Benden başka o yılları hatırlayan var mıdır bilmem, Görevimiz Tehlike dizisi ile ilk olarak siyah beyaz tek kanallı televizyonumuzun ekranında tanışmıştık. Sonrasında 1996 yılından itibaren Tom Cruise projeyi sahiplendi ve çekilen sekiz sinema filminin hepsinde yapımcı ve başrol oyuncusu olarak yer aldı. İlk dört filmin her biri farklı bir yönetmen tarafından çekilirken, beşinci film Rogue Nation'dan itibaren Christopher McQuarrie yönetmen koltuğuna oturdu ve bir daha da o koltuktan hiç kalkmadı. McQuarrie'nin elinden çıkan altıncı film Fallout ise bence serinin zirvesiydi. Şimdi, yaklaşık otuz yıla yayılan bu serüven, filmin adında geçen "the final.." ibaresinden anladığımız kadarıyla, "perde" diyor. Gerçi Hollywood bu belli olmaz, Tom Cruise beş yıl sonra yeni bir Görevimiz Tehlike filmi ile çıkıp gelebilir.
Otuz yıl ve sekiz filmden sonra seride bir tükenmişlik sendromu artık yavaş yavaş kendini göstermeye başlamış. Görevimiz Tehlike filmleri Tom Cruise'un dublör kullanmadan bizzat uçarak kaçarak yer aldığı nefes kesen aksiyon sahneleri ile ünlüdür. Her yeni film, meydan okuma anlamında bir öncekini geride bırakmaya çalışır. Ancak Tom Cruise’un cesur aksiyonları arasında her zaman izleyicinin merakını ayakta tutan, ilgi çekici bir casusluk hikâyesi de vardır. Ne yazık ki, The Final Reckoning Tom Cruise odaklı bazı harika aksiyon sahnelerine sahip olsa da, senaryosu ile sınıfta kalıyor. Bu kez riskler her zamankinden büyük ama film çoğu zaman otomatik pilottaymış gibi hissettiriyor. Sanki her şey, iki büyük aksiyon sahnesini barındırmak için birleştirilmiş: Tom Cruise’un su altında bir denizaltının içinde mahsur kaldığı sahne ve yukarıdaki posterde de yer alan havada çift kanatlı bir uçağın dış yüzeyine asılıp kaldığı sahne. Gerçi hakkını teslim edelim, o sahneler de müthiş.
Senaryoyu giriş gelişme sonuç diye üç bölüme ayırırsak, film öncelikle çok uzun ve sıkıcı bir giriş bölümü ile açılıyor. Bir yığın ağır ve karmaşık açıklamayla dolu bu bölümde, sürekli bir takım adamlar bir odaya doluşup, buraya nasıl geldiğimizi ve bundan sonra neler olabileceğini anlatıp duruyorlar. Seyircinin zekası ile dalga geçen kötü yazılmış diyaloglar eşliğinde, yaşayan herşeyin sonunun geldiği ve dünyayı kurtaracak tek kişinin Ethan Hunt olduğu bir saat boyunca en az yedi sekiz kez kafamıza kakılıyor.
Neyse ki, Tom Cruise’un Bering Boğazı’nın buzlu sularına atıldığı ve bir denizaltının içine girdiği sahneyle birlikte ikinci perde başlıyor ve film kendine geliyor. Üçüncü perdede ise o meşhur çift kanatlı uçak sahnesi ağzımızı bir karış açık bırakıyor ve beklediğimize değdi diyoruz. Finaldeki uçak sahnesini izleyip de kalp atış hızınızın artmaması mümkün değil. Filmin sonuna geldiğinizde ilk bölümün ne kadar sıkıcı olduğunu unutuyorsunuz ve salondan "vay be" diyerek ayrılıyorsunuz.
The Final Reckoning ilk bir saatinde çok fazla olay örgüsünü aynı anda yürütmeye çalışıyor ve sürekli tekrar eden, gereksiz uzunlukta açıklama sahneleriyle ağırlaşıyor. Üstelik bu açıklamalar çoğunlukla zaten bildiğimiz şeyleri tekrar etmekten başka bir işe yaramıyor. Bu ilk saati atlatırsanız, izleyicinin beklentisinin karşılandığı bölümlere nihayet erişiyoruz. O beklenti nedir derseniz de büyük, cesur ve sınır tanımayan bir aksiyon. Mümkün olan en büyük perdede ve güçlü bir ses sistemiyle izlendiğinde, film başka yerde zor rastlanacak bir deneyim sunuyor. Mantıklı olup olmamasına pek aldırış etmeden seyredildiğinde izleyicileri heyecanlandırıp içine çekmeyi başaran heyecan dolu bir epik var karşımızda. The Final Reckoning'i birkaç ay sonra evde bir streaming platformunda tekrar izlemek ister miyim? Evet isterim, ama ilk bir saatini x2 hızla oynatarak.
Benim Notum: 7 / 10
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder