. Çocuğunuzu alın ve Oyuncak Hikayesi'ni izleyin. Çocuğunuz size katılmazsa, siz yine de izleyin.
1. Inception - Başlangıç: Inception'ı izledikten sonra sinemadan çıkarken insan garip bir şekilde rüyada olup olmadığını sorgulamaya başlıyor (Öte yandan, filmler de karanlık bir salonda hep birlikte paylaştığımız rüyalar değil midir zaten?) Inception birden fazla kez izlenmeyi hak eden (hatta belki de gerektiren), üzerinde uzun uzun konuşulabilecek son derece ilginç bir film. İlk olarak Memento ile dikkatimizi çeken, The Dark Knight ile ise "has yönetmenlerim" arasına girmeyi başaran Christopher Nolan yine usta işi bir yapıtla karşımızda. İnsanların rüyalarına girip zihinlerini okumayı ve orada gömülü fikirleri çalmayı beceren uluslararası hırsız Cobb ve ekibi son bir "iş" için bir araya geliyorlar. Bu kez amaçları bir fikri çalmak değil, başkasının zihnine bir fikri ekmektir, tıpkı tohum eker gibi. Inception, Nolan'ın en iyi filmi olmasa da (o şeref hala kara pelerinli bir şövalyeye ait) bu senenin kesinlikle en iyi filmi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder