Sinema dünyasının en kendine has yönetmenlerinden Wes Anderson'a ben yıllardır biraz mesafeli yaklaşmaktaydım. Onun o aşırı stilize tarzı bende hep bir soğukluk etkisi yaratıyordu. Ancak bu kez, belki de ne ile karşılaşacağımı bilerek sinemaya gittiğimden, ilk defa bir Wes Anderson filminden keyif aldım. Üstelik de The French Dispatch yönetmenin en "Wes Anderson'vari" filmi. Muhterem bu kez cephanelikte ne varsa hepsini üstümüze salmış.
Fransa'da yayınlanan The French Dispatch adlı hayali bir dergiyi tanıtarak başlayan film, daha sonra derginin sanat, politika, yemek gibi farklı bölümlerinde yayınlanmış makalelerden uyarlanmış üç ayrı hikayeyi sırayla perdeye getiriyor. Wes Anderson bu hikayeleri anlatırken elbette yine görsel stiliyle ön plana çıkıyor. Simetrik kadrajlar, farklı açılar, sağdan sola ya da aşağıdan yukarıya kayan kamera hareketleri, farklı çerçeve oranları (aspect ratio), siyah-beyaz başlayıp renkliye geçme gibi biçimsel sıçramalar film boyu devam ediyor. Bu çılgın imajlar festivali zaman zaman seyirciyi yorsa da, genelde hoş gözüküyor. Bu kez anlatılan öykülerin de oldukça ilgimi çektiğini söyleyebilirim, özellikle ressam bir mahkum ile gardiyanın aşkını anlatan ilk hikaye. Fransız kültürüne bir saygı duruşunda bulunduğu açık olan filmde henüz ilk sahneyle başlayan referanslar, film boyunca yedinci sanatın birçok akım ve türüne değinerek devam ediyor. Ve son tahlilde bir "sinefil ziyafeti"ne dönüşüyor.
Benim Notum: 7,5 / 10
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder