9 Mayıs 2018

40. Game Night

Sessiz sinema, monopoly, jenga, vesaire gibi aile oyunlarını pek seven genç bir çift her hafta bir grup arkadaşlarıyla evlerinde bir araya gelip bol rekabetli oyunlar oynuyorlar. Bu oyun gecelerinden birinde, başta oyun sandıkları gizemli bir bulmaca gerçek suçluların ve gerçek silahların devreye girdiği bir adam kaçırma olayına dönüşüyor. Horrible Bosses (Patrondan Kurtulma Sanatı) filmlerinin senaryo yazarı olarak tanıdığımız John Francis Daley ve Jonathan Goldstein bu kez filmin ortak yönetmenleri olarak görev almışlar. O filmlerde de başrolde olan Jason Bateman bu tür "yanlış zamanda yanlış yerde olan düzgün adam" rollerine çok uygun bir isim. Bu kez kadrodaki diğer oyuncular da filmin ritmine ayak uyduruyorlar. Yıllar önce David Fincher'ın yeni yeni meşhur olmaya başladığı yıllarda yönettiği Michael Douglas'lı bir "The Game" filmi vardı. Game Night'ın senaryosu biraz o filmdeki olay örgüsünü anımsatıyor. Ama onun komedi versiyonu diyelim. "Altı Kahkaha Kriteri"ni* ucundan da olsa yakalayan film, iyi komedi bulmanın zor olduğu şu yıllarda,  pek akılda kalıcı olmasa da idare eder. Özellikle filmdeki diyaloglarda bol bol başvurulan popüler sinema göndermeleri benim gibi film meraklılarının kalbini tavlayacak cinsten. 

*Nedir bu Altı Kahkaha Kriteri: Eğer bir komedi filmi boyunca altı kez sesli bir şekilde gülüyorsanız, o film sınıfı geçmiştir.

Benim Notum: 6 / 10

7 Mayıs 2018

39. The Disaster Artist


James Franco'nun hem başrolde oynayıp hem de yönettiği, bu sene uyarlama senaryo dalında Oscar adayı olan The Disaster Artist, "sinema tarihinin en kötü filmi" olarak nam salmış The Room'un çekim hikayesini anlatıyor. 2003 yılında aslen nereli olduğu hala bilinmeyen ama tuhaf bir doğu Avrupa aksanı ile konuşan Tommy Wiseau adlı bir adam aktör olma hayalleriyle Hollywood'a gelir. Son derece yeteneksiz olduğu için hiçbir ajans ona iş vermez. Parasının kaynağı da belli olmayan bu esrarengiz adam, cebinden 6 milyon dolar masraf ederek, senaryosunu kendi yazdığı The Room adlı filmi çeker. Eğer The Room'u izlemediyseniz şuradaki videoya bir göz atabilirsiniz. Bu kısacık kesit bile filmin ne felaket bir şey olduğuna dair bir fikir verecektir. 2003'te bir dram olarak çekilen The Room, tıpkı bizim Cüneyt Arkın'lı Dünyayı Kurtaran Adam gibi zamanla kült bir komedi haline gelmiş ve "o kadar kötü ki, izlememiz lazım" statüsüne kavuşmuş.

James Franco bu ilginç şahsiyetin hikayesini perdeye aktarırken, işin kolayına kaçıp onu alay konusu haline getirmeyi hedeflemiyor. Tam tersine film sona erdiğinde Tommy Wiseau'ya derin bir sempati duyuyor, onun başarılı olmasını istiyorsunuz. Belki de bu yüzden The Room'un geride kalan 15 sene içerisinde tüm masraflarını karşılayıp kara geçmesi ve günümüzde hala festivallerde gösteriliyor olması bizi mutlu ediyor. Film birçok yerinde, özellikle de kamera arkasının anlatıldığı sahnelerde kahkahalarla güldürüyor. Ama filme basit bir komedi gözüyle bakmak haksızlık olur. James Franco'nun filmi esasen bir işe tutkuyla sarılanlara ve hayallerinin peşini bırakmayanlara yazılmış güzel bir saygı mektubu.

Ve tabii sözlerimize son verirken... "I did not hit her, it’s not true! It’s bullshit! I did not hit her! I did naaaht... Oh, hi Mark!.."


Benim Notum: 7,5 / 10


5 Mayıs 2018

38. Isle of Dogs

Eğer daha önce birkaç Wes Anderson filmi izlediyseniz bu eksantrik yönetmenin tarzına aşinasınız demektir. Rushmore, The Royal Tennenbaums, Moonrise Kingdom ve son olarak The Grand Budapest Hotel gibi filmleriyle özellikle film eleştirmenleri tarafından pek tutulan Anderson, aşırı stilize tarzını Fantastic Mr. Fox'tan sonra bir kez daha bir stop-motion animasyonunda kullanmış. Allahtan bu kez bizim film dağıtım şirketleri "animasyon" ibaresini görür görmez hemen Türkçe dublaj olayına girişmemişler. Bu küçüklere değil, yetişkinlere yönelik bir animasyon çünkü. Hayali bir Japon şehrinde, kentteki bütün köpekleri toplayıp bir adaya sürgüne gönderen zalim vali Kobayashi'ye karşı girişilen bir köpek devrimini anlatan hikayenin seslendirme kadrosunda Edward Norton'dan Scarlett Johansson'a, Wes Anderson'ın favori aktörü Bill Murray'den bu sene Oscar alan Frances McDormand'a kadar bir dolu Hollywood yıldızı rol almış. Ama bu kadar yıldıza rağmen filmin başrolünde Wes Anderson'ın "sanat yönetmenliği" var. Stop-motion animasyon yöntemi için harcanan emeğe ve yönetmenin her detaya hakim olma takıntısına şapka çıkarmakla beraber, bu aşırı titizlik bende bir soğukluk yaratıyor, hikaye ile arama sanki bir mesafe koyuyor. Wes Anderson'ı ben yine sevenlerine emanet edip ve sessizce uzaklaşayım en iyisi...

Benim Notum: 6 / 10

3 Mayıs 2018

37. Avengers: Infinity War

Infinity War'un temel problemi neredeyse otuza yakın süper kahramanı bir hikayeye doluşturup, her birinden anlamlı bir katkı elde etmeye çalışması. Düşünsenize basit bir matematik hesapla dahi filmin 150 dakikalık süresini kahraman adedine böldüğünüzde adam başına 5 dakika düşüyor. Gerçekten de bazı karakterler bir görünüp bir kayboluyorlar, daha fazla dakika almasını arzu ettiğiniz bazı karakterler hevesinizi kursağınızda bırakıyorlar. Örneğin ben iki ay önce izlediğimiz sağlam filmin verdiği motivasyonla Black Panther'ı perdede daha fazla görmek isterdim, ama lateksli kralımız neredeyse sadece "Wakanda forever!" diye bağırmak için kadroya dahil olmuş gibi. Bu aktör enflasyonu arasında Benicio Del Toro, Idris Elba, Peter Dinklage gibi kimi Oscarlı kimi Altın Küreli anlı şanlı isimler, sanki Los Angeles'da ekmek almaya çıkmışken filmin setine uğrayıp senaryodaki iki cümleyi okuyor, sonra "bye bye" deyip stüdyo çıkışında yüklü çeklerini tahsil ediyorlar.

Neyse ki, filmin yapımcıları karakter gelişimine hiç vakit ayırmayarak bu zaman handikapını kısmen aşmışlar. Aslında ekstra bir karakter geliştirme çalışmasına ihtiyaç da yok. Marvel'cılar 2008'deki Iron Man ile başlayarak, geçtiğimiz 10 yıla yayılan 18 film boyunca bu kahramanların "origin story"lerini itina ile bize aktardıkları için, perdedeki karakterleri liseden arkadaşlarımız kadar iyi tanıyoruz. Tony Stark'ın ukalalığını, Thor'un kibirini, Peter Parker'ın heyecanlı ergen hallerini çok iyi biliyoruz. Filmin en güçlü noktası da burada ortaya çıkıyor: Zaten aşina olduğumuz karakterler üzerinden üretilen harika esprilerle Infinity War çok eğlenceli bir iki buçuk saat geçirtiyor. Özellikle de bu macerada ilk kez karşılaşan bazı karakterlerin yarattığı "sen de kimsin" anları izlemelere değer. Zaman zaman üç ayrı mekanda paralel ilerleyen aksiyon sahneleri nefes kesiyor. Tam işler sarpa sardığında "yettim" diye çıkıp gelen tanıdık bir yüz sinemadaki koltuğumuzda hafifçe zıplamamıza neden olabiliyor (benim katıldığım ilk günkü seansta coşkularını epey sesli bir şekilde ifade edenler de mevcuttu).

Marvel sinematik evreninde yıllardır aksayan bir detay olagelen "kötü adam" konusu da Josh Brolin'in başarıyla canlandırdığı Thanos ile halledilmiş gibi görünüyor. Thanos sadece kötülük yapmış olmak için kötülük yapan bir 'villain' değil. Yaptığı kıyımların kendince bir gerekçesi var ve -her ne kadar hak vermesek de- en azından nerden gelip nereye gitmek istediğini anlayabiliyoruz. Adında Avengers kelimesi geçmemesine rağmen şimdiye kadarki en başarılı Avengers filmi olduğunu düşündüğüm Captain America: Civil War'u da çeken Anthony ve Joe Russo kardeşler yine aksiyon ve komediyi çok iyi harmanlayan bir maceraya imza atmışlar. Çok zor bir işin altından kalktıklarını teslim etmekle birlikte, kendi adıma bu kahramanları böyle "bütün kızlar toplandık" şeklinde değil de, kendi bireysel hikayelerinde izlemeyi daha çok tercih ettiğimi de bir son not olarak düşeyim.

Benim Notum: 7 / 10

26 Nisan 2018

36. Molly's Game


Molly's Game'i sevip sevmeyeceğiniz ile ilgili kendinize şöyle bir küçük test uygulayabilirsiniz: Eğer iki sene önceki Steve Jobs filmini sevdiyseniz (Ashton Kutcher'ın oynadığı Jobs değil, Michael Fassbender'ın oynadığı Steve Jobs) bu filmi de seversiniz. Ben senaryo yazarı Aaron Sorkin'in Steve Jobs'daki o kelimelere takla attıran diyaloglarına bayılmıştım, Molly's Game'i de çok sevdim. Bir filmin yürümesini sağlayan ana mekanizma olarak diyalogları kullanmak söz konusu olduğunda, bu alanda Sorkin'den daha maharetlisi yok. CV'sinde A Few Good Men, The Social Network ve tabii Steve Jobs gibi çok başarılı işler olan Oscar ödüllü senaryo yazarı Aaron Sorkin, Molly's Game ile birlikte yönetmenlik kariyerine de adım atıyor. Film, olimpiyatlara gidecek kadar başarılı bir kayak sporcusuyken geçirdiği bir kaza sonucu spordan kopan, hukuk fakültesinde okumaya hazırlanırken kendini Los Angeles'ta milyon dolarlarlık bahislerin döndüğü gizli poker partilerinin organizatörü konumunda bulan Molly Bloom'un gerçek yaşam öyküsünü anlatıyor. 

Molly's Game, tıpkı Steve Jobs gibi diyaloglara dayanan bir film. Ama ne diyaloglar!.. Steve Jobs ile ilgili yazımda "bu kelimeler üzerine kurulmuş bir aksiyon filmi" demiştim, aynı duyguyu burada da yaşadım. Aslında iki buçuk saatlik uzun denebilecek bir süreye sahip olmasına rağmen, filmi izlerken bir dakika bile sıkılmadım. Filmdeki karakterler Aaron Sorkin'in beyninin çalışma şekline uygun bir formatta konuşuyorlar, örneğin konuşma sırasında aynı anda iki konu paralel ilerleyebiliyor, ya da konuşmanın başında değindikleri bir detaya konuşmanın sonunda yeniden dönüyorlar. Sanki top yerine kelimelerin kullanıldığı heyecanlı bir tenis maçı izliyoruz. Elbette bu "odadaki en zeki kim" yarışmasına dönen atışmalara bakıp "gerçek hayatta kimse böyle konuşmaz ki canım" eleştirisi getirenler olacaktır. Bunu biliyorum  ama için için "keşke gerçek hayatta herkes böyle konuşsa" demekten de kendimi alamıyorum. Çünkü filmi izlerken resmen beyninizin egzersiz yaptığını, nöronlarınızın vitaminle beslendiğini hissediyorsunuz.  

Başrolde Jessica Chastain'in üstün yeteneğini çarpıcı bir şekilde kullanan Molly's Game ne yazık ki Türkiye'de sinemalarda gösterime girmedi; ama Bein Connect platformunda (Digiturk) izleyebilirsiniz. 

Benim Notum: 8 / 10 

21 Nisan 2018

35. Rampage

Türkçe adı "Büyük Yıkım" olan bir filmin sinema sanatı adına yeni ufuklar açmasını, oyuncularının çok gerçekçi bir senaryo eşliğinde Oscarlık performanslar sunmasını filan beklemiyordunuz herhalde, değil mi? Rampage kapağında ne yazıyorsa o... Genetikleriyle oynanması sonucu dev canavarlara dönüşen üç hayvan (bir goril, bir kurt ve bir timsah) Chicago şehrini darmaduman ediyor, kaslı abimiz Dwayne "The Rock" Johnson da yanında koşuşturup duran bilimsel ablayla birlikte dünyayı kurtarmaya çalışıyor. Yönetmen Brad Peyton'ın üç sene önceki başrolde yine Dwayne Johnson'ın yer aldığı San Andreas filmini izlediyseniz neyle karşılaşacağınızı az çok tahmin edebilirsiniz. Hatta tıpkı orada olduğu gibi bu filmde de Dwayne Johnson helikopteriyle şehrin üstünde dolaşıp duruyor. Filmi hiç yerden yere vurmaya girişmeyeceğim, çünkü sinemaya girerken  beklentim zaten hemen hemen buydu. Kucağınızda patlamış mısırla birlikte iki saatliğine beyninizi park edip, başarılı görsel efektlerin tadını çıkarmak, King Kong ve ekürisinin koca koca gökdelenleri devirmesini izlemek istiyorsanız, Rampage vaad ettiklerini yerine getiriyor.

Benim Notum: 6 / 10

19 Nisan 2018

34. Hostiles

1892'de vahşi batıda geçen hikayede, Amerikan ordusunda yıllarca Kızılderililere karşı acımasızlığıyla nam salmış efsanevi bir yüzbaşı, hükümetin bir halkla ilişkiler projesi gereği tutsak iken salıverilen bir Kızılderili şefine doğduğu topraklara yapılacak tehlikeli bir yolculuk boyunca refakat etmekle görevlendiriliyor. Filmin, yıllar önce Pazar sabahları TRT'nin western kuşağında izlemeye alıştığımız John Ford klasiklerini hatırlatan sinematografisi nefis. O eşsiz doğa manzaraları, uçsuz bucaksız gibi görünen araziler, çöller, kanyonlar ve dağlar özellikle büyük sinema perdesinde çok etkileyici duruyor. Vicdanı körelmiş askeri oynayan Christian Bale ve korkunç acılar yaşamış anne rolünde Rosamund Pike sağlam iş çıkarıyorlar. Filmin yan rollerinde bir sürü yetenekli oyuncu da var. Örneğin bu senenin yükselen yıldızı, Oscar adayı da olmuş Timothee Chalamee (Call Me By Your Name, Lady Bird) kısacık rolünde bir görünüp hemen kayboluyor. Yönetmen Scott Cooper’ın çektiği Hostiles, bir yolculuğu ve yol boyunca yaşanan vicdani hesaplaşmaları anlatıyor. Zaman zaman temposu çok düşen ve biraz fazla uzun tutulmuş gibi görünen filmde, hikayedeki ana karakterler kayıpları kabullenme ve daha önce düşman görünen tarafı anlama yönünde bir perspektif değişimi yaşıyorlar. Açılıştaki fazlasıyla şiddet yüklü sahnede ilk önce Kızılderililer vahşiler olarak gösterilirken, film ilerledikçe görüyoruz ki hikayedeki beyazlar da az barbar değil. Yalnız tabii filmin ana mesajını afişe dan diye yapıştırmak ("we are all hostiles") pek iyi olmamış. Bu gerçeği biz seyirciler kendi kendimize keşfetseydik keşke... 

Benim Notum: 7 / 10  

17 Nisan 2018

33. A Quiet Place


İşte asla sinemada patlamış mısırla izlenmeyecek bir film. A Quiet Place'in özellikle ilk yarısında neredeyse hiç çıt çıkmadığı için, mısır haşırtılarınız bütün salonda yankılanabilir, kucağınızda bir kova mısırla öyle kalakalırsınız.

Jordan Peele'in geçen sene Get Out ile elde ettiği sürpriz başarıdan sonra, komedi aktörlüğünden gelip yönetmen olarak korku/gerilim sinemasında iyi işler çıkaranlar kervanına John Krasinski de ekleniyor. En çok The Office dizisindeki Jim Halpert rolüyle hatırlanan Krasinski'nin çektiği filmde, post apokaliptik bir gelecekte, sese aşırı duyarlı bir takım canavarlara karşı hayatta kalma mücadelesi veren bir aileyi izliyoruz. Ses çıkardığınız an canavarlara yem olduğunuz bir dünyayı anlatan hikayede, sessizlik yazının girişinde de bahsettiğim gibi filmin ana oyuncularından biri haline dönüşüyor. Krasinski aslında tek bir konseptten iyi malzeme çıkarmış. Ailenin günlük hayatlarını idame ettirirken ses çıkarmamak için bulduğu yöntemler ilginç: tabak yerine geniş yaprak kullanmak, yürüdükleri yollara kumlar dökmek, suyu lavaboya değil havluya akıtmak vesaire gibi önlemler ailemizin bu yeni hayata iyi adapte olduğunu gösteriyor. Filmi izlerken insanoğlunun ne kadar gürültücü bir tür olduğunu da daha iyi anlıyorsunuz. Korku filmlerinde genelde karakterler aptalca tercihler yaparlar (girmemeleri gereken bir odaya girmek, açmamaları gereken dolap kapağını açmak gibi). Burada ise aile fertleri, özellikle de anne-baba epey mantıklı kararlar alabiliyor. Ayrıca sessizlik üzerine kurulu bir hikayede, ailenin kızlarının işitme engelli olması ve üstelik de bu rolü gerçek hayatta da doğuştan sağır olan Millicent Simmonds'ın oynaması filmle ilgili beğendiğim küçük motifler. Ses kurgusu ve ses miksajı da çok iyi filmin. Tabii senaryodaki bazı mantık hatalarına fazla kafayı takmamak lazım; örneğin ailenin evinde elektrik nasıl oluyor, eğer jeneratör varsa nasıl gürültü çıkarmıyor gibi. Bunlara fazla takılmadan, özgün bir konsept eşliğinde gerim gerim gerilmek istiyorsanız A Quiet Place iyi bir seçim.

Benim Notum: 7,5 / 10

15 Nisan 2018

32. Annihilation

Netflix'in film şirketleri ile yaptığı anlaşmalar, farklı ülkelerde farklı uygulamalara yol açabiliyor. Örneğin, geçen ay bu blogda yazdığım Mudbound Türkiye'de sinemalarda gösterime girerken Amerika'da sadece Netflix'te yayınlandı. Natalie Portman'ın başrolünde oynadığı Annihilation ise tam tersi bir yol izleyerek Amerika'da Şubat ayında sinemalarda gösterime girmesine rağmen, Türkiye'de direkt Netflix'e geldi. Netflix üyesiyseniz hemen şu an Annihilation'ı televizyonunuzda ya da bilgisayarınızda izleyebilirsiniz. Sinema salonunda film izleme ritüelini sabote ettiğine inandığım Netflix'in bu tür uygulamalarından hiç hoşnut olmasam da, değişen zamanlara adapte olmaktan başka çaremiz yok.

Gelelim filmimize: Dünyaya uzaydan düşen ve "Shimmer" denilen bir tür ışık kubbesi, etkisi altına aldığı bölgedeki bitkileri ve hayvanları değişime uğratmaya başlıyor. Natalie Portman'ın canlandırdığı Lena adındaki bir biyolog da bir grup bilim kadını ile birlikte gökkuşağına benzer bir duvar ile çevrili bu bölgenin içine gönderiliyor. İlk filmi 2014 yapımı Ex Machina ile dikkatleri üstüne çeken İngiliz yönetmen Alex Garland, yine beyinlerimize fazla mesai yaptırmayı hedefleyen bir bilim-kurgu çekmiş. Entellektüel düzeyi yüksek bir senaryoya sahip Annihilation ortaya bir takım fikirler atıyor ve seyircisinin bunlar üzerine düşünmesini istiyor. Filmi eşim ve oğlumla birlikte izledik ve filmin sonunda üçümüzün de anlatılan hikayede neler olduğu ile ilgili farklı farklı yorumları vardı. Bu da güzel bir şey aslında. Ama finalde bazı soruların ucunun açık bırakılması her seyircinin hoşuna gitmeyebilir. Bir de, kadın kahramanımızın makineli tüfeğiyle yaratıkları hakladığı, Alien benzeri bir aksiyon bekleyerek filmi izlemeye başlayanlar hayal kırıklığı yaşayabilir. Bu o tarz bir bilim-kurgu değil. Felsefi yönü ağır basan hikayeleri izlemek isteyenler Annihilation'ı beğenecektir. Ama filmin seyircisi ile arasına bir mesafe koyduğunu ve biraz erişim zorluğu taşıdığını da kabul etmek lazım.

Benim Notum: 7 / 10 

  

13 Nisan 2018

31. Pacific Rim: Uprising

Beş sene önceki ilk Pacific Rim filmini çeken kişinin, bu seneki Oscar'ların yıldızı The Shape of Water'ın yaratıcısı Guillermo del Toro olduğunu söylesem kaşlarınızı kaldırıp hayretle bakarsınız herhalde. Meksikalı yönetmen bu filmin çekimleri sırasında "kara gölün canavarının aşkı" ile haşır neşir olduğu için projede sadece yapımcı olarak yer almış. Onun yaratıcılığı ve görsellikteki ustalığı olmayınca da geriye Transformers benzeri bir metal yığını kalmış. Hikaye hemen hemen aynı: Pasifik okyanusundaki bir yarıktan çıkıp gelen Godzilla benzeri uzaylı yaratıklar dünyayı yoketmek istiyor. Dünyalılar da inşa ettikleri dev robotlarla onları durdurmaya çalışıyor. Bu robotların neden kokpitteki iki pilot tarafından yönetildiğini tam olarak anlayamasak da pilotların senkronize yaptıkları dövüş koreografileri belli bir cazibe taşıyor. Zaten film bizim fazla soru sormamızı da istemiyor; sadece mısırımızı yiyip perdedeki içi boş aksiyonu ve o devasa yıkımı seyretmemizi bekliyor. Star Wars'taki sevgili Finn'imiz John Boyega göründüğü her sahnede filme bir enerji katmayı başarsa da, kötü bir senaryo ve yeteneksiz bir yardımcı oyuncu kadrosu yüzünden onun çabası da yeterli olamıyor.

Benim Notum: 5 / 10

11 Nisan 2018

30. Kelebekler


"Nasıldı" diye soran birine iki-üç cümle ile tarif etmesi zor bir film Kelebekler. Film sona erdiğinde beynimden geçen hakim hissiyat "tuhaf bir şey izlediğim kesin, ama ben bu tuhaf şeyi çok sevdim" şeklindeydi. Absürd komedi tanımlaması üzerinde genel bir mutabakat var, ama ben bunun bir absürd komedi olduğuna da tam katılamıyorum. Tamam, filmde ilk bakışta absürd gelebilecek birçok sahne var (astronotlar, patlayan tavuklar, vesaire) ama bu detayların gayet mantıklı açıklamaları da sunuluyor bilahare.

İki sene önce Sarmaşık ile son derece başarılı bir psikolojik gerilime imza atan Tolga Karaçelik, üçüncü filmi Kelebekler'le "takip edilmesi gereken yönetmenler" listemdeki yerini sağlamlaştırıyor. Bu seneki Sundance Film Festivalinde Büyük Jüri Ödülü alan Kelebekler, babalarının daveti üzerine yıllar sonra bir araya gelen ve doğdukları köye geri dönen üç kardeşin hikayesini anlatıyor. İlk bir saatinde sevimli bir yol hikayesi olarak başlayan film, geçmişle hesaplaşmanın ve acı hatıralarla yüzleşmenin ön plana çıktığı, köyde geçen ikinci bölümde biraz daha drama kayıyor. Ama arada hınzır çıkışları da ihmal etmeden. Seyircisini sürekli şaşırtmayı beceren Kelebekler'de, çok iyi yazılmış karakterler filmi alıp götürüyor. Hele o finaldeki "kör çoban" sürprizi, salonu ağzımız kulaklarımızda terketmemizi sağlıyor. Zeki ve yaratıcı bir sinemacının bir finansal yardım olmadan da (film Kültür Bakanlığı desteğinden yararlanamadı) nasıl fark yaratabildiğini cümle aleme gösteren, "yılın en iyileri" listeme gireceğini şimdiden ilan edebileceğim, sıradışı bir film Kelebekler.

Benim Notum: 8 / 10

4 Nisan 2018

29. Ready Player One

2045 yılında geçen filmde insanlık VR (sanal gerçeklik) manyağı olmuş, büyüklü küçüklü herkes işi gücü bırakmış zamanını Oasis denilen bir oyunun içinde geçiriyor. Oasis'in yaratıcısı ölümünden önce oyunun içine bir sürpriz yumurta yerleştiriyor ve çeşitli ipuçlarını çözerek bu yumurtayı bulacak olan kişiye oyunun tüm kontrolünü sunmayı vaadediyor. Steven Spielberg'in son oyuncağı Ready Player One eğlenceli bir film, özellikle sanal dünyadaki aksiyon sahneleri gayet başarılı. Bir araba yarışı sahnesini, tempo ve zamanlamanın ustası Spielberg'in elinden çıkmış haliyle izlemek başka bir deneyim. Yönetmenin tüm yaratıcılığını konuşturduğu, oyunun içini gösteren bölümlerdeki görsel efektler ağızlarımızı açık bırakıyor. Bu görüntülerin tadına tam varabilmek için bu filmi -eğer şehrinizde varsa- bir IMAX salonunda izlemenizi salık veririm. Öte yandan, %80'i bilgisayar oyununun içinde geçen film bir süre sonra "bu kadar sanallık fazla" da dedirtmiyor değil. Keşke teknik üstünlükleri yaratmada harcanan emeğin onda biri karakter gelişimi için de kullanılsaymış. Bir de 80'ler nostaljisi sanki biraz abartılmış. Neredeyse iki dakikada bir çocukluğumuzdan bir filmin, bir şarkının, bir oyunun, bir ünlünün bahsi geçiyor. Benim Spotify 80'ler playlist'imdeki parçaların neredeyse yarısı filmde çalıyor. Film sanki sürekli bize "bakalım bunu hatırlayacak mısın" diyor ve popüler kültüre dair bazı detayları yakaladığımız için kendimizi zeki hissetmemizi bekliyor. Bu nostaljik dokundurmalar dudaklarımızda bir gülümseme yaratsa da, aşırısı artık tat vermemeye başlıyor. Ama o mükemmel "The Shining" bölümünü ayrı tutuyorum. Stanley Kubrick klasiğinin yeniden canlandırıldığı bölüm o kadar güzel çekilmiş ve asıl filme öyle güzel entegre edilmiş ki, sadece "The Shining" sekansı bile Ready Player One'ı izlemek için bir sebep oluşturabilir.

Benim Notum: 7 / 10

29 Mart 2018

28. Custody


Filmin sonunda perde kararıp da yazılar akmaya başladığında, içinde bulunduğum sinema salonunda toplu bir nefes verme anı yaşandı. Bu, gerilen kasların ve tutulan nefeslerin hep birlikte salıverilmesiydi. Velayet (Jusqu'à la garde) bir korku ya da gerilim filmi değil. Ama son yıllarda hiçbir filmde bu kadar gerildiğimi, kendimi bu kadar kastığımı hatırlamıyorum.

Fransız yönetmen Xavier Legrand'ın Venedik Film Festivalinde en iyi ilk film ve en iyi yönetmen ödülleri alan filmi, bir duruşma sahnesi ile açılıyor. 11 yaşındaki oğulları Julien'in velayeti konusunda anlaşamayan boşanmış bir çift hakime durumu kendi bakış açılarından anlatıyorlar. Anne Miriam, kocasının kendisine şiddet uyguladığını, oğlunun da babasını görmek istemediğini iddia ediyor. Baba Antoine ise annenin yalan söylediğini, oğlunu özellikle ondan kaçırdığını, bir baba olarak oğlunu görmeye hakkı olduğunu söylüyor. Aslında bu bölümde biz de kendimizi yargıç yerine koyuyor, iki tarafı da dinliyor ama o an kimin haklı olduğuna karar veremiyoruz. Duruşma sahnesinden sonra yavaş yavaş bu parçalanmış ailenin hayatına daha fazla giriyor ve önceleri çok halim selim görünen ve belki biraz sempati bile duyduğumuz babanın dengesizliklerine şahit olmaya başlıyoruz. Film temelde 4-5 adet uzun sekanstan oluşuyor, baba oğulun araba yolculukları, yemek masasındaki diyaloglar ve bir doğum günü partisi. Bu sekanslarda aslında hiçbir şiddet sahnesi yok, ama her an patlayacakmış gibi görünen bir gerilim öyle bir tansiyon yaratıyor ki, çoğu yerde izlemesi bile zorlaşıyor. Bu bakımdan Legrand'ın tarzı küçük aile hikayelerinden büyük gerilimler yaratmanın ustası Asghar Farhadi'nin filmlerine benzetilebilir. Filmin "en iyi yönetmen" ödülü alması boşuna değil, çünkü birçok sahnede Legrand sinema dilini çok iyi kullanarak imzasını atıyor. Örneğin tek plan çekilen doğum günü partisi sahnesi antolojilere geçecek nefis bir sinema becerisi içeriyor: Bu bölümde içerdeki yüksek volümlü ses yüzünden karakterlerin birbirlerine ne dediklerini anlayamıyoruz, ama çok başarılı bir çekim tekniği ile bir şeylerin yolunda gitmediğini hissediyoruz.

Elbette bu sahiciliği yaratmada oyuncuların payı büyük. Anne ve babayı canlandıran Léa Drucker ve Denis Ménochet de iyiler; ama ben özellikle Julien'i canlandıran ve daha önce hiçbir sinema tecrübesi olmayan küçük oyuncu Thomas Gioria'yı çok başarılı buldum. Babasıyla yalnız kaldıkları anlardaki çaresiz halleri ya da anne babasının kavgaları sırasında yüzüne yansıyan travma insanın içini burkuyor, yerinizden kalkıp onu o ortamdan kurtarmak istiyorsunuz.

Velayet, yürümeyen bir evliliğin ve aile içi şiddetin özellikle çocuklar üzerinde nasıl korkunç etkiler yaratabileceğini gösteren ve çok iyi bir yönetmenin gelişini müjdeleyen sarsıcı bir film.

Benim Notum: 8 / 10



27 Mart 2018

27. Tomb Raider

2001 ve 2003'te Angelina Jolie'nin oynadığı iki filmden sonra Lara Croft yeniden beyazperdede. Bu kez senaryo Tomb Raider bilgisayar oyununun 2013'te lansmanı yapılan yeni versiyonunu baz alıyor ve bir origin / başlangıç öyküsü anlatılıyor. Yani henüz iki elinde iki tabanca taşımıyor. Lara kızımız, yıllar önce "kutsal mezarların izini süreceğim" diye ortadan kaybolan babasının yüklü mirasını reddedip, Londra'da mütevazı bir hayat yaşamaktadır. Bir gün tesadüfen babasının kendisine bıraktığı bir takım gizli şifreler ile karşılaşınca, gizemi çözmek ve babasının akıbetini öğrenmek üzere Japonya açıklarındaki bir ıssız adaya gitmeye karar verir. Söz konusu bilgisayar oyununa aşina olanların söylediğine göre filmdeki birçok sahne ve Lara Croft'un atlama zıplama hareketleri direkt oyundan alınmışmış ve iyi bir uyarlamaymış. Benim bilgisayar oyunları ile hiç işim olmadığı için, ben sadece perdede gördüğüm filmi değerlendirmek durumundayım. Orada da hemen şunu söyleyebilirim: Bu film Angelina Jolie'li filmlerden kesinlikle daha iyi (ama bu çok da matah bir yargı olmayabilir, çünkü o filmler gerçekten epey kötüydü). Bir kere Oscar ödüllü Alicia Vikander karaktere belli bir samimiyet, bir sahicilik getirmiş. Karşımızda yenilmez bir süper kahramandan ziyade, acı çeken, zaman zaman dayak yiyen ama düşe kalka öğrenen ve yol aldıkça kendini geliştirebilen, iradesi yüksek bir kadın var. Öte yandan, filmle ilgili övülecek şeyler Vikander'dan öteye fazla uzanamıyor ne yazık ki. Başlangıçta Londra sokaklarındaki o heyecanlı bisiklet yarışı sahneleriyle iyi bir tempo yakalayan ve ilgi çekici olmayı başaran film, Lara Croft'un Japon adasına adım atması ile birlikte sanki ayağını pedaldan çekiyor. Hiçbir sürpriz ya da espri içermeyen tekdüze bir senaryo, Indiana Jones'un ucuz bir kopyası gibi görünen lanetli kral mezarı bölümleri ve yeterince gerilim taşımayan aksiyon sahneleri nihayetinde "keşke Lara hep Londra'da kalsaydı" dedirtiyor. 

Benim Notum: 6 / 10

25 Mart 2018

26. The Death of Stalin

Tam da İngiltere ile Rusya'nın bir ajan entrikası nedeniyle karşı karşıya geldiği ve güncel haberlere konu olduğu şu günlerde, Rus tarihindeki belli bir dönemi alaycı bir tavırla eleştiren bir İngiliz filmi. Eski Sovyetler Birliği zamanında Joseph Stalin'in ölümü sonrası devletin üst kademesindeki yöneticiler arasında iktidar mücadelesini anlatan bir politik kara komedi The Death of Stalin. Veep dizisinin yaratıcısı İskoçyalı yazar / yönetmen Armando Iannucci'nin bir çizgi romandan uyarladığı senaryo tarihsel gerçeklere son derece "gevşek" bir şekilde bağlı. Steve Buscemi, Jeffrey Tambor ve Michael Palin gibi bir dolu yetenekli ismi bir araya getiren film daha çok bir tiyatro oyunu havasında başlayıp bitiyor. Filmin hemen hemen tüm sahneleri bir odada toplanmış beş-altı kişilik oyuncu kadrosunun kendi aralarındaki diyaloglarıyla geçiyor. İngiliz mizahını sevsem de, bu çenesi fazla düşük senaryoyu ben pek komik bulamadım. Bir sistem eleştirisi yapmaya soyunan hikayede dönemin Beriya, Kruşçev,  Malenkov gibi politbüro üyeleri öylesine karikatürize ve abartılı çizilmiş ki, bir siyasi hiciv olarak da filmi ciddiye almak mümkün değil.

Benim Notum: 5 / 10  

23 Mart 2018

25. Visages villages


Bu sene En İyi Belgesel dalında Oscar'a aday olan Visages Villages (Faces Places), 89 yaşındaki efsanevi Fransız kadın yönetmen Agnes Varda ile torunu yaşındaki fotoğrafçı ve enstalasyon sanatçısı JR'ın birlikte Fransa'nın köylerine yaptıkları seyahatleri anlatıyor. Bu seyahatler sırasında Varda ve JR bir yandan o köylerden ilginç hikayeler ortaya çıkarırken, bir yandan da gittikleri yerlerde görüştükleri insanların portre fotoğraflarını çekip, bu resimleri dev boyutlarda evlerin, su depolarının, dükkanların ve diğer binaların cephelerine yerleştiriyorlar. Bu asla televizyondaki seyahat programları gibi "gezelim görelim" tadında bir belgesel değil. Visages Villages sanatın gücünü iliklerimizde hissettiren etkileyici bir yolculuk. Bu sempatik ikili yeni yüzler ve mekanlar ile tanıştıkça, biz de sanki geçip giden zamanın anlamı, hafızanın değeri ve emeğin onuru gibi kavramlar üzerine düşünmeye davet ediliyoruz. Güce ve zenginliğe tapan bir dünyada, sıradan hayatları daha fazla takdir etmeyi öğreniyoruz. Agnes Varda, altın yıllarının bilgeliği içinde, samimi, eğlenceli ve son derece genç ruhlu bir sinemacı. Ve ideal bir yol arkadaşı. Bu film vasıtasıyla onunla tanışmanın coşkusunu yaşarken, giderek görme duyusunu kaybettiğini ve bunun belki de onun son filmi olduğunu öğrenmek içimizi burkuyor. Ama bu film (ve ta 1955'den beri ürettiği onlarca eser) onun adına geleceğe bırakılmış ne güzel bir miras!.. 

Benim Notum: 7,5 / 10

22 Mart 2018

24. Red Sparrow

Geçen sene Charlize Theron'un seksen sekiz adamı patakladığı Atomic Blonde tarzı bir ajan aksiyonu seyredeceğiz diye Red Sparrow'u izlemeye gidenler ummadıkları bir ters köşe yaşayabilirler. Jennifer Lawrence'ın bol bol arz-ı endam eylediği filmde ajan var ama aksiyon yok. Halbuki The Hunger Games'in son üç bölümünü (Catching Fire, Mockingjay - Part 1, Part 2) çeken yönetmen Francis Lawrence, o filmlerde aksiyon sinemasına yatkınlığını ispat etmişti bizlere. Burada ise soğuk savaş gerilimi yapayım derken donmuş kalmış. Film aslında fena da başlamıyor. Bolşoy Balesi dansçılarından biri olan Dominika Egorova, sahnede geçirdiği bir kaza sonrası bale kariyeri sona erince, Rus gizli servisinde çalışan amcasının ön ayak olmasıyla devlete ajan yetiştiren Serçeler kod adlı özel bir programa dahil oluyor. Programı bitirince de ilk görev yeri olarak, bir CIA ajanını ortaya çıkarmak üzere Budapeşte'ye gönderiliyor. O ana kadar "ne olacak acaba" diye belli bir merakla takip ettiğimiz film, işte o noktadan itibaren yokuş aşağı inmeye başlıyor. Filmin bundan sonraki iki saatlik süresinin neredeyse tamamı kapalı mekanlarda, apartman dairelerinde, otel odalarında yapılan konuşmalarla geçiyor. Dominika hikaye boyunca sözde Moskova, Budapeşte, Londra arasında gidip geliyor, ama arada bir bu şehirleri tepeden göstermeseler başka şehre gittiğini hiç anlamayacağız. Çünkü hemen hemen dış mekanda çekilmiş hiçbir takip sahnesi, çatışma sahnesi, vesaire yok. Kapalı odalarda konuşmalar, entrikalar, ve tekrar konuşmalar... Hem Amerikan hem de Rus gizli servisleri arasında mekik dokuyan serçemizin taraf değiştirme sıklığı ikinci yarıda öyle baş döndürücü bir hal alıyor ki bir süre sonra artık kime karşı dürüst olduğunu, kime oyun oynadığını anlamamaya başlıyoruz. Senaryodaki bilinçli tercih gereği Dominika'nın neler planladığını, kafasından neler geçtiğini son ana kadar biz seyirciler bilmiyoruz. Ama bu durum karakterle bir duygusal bağ kurmamızı da engelliyor ve nihayetinde kim ölmüş kim kalmış artık umursamaz hale geliyoruz. Filmdeki işkence ve cinsel taciz sahnelerinin oldukça rahatsız edici olduğunu ve 18+ sınıflandırmasını gerçekten hak ettiğini de son bir not olarak ekleyeyim.

Benim Notum: 6 / 10 

20 Mart 2018

23. Foxtrot

İsrailli yönetmen Samuel Maoz'un geçen sene Venedik Film Festivali'nde Gümüş Aslan (Büyük Jüri Ödülü) alan filmi, askerdeki oğullarının ölüm haberini alan sorunlu bir ailenin yaşadığı yas süreci ile açılıyor. Yaklaşık yarım saat süren bu travmatik bölümün ardından zaman ve mekan tamamen değişiyor ve bu kez oğulları Jonathan'ın kuş uçmaz kervan geçmez ücra bir kontrol noktasındaki askerlik günlerini izlemeye başlıyoruz. Foxtrot, dansçının birkaç adım attıktan sonra başladığı noktaya döndüğü  bir dansın adı ve bu elbette filmde anlatılan hikayeye de bir gönderme içeriyor. Karakterlerin kaderle bir randevuları var ve ne yaparlarsa yapsınlar sonunda kendilerini aynı noktada buluyorlar; tıpkı Foxtrot'un ileri geri adımları gibi. Savaşın anlamsızlığı üzerine vurucu mesajlar verecek gibi görünen bir öykü, yönetmenin aşırı stilize tercihleri yüzünden içine girmesi zor bir hal almış. Örneğin çöldeki askerlerin anlatıldığı bölümde yönetmen Maoz çok uzun ve konuşmasız planlar eşliğinde, ıssızlığın ortasında yürüyen develer ve durup dururken silahıyla dansetmeye başlayan askerler gibi absürd sahnelerle sürrealizme biraz fazla dalıyor. Bu anlarda yönetmenin "sanat filmi yapacağım" tutkusu sanki biraz dikkati dağıtıyor ve filmin aleyhine işliyor.

Benim Notum: 6,5 / 10


18 Mart 2018

22. Phantom Thread

Magnolia ve There Will Be Blood gibi filmlerden hatırladığımız Paul Thomas Anderson'ın yönettiği Phantom Thread, 1950'lerin Londra'sında geçiyor. Sosyetenin ve İngiliz soylularının en çok tercih ettiği modaevinin sahibi, takıntılı ve aşırı titiz tasarımcı Reynolds Woodcock'ın hayatı, önceleri ilham perisi olarak görüp evine aldığı genç sevgilisi Alma'nın sonradan çetin ceviz çıkmasıyla birlikte alt üst olmaya başlıyor. Aktörlük hayatına bu filmle son verdiğini açıklayan (yine de belli olmaz diyelim) Daniel Day-Lewis her zaman olduğu gibi yine mükemmel bir performans ortaya koyuyor ve rolünün içinde kayboluyor. Onunla birlikte Oscar'a aday olan Lesley Manville de dominant kız kardeş rolünde hafızalarda yer ediyor. Ödül sezonunda pek fazla adı geçmese de, ben Alma rolündeki Lüksemburg'lu oyuncu Vicky Krieps'i de beğendim. Phantom Thread "kısık ateşte yavaş pişen" filmlerden. Bu nedenle ağır temposu bir kısım seyirciye sıkıcı gelebilir. Yaptığı işi inanılmaz bir tutkuyla icra eden, diktiği giysileri bir sanat eseri gibi görüp, onların hangi ortamlarda giyildiğine varıncaya dek takip eden bir terzinin beyninin içine girmek, o modaevindeki törensel iş dinamiklerine şahit olmak benim için ilginç bir deneyimdi. Kontrol manyağı Reynolds ile beklentilerin tersine sakin ve dirençli Alma arasındaki arızalı duygusal ilişkinin gerilimi de bir yere kadar insanı etkisi altına alıyor. Bir yere kadar diyorum, çünkü Reynolds'ın en sondaki "kadehinde zehir olsa, ben içerim bana getir" şeklinde özetlenebilecek tercihi bana pek inandırıcı ve ikna edici gelmedi. Yine de usta bir yönetmenden tablo tadında kadrajlar eşliğinde derinlikli bir psikolojik öykü izlemek isteyenler için ilgiye değer bir film Phantom Thread.

Benim Notum: 7 / 10

15 Mart 2018

21. Mudbound

Siyahi kadın yönetmen Dee Rees'in bu sene dört dalda (yardımcı kadın oyuncu, uyarlama senaryo, görüntü yönetmeni ve özgün şarkı) Oscar'a aday olan filmi Mudbound, 1940'larda Mississippi deltasındaki bir çiftlikte yaşayan biri zenci biri beyaz iki aileyi anlatıyor. İki ailenin de birer üyesi II.Dünya Savaşı'na katılıyor ve savaştan sonra eve döndüklerinde hem kasaba hayatına adapte olmakla hem de Amerikan kırsalını kavuran vahşi ırkçılıkla uğraşmak zorunda kalıyorlar.

Netflix yapımı Mudbound Amerika'da sinemalarda gösterime girmedi, sadece evlerde televizyon ekranından izlenebildi. En iyi görüntü yönetimi dalında Oscar'a aday olmuş bir filmin, bu dalda aday olan tarihteki ilk kadın görüntü yönetmeni Rachel Morrison'ın elinde çıkma, güzel görüntülerinin bir sinema perdesi yerine bir televizyonun küçük ekranına mahkum olması düşündürücü. Evde dizi izleme alışkanlıklarımızı değiştiren Netflix'in dizi sektörüne katkılarını alkışlasam da, sinema sektörüne de el atıp, "sinema salonunda film izleme" ritüelini sabote etmesini çok hoş karşılayamıyorum maalesef. Ama sanırım yapabilecek bir şeyimiz de yok, değişen teknolojiye adapte olmaktan başka... Neyse ki Türkiye'de film sinema salonlarında -çok az da olsa- gösterime girdi de, olması gerektiği gibi izleyebildik.

Bu "sektörün değişen dinamikleri" geyiğinden sonra gelelim filme. Hillary Jordan'ın bir romanından uyarlanan Mudbound'u izlerken, "herhalde romanı daha güzeldi" diye düşünmekten kendimi alamadım. Yönetmen Rees'in birçok yerde "romandaki duyguyu nasıl layığıyla filme aktarabilirim" diye cebelleştiği çok açık. Ama bunu yapayım derken, filmdeki karakterlerin görüntünün üstüne bir dış ses ile "anlatıcı" rolüne girmeleri sinema duygusunu zedeliyor.  Örneğin Carey Mulligan karakteri, bir yerde montajlanmış görüntüler üstüne "çiftlik hayatı zordur..." diye başlayan ve 3-4 dakika süren uzun bir tirad patlatıyor. Bu tür monologlar sinemanın altın kuralı "anlatma, göster" ilkesi ile çelişiyor. Yanlış anlaşılmasın, Mudbound iyi bir film, sadece "çok iyi" olmanın sanki kenarından dönmüş gibi. Hepsi birbirinden yetenekli kalabalık bir oyuncu kadrosu ellerinden geleni yapıyorlar. Steinbeck romanlarından fırlamışa benzeyen hüzünlü bir hikayeyi, etkileyici görüntüler eşliğinde anlatan yapım izlenir olmayı başarıyor.

Benim Notum: 7 / 10

13 Mart 2018

20. Call Me by Your Name

Geçen yıl katıldığı tüm festivallerden ödüller ve övgülerle dönen Call Me by Your Name, yaz tatillerini İtalya'daki villalarında ailesi birlikte geçiren 17 yaşındaki Amerikalı lise öğrencisi Elio'nun hikayesini anlatıyor. Bir arkeoloji profesörü olan babası her sene bir asistanını yazlık evlerinde misafir ediyor. O senenin (1983 yazı) piyangosu yirmili yaşlarındaki Oliver'a vuruyor. Elio, odasına el koyan Oliver'dan başlangıçta  rahatsız olsa ve onu biraz kıskansa da, yavaş yavaş onunla ilgilenmeye başlıyor.

İtalyan yönetmen Luca Guadagnino'nun filmi öncelikle beş duyumuzu harekete geçirmede son derece başarılı. Oyuncularla birlikte sanki biz de 1983 yazının kuzey İtalya'sında o kasabadayız. Yazın sıcağı sanki filmi izlerken yüzümüze vuruyor. Sanki sinek vızıltıları arasında bahçedeki o meyve ağaçlarının kokusunu biz de duyuyoruz. Filmin sinema dünyasına en büyük hediyelerinden biri de şüphesiz Timothee Chalamet. Bu sene Ladybird'de de izlediğimiz genç oyuncu, bakışlarıyla, mimikleriyle, samimi oyunuyla 17 yaşındaki yeniyetme Elio'nun masumluğunu ve özgüvensizliğini çok iyi geçiriyor izleyenlere. Sonda şömine başındaki uzun sahne ise, herhalde en duygusal jenerik akışı olarak yer edecek sinema hafızamızda.

Filmin tek tek ele alındığında gönül çelen yanları çok olsa da, toplamına bakıldığında anlatılan hikayenin beni pek o kadar etkilemediğini de söyleyeyim. Karakterlerin geçmişleri ile ilgili yeterince bilgi verilmemesinden mi, yaşadıkları ilişkide herhangi bir engel ya da çatışma olmamasından mıdır bilmem, ben pek kapılıp gidemedim Elio'yla Oliver'ın aşkına. O melankoliyi yakalayamadım. Birbirlerine açılamama durumu ilk başlarda hikayeye belli ölçüde bir merak duygusu katsa da, baklayı çıkarıp aşklarını özgürce yaşamaya başladıkları andan itibaren film de sanki patinaj yapmaya başlıyor. O çok konuşulan şeftali sahnesini ise son derece gereksiz ve sakil buldum. Vardır mutlaka bir metafor, ben anlayamadım diyelim.

Benim Notum: 6,5 / 10


11 Mart 2018

19. All the Money in the World


1973 yılında İtalya'da gerçekten yaşanmış bir çocuk kaçırma ve fidye pazarlığı vakasını konu alan All the Money in the World'ün kamera arkası hikayesi, başlı başına ayrı bir filme (mesela bir belgesele) konu olabilecek kadar ilginç. Filmin çekimleri, dünyanın gelmiş geçmiş en zengin adamı Jean Paul Getty rolünde Kevin Spacey'nin olduğu haliyle  2017 yılı başlarında tamamlanıyor, yaz aylarında post-prodüksiyon çalışmaları da bitiriliyor ve gösterim tarihi olan 22 Aralık  günü beklenmeye başlıyor. Hatta Kevin Spacey'li fragmanlar bile yayınlanıyor (şurada izleyebilirsiniz). Tam bu sırada, Ekim ayında Hollywood'da Kevin Spacey ile ilgili cinsel taciz iddiaları patlıyor ve sinema hatıralarımızdaki güzel yerini bir çırpıda yerle bir eden bu Amerikalı yıldız sektör tarafından aforoz ediliyor. Üzerinde Kevin Spacey lekesi olan bir filmi gösteremeyeceğini anlayan filmin efsanevi yönetmeni Ridley Scott (Alien, Gladiator) inanılması zor bir işe kalkışıyor: 8 Kasım 2017 tarihinde, yani filmin gösterime girmesine sadece altı hafta kala, filmdeki Kevin Spacey'li sahnelerin  tamamen silinip, aynı sahnelerin Christopher Plummer ile yeniden çekilmesine karar veriliyor. Hummalı bir çalışma programı çerçevesinde, filmin diğer aktörleri Michelle Williams ve Mark Wahlberg tatilden çağrılıyor, özel jetlerle çekim yerlerine uçuruluyor, İtalya'daki setler yeniden kuruluyor ve sekiz gün içerisinde yeni çekimler tamamlanıyor. Aralık ayındaki heyecanlı post-prodüksiyon telaşı da başarıyla atlatılıyor ve film 22 Aralık tarihine yetiştiriliyor. Çekim hikayesi ile ilgili ilginçlikler burada da bitmiyor: Son anda kadroya dahil olan ve rolüne sadece ve sadece dört günde hazırlanabilen 89 yaşındaki Christopher Plummer, bu filmdeki performansıyla Oscar'a ve Altın Küre'ye aday oluyor.

Bu son derece enteresan kamera arkası macerasını anlattıktan sonra gelelim filme... Öncelikle şunu söyleyeyim, Kevin Spacey'nin yer aldığı sahneler yeniden çekilecekmiş deyince, ben "herhalde toplam 10 dakikalık filan bir rolü var" diye düşünmüştüm. Hiç de öyle değil.  Filmde J.Paul Getty'li sahnelerin yoğunluğunu görünce, Ridley Scott'un ne kadar inanılmaz bir iş başardığı daha iyi anlaşılıyor. Üstelik de yukarıda anlattığım çekim hikayesini bilmeyen bir seyirci asla o sahnelerin yeniden çekildiğini hissetmez, filmin ilk hali böyleydi diye düşünür; "dikiş izleri" hiç farkedilmiyor çünkü. Adama boşuna "efsanevi" yönetmen denmiyor!..

Christopher Plummer değişikliği filmin hayrına olmuş. Ağır bir makyaj ve plastik yüz protezleri ile yaşlandırılan Kevin Spacey yerine, kendi doğal haliyle Jean Paul Getty'ye çok daha benzeyen bu emektar İngiliz aktör son derece etkileyici bir portre çiziyor ve filmin asıl kozu olup çıkıyor. Anne rolünde Michelle Williams da iyi. Filmin 1973 yılı atmosferini büyük bir titizlikle canlandıran sanat yönetimi ve Polonyalı usta Dariusz Wolski'nin görüntüleri başarılı. Tempo ikinci yarıda biraz sarksa da, insan ve para ilişkisini çarpıcı bir şekilde anlatan bu gerçek hikaye görmelere değer. 

Benim Notum: 7,5 / 10











5 Mart 2018

18. Lady Bird


Filmin kamera arkası notlarında şöyle bir bilgi var: Greta Gerwig'in yazdığı senaryonun ilk taslak hali tam 350 sayfaymış ve bu da altı saatlik bir filme tekabül ediyormuş. Lady Bird sona erip de perdede son jenerik akmaya başladığında "bu insanları altı saat daha olsa seyrederdim" diye düşündüm. Bir film bittiğinde "ah keşke bitmeseydi, biraz daha izleseydik" diyorsanız, o iyi bir filmdir. Greta Gerwig Oscar'a aday olduğu ilk yönetmenlik denemesinde işte bunu başarıyor.

Filmin konusu aslında çok da farklı, daha önce görmediğimiz bir öykü barındırmıyor: Kendine "Lady Bird" takma adını yakıştıran 17 yaşındaki lise son sınıf öğrencisi Christine, bir yandan devam ettiği katolik okulunda üniversite başvuruları yapıp, sıkıcı bulduğu Sacramento'dan kurtulmaya çalışırken, bir yandan da hiçbir konuda anlaşamadığı annesi ile tartışıp duruyor. Bu sıradan görünen hikaye, öylesine başarılı bir şekilde yazılmış ve öyle güzel yönetilmiş ki, bir süre sonra bir film izlediğinizi unutuyor, bu doğallığın içinde kaybolup gidiyorsunuz. O ailenin evinde salonda bir köşede sessizce oturmak, zaman zaman gidip Lady Bird'ü teselli etmek, "merak etme, tüm bunlar geçecek" demek istiyorsunuz.

Elbette Christine'in erkek arkadaşları da oluyor hikayenin akışı içerisinde; ama Lady Bird'ün merkezinde onun annesiyle olan ilişkisi var. Arada bir sevgi olduğu kesin, ama bu sevgi duygusu sürekli bir yargılama ve onaylamama halinin altında ezilip kalmış gibi. Film bu yönüyle kadın seyirciye daha yakın gelecek ve onlara mutlaka kendi anneleriyle ilişkilerini hatırlatacaktır. İkinci yarının ortalarında, sinemada arkamdaki sırada oturan genç bir kadın hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı (bu arada filmin en iyi komedi dalında Altın Küre aldığını hatırlatırım). Besbelli ki, kendi annesini hatırlamış ve yüreğine gömdüğü bazı pişmanlıklar ortaya çıkmıştı. Lady Bird öyle bir film, herkes mutlaka kendinden bir parça bulacak.

Bir filmin bizi etkilemesi için perdede anlatılan hikayenin illa büyük, tarihsel bir kişilik hakkında olması gerekmiyor; sıradan bir kişinin hayatı da aynı derecede çekici olabiliyor. Yeter ki hikayeyi anlatanlar becerikli olsunlar. Bu örnekte öyle.

Benim Notum: 8 / 10





1 Mart 2018

17. The Florida Project

Florida'daki Walt Disney World'ün hemen yanıbaşında bir motelde, evsiz, işsiz ve sorumsuz annesi ile birlikte yaz tatilini geçiren altı yaşındaki Moonee'nin öyküsü. Yetişkinlerin dünyasında yalnızlık ve yoksulluk çeşitli zorlukları ve acıları beraberinde getirse de, sanki paralel bir evrende, büyülü bir şatoda ("Magic Castle") yaşayan Moonee ve arkadaşlarının tek dertleri daha çok eğlence, daha çok macera ve daha çok dondurmadır. Yönetmen Sean Baker, filminin büyük çoğunluğunu küçük kızın bakış açısıyla sunarken, arka plana yerleştirdiği ipuçlarıyla izleyicilerin gerçek dünyada neler olduğunu deşifre edebilmelerine de imkan sağlıyor. Büyüklerin dünyasında neler olduğunu anladığımızda da yaşanan trajedinin boyutu yüreğimizi burkuyor. Motel müdürünü canlandıran ve bu rolüyle yardımcı erkek oyuncu dalında Oscar'a aday olan Willem Dafoe dışında filmdeki tüm kadro isimsiz oyunculardan oluşturulmuş. Örneğin başrollerdeki anne-kızı oynayan Bria Vinaite ve Brooklynn Prince'in bu ilk sinema deneyimleri. Buna rağmen özellikle küçük oyuncu Prince'in performansı çok çarpıcı. Film birçok bakımdan bana geçen seneki American Honey'i hatırlattı. Tıpkı o filmde olduğu gibi burada da "Amerikan rüyası"nı yaşayamayanları görüyor, özellikle alt sınıfların karşı karşıya kaldığı geleceksizliği hissediyoruz.

Benim Notum: 7 / 10

27 Şubat 2018

16. The LEGO Ninjago Movie

Aynı sene içerisinde ikinci bir Lego filmine daha ihtiyacımız var mıydı, emin değilim. Tamam, 2014'teki ilk Lego filmi tam bir sürprizdi ve hem farklı mizah anlayışıyla hem şarkılarıyla eğlenceliydi. 2017'deki Lego Batman filmi de yaslandığı muazzam Batman külliyatının ekmeğini yiyordu. Ama artık üçüncü filmde aynı tarzda espriler orjinalliğini yitiriyor ve bıkkınlık yaratmaya başlıyor. Yapım ekibi bu kez Cartoon Network'te yayınlanan Ninjago animasyon dizisinin karakterlerini kullanarak bir macera çekmişler. Elbette bu Batman'e göre çok daha az bilinen ve daha çok çocukların bağlantı kurabileceği bir malzeme olmuş. Üç yönetmen (Charlie Bean, Paul Fisher ve Bob Logan) ve dokuz kişilik bir yazarlar ordusuna rağmen, ortaya çıkan ürünün bu kadar az yaratıcı fikir içermesi şaşırtıcı. Bütçe yetmediği için mi ya da aceleye getirildiğinden mi bilmem, filmin görselliği de ilk iki filme göre daha zayıf. Sonuç olarak Lego Ninjago'nun bir hayal kırıklığı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. İlk filmlerde başarıyı getiren formül artık yorgunluk belirtileri gösteriyor.

Benim Notum: 5 / 10

25 Şubat 2018

15. A Bad Moms Christmas

2016'da gösterime giren Bad Moms, yetişkin hayatları boyunca "mükemmel anne" olmak için debelenen üç kadının bir gün canlarına tak edip her şeyi salmalarını ve "sefamız olsun" tadında bol bol eğlenmelerini anlatıyordu. Bu yeni devam filmi ise neredeyse aynı fikri Noel hazırlıkları teması için kullanıyor. Aynı filmi yeniden çekmişler demesinler diye bu kez üç kadının anneleri de senaryoya dahil oluyor. Her ne kadar ilk filme göre anne sayısı iki katına çıksa da, güldüren espri sayısı -artmak şöyle dursun- yarı yarıya düşüyor (ki ilk film de o kadar komik değildi bir taraftan). Bu gürültülü bulamaçın Amerika'da 73 milyon dolar gişe yaparak yeni kötü anne filmlerine kapı aralaması ise, ortalama Amerikan sinema seyircisinin mizah anlayışı hakkında pek iyi şeyler düşündürtmüyor.

Benim Notum: 4 / 10


24 Şubat 2018

14. Loving Vincent

Bu senenin en iyi animasyon dalında Oscar adaylarından Loving Vincent, bir yandan Van Gogh'un gizemli ölümü ile ilgili polisiye bir öykü anlatırken, bir yandan da bu talihsiz ressamın acılarla dolu hayatından kesitler sunuyor. Loving Vincent Türkiye sinemalarında aslında bir "sanat filmi" için eşine az rastlanır bir başarıya imza attı. 29 Aralık'ta gösterime giren film, tam dokuz hafta gösterimde kaldı; şu satırların yazıldığı 24 Şubat tarihi itibarıyla üç büyük şehirde hala izlenebiliyor. Bunun herhalde en büyük nedeni filmin çekim tekniğinin seyirciye ilginç gelmesi. Filmde yer alan 65,000 karenin her biri, 125 ressamdan oluşan bir ekip tarafından 6 yıl süren bir emeğin sonucunda, Van Gogh'un kendi tekniği kullanılarak, yani tuvalin üzerine yağlı boya resimlerle oluşturulmuş. Öyle ki, eğer dikkatle bakılırsa bir karede boyaya yapışıp kalmış bir sinek farkedilebiliyormuş (ben farketmedim). Bu farklı teknik, capcanlı resimler eşliğinde ilk 15 dakika ilginç gelse de, sonrasında bu "gimmick"in büyüsü yavaş yavaş azalmaya başlıyor. Çünkü perdede anlatılan zorlama polisiye hikaye yeterince merak uyandırıcı değil. Van Gogh'un tabloları hareketlense nasıl olurdu sorusunun cevabı çok ilginç olsa da, onu öldüren kurşun kime aitti sorusunun cevabı pek o kadar değil.

Benim Notum: 6,5 / 10

23 Şubat 2018

13. I, Tonya


Tam da Güney Kore'de kış olimpiyatlarının devam ettiği şu günlerde gösterime giren I, Tonya 1994 kış olimpiyatları öncesinde benim de haber bültenlerinden hayal meyal hatırladığım bir olayı ve o olaydan yola çıkarak Amerikalı buz pateni sporcusu Tonya Harding'in hayatını anlatıyor. Olimpiyatlara birkaç hafta kala, Tonya Harding'in en büyük rakibi diğer bir patenci Nancy Kerrigan'a, diz kapağını kırmaya yönelik bir saldırı gerçekleştiriliyor. Her ne kadar Kerrigan saldırıyı yara almadan atlatsa da, saldırıyı planlayanın Tonya Harding'in eski kocası olduğu ortaya çıkınca, şüphe ve nefret okları Tonya'ya yönelmeye başlıyor.

Avustralyalı yönetmen Craig Gillespie'nin sahte belgesel formatında çektiği film enerjik kurgusu ve son derece aptal karakterleriyle daha çok bir kara komedi gibi sunulsa da, aynı zamanda Tonya'nın aile ve evlilik hayatında yaşadığı derin trajediyi gözler önüne seren travmatik bir gerçek yaşam öyküsü. Annesi, kızını fiziksel zorlama ve psikolojik istismar kullanarak yönlendiren soğuk bir canavar. Kocası deseniz Tonya'yı kum çuvalı olarak gören dengesiz bir psikopat. Filmin unutulmaz repliklerinden birinde Tonya şöyle diyor: "Kerrigan'ın bacağına bir kez dokundular, kız manşet oldu; ben ise her gün dayak yiyorum, kimsenin umurunda değil".

Paten sahnelerinin çoğunda kendisi oynayan (meşhur "üçlü axel" hareketi için ise dijital efekt kullanılmış) Margot Robbie elinden geldiğince rolüne asılıyor. Yalnız keşke Tonya'nın 15 yaşındaki hali için başka bir genç kız bulsalarmış. En az 10 yaş büyük gösteren haliyle Robbie bu sahnelerde çok sırıtıyor ve hiç inandırıcı durmuyor. Oyunculuk övgülerinde şüphesiz aslan payı anneyi canlandıran Allison Janney'e... Bu sene en iyi kadın oyuncu Oscar'ını alacağını düşündüğüm Janney, zincirleme sigara içen bencil, kaba, kibirli LaVona rolünde unutulmaz bir performans sergiliyor.

I, Tonya kıskançlığın, rekabetin ve sınıf savaşının dayanılmaz yıkıcılığını, yer yer alaycı bir tavırla ama bazen de beklenmedik bir duygusallıkla anlatan, popüler kültürden etkileyici bir kesit.

Benim Notum: 7,5 / 10

  

20 Şubat 2018

12. The Shape of Water


1960'larda Baltimore'daki devlete ait gizli bir araştırma merkezine, Amazonlarda yakalanmış yarı insan yarı balık bir yaratık getiriliyor. Tesisin askeri yetkilisi yaratık üzerinde acımasız deneyler yaparken, aynı yerde temizlik görevlisi olarak çalışan dilsiz kızımız Elisa bu "kara gölün canavarı"na karşı ilgi duymaya başlıyor.  Beauty and the Beast anlatısının farklı bir versiyonu diyebileceğimiz film, temelinde aslında bir aşk hikayesi. Ancak kariyeri boyunca filmlerinin arasına korku dolu fanteziler yerleştirmeye hep meyilli olan Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro, burada da kanlı ve ürkünç sahnelerden uzak durmamış. Yani "Güzel ve Çirkin'e benziyormuş" deyip de çocukları götürmeyin :) Yetişkinlere yönelik bu masal aynı zamanda eski filmlere yazılmış bir hasret mektubu. Elisa'nın evi bir sinema salonunun hemen üstünde ve gerek alt kattan gelen seslerle, gerekse de komşusu Giles ile sürekli izledikleri televizyon ekranından taşan görüntülerle Hollywood'un altın çağı sürekli filmin içinde.  

Utangaç "komşu kızı" halleriyle Elisa karakterinin kırılganlığını çok iyi yansıtan İngiliz oyuncu Sally Hawkins, film boyunca tek bir kelime etmemesine rağmen, bütün anlatmak istediklerini seyirciye geçirmeyi başarıyor. Sally Hawkins bu role hazırlanırken, aylarca Charlie Chaplin ve diğer sessiz film yıldızlarının performanslarını izlemiş ve duyguların jest ve ifadelerle nasıl aktarıldığını keşfetmeye çalışmış. Tıpkı Hawkins gibi Oscar'a aday olan, babacan komşu rolündeki Richard Jenkins de çok iyi. Kötü adam Michael Shannon ve zenci kız arkadaş Octavia Spencer ise basmakalıp yazılmış rollerinde ellerinden geleni yapmışlar.  

Oscar yarışındaki filmlerden Three Billboards'u daha çok sevsem de, The Shape of Water'ın neden tam 13 dalda birden aday olduğunu da anlayabiliyorum. Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro (Pan's Labyrinth, Hellboy) bu projeyi belli ki otuz yıllık yönetmenlik kariyerinin zirvesi olarak görmüş, her ayrıntısına çok emek harcamış. The Shape of Water'da görüntü, müzik, kostüm, prodüksiyon tasarımı çalışmalarının her biri ayrı ayrı birinci sınıf. Del Toro'nun filmi macera ve gerilim sosunun altında hoşgörüsüzlüğü eleştiren, sevgiyi ise her şekli ve kılığıyla yücelten duygusal bir aşk masalı.

Benim Notum: 8 / 10

17 Şubat 2018

11. Black Panther


Marvel iyi yönetmenlerle çalışmaya ve bunun meyvelerini almaya devam ediyor. Geçen sene "yılın en iyileri" listeme girmiş Creed'in yönetmeni Ryan Coogler, o filmin başrolündeki Michael B. Jordan'ı ve müziklerden sorumlu Ludwig Göransson'u da yanında getirerek, Marvel dünyasına dalmış. Kendini tüm dünyadan gizlemeyi başarmış, zengin ve teknolojik olarak çok üstün Afrika ülkesi Wakanda'nın kralı ölünce, oğlu T'Challa tahta geçmek üzere evine geri dönüyor. Ama ülkenin nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda farklı düşünen ve tacı ele geçirmek isteyen bazı kötü niyetli akrabalar işleri karıştırıyor. 

Şüphesiz Black Panther Marvel sinematik evreninde oldukça farklı bir yerde duruyor. Bir kere bu neredeyse tüm oyuncuları siyahi olan ilk süper kahraman filmi. Konu olarak da diğer Marvel filmlerinden farklılaşıyor: uzaydan gelen ve dünyayı yok etmek isteyen sonsuz güçlere sahip şeytani bir varlık yok filmin kötüsü olarak karşımızda. Tam tersi, filmin kötü adamı kendi ifadesiyle "Oakland'da yetişmiş bir zenci çocuk" (bu arada filmin yönetmeni Ryan Coogler da Oakland'dan). Meselesi de kıyameti getirmek değil, son derece kişisel bir derdi var.  Michael B. Jordan'ın başarılı oyunu ve iyi yazılmış bir senaryo sayesinde Killmonger'ın neden bu hale geldiğini anlıyor, hatta belki ona sempati de duyuyoruz. Bu iyi çizilmiş karakter gelişimleri övgüsü filmdeki irili ufaklı tüm roller için de tekrarlanabilir. 

Diğer Marvel filmlerinin aksine, Black Panther'da illa Marvel evreninden bir konuya bağlayalım, diğer maceralardan bir karakteri alalım bu öyküye dahil edelim telaşının olmamasını da ben ayrıca beğendim. Bu, başı sonu belli olan ve kendi ayakları üstünde durabilen bir hikaye. Hatta bir iki ufak değinme olmasa, Black Panther'ın Hulk, Thor, Iron Man ve diğerleriyle aynı evrende olduğunu bile düşünmezsiniz. Dolayısı ile, daha önce hiç Marvel filmi izlememiş ya da çizgi romanı okumamış olsanız da filmden keyif alabilirsiniz.

Black Panther ayrımcılığı, milliyetçiliği ve emperyalizmi reddeden politik tavrıyla özellikle Amerika'daki siyahi nüfus arasında bir kültürel fenomene de dönüştü. Bilet parasını cebinden karşılayıp, tüm sınıfını bu filmi izlemeye götüren zenci öğretmenler gördüm yabancı haber bültenlerinde. Neyse ki işin sosyolojik hengamesi bir tarafa, sinemaya dair temel nitelikler bakımından da iyi yazılmış, iyi çekilmiş ve iyi oynanmış bir yapım var karşımızda.  

Benim Notum: 8 / 10

15 Şubat 2018

10. Darkest Hour

Joe Wright'ın (Atonement, Hanna) yönettiği Darkest Hour, 1940 Mayıs'ında  Winston Churchill'in başbakanlığa atandığı ilk bir ayı anlatıyor. II.Dünya Savaşı'nın başlangıç günlerine denk gelen bu süreçte Churchill, Avrupa'yı istila eden Adolf Hitler'le pazarlık yaparak uzlaşmak veya gözünü karartıp savaşa girmek arasında bir karar vermek durumunda kalıyor. Gary Oldman'ın tanınmayacak derecede ağır bir makyaj altında (önceden bilmeseniz "filmde Gary Oldman oynuyor" demezsiniz) Churchill'i canlandırdığı bu performans, çok fazla "Oscar oltası" kokuyor. Gerçi Akademi üyeleri büyük olasılıkla oltaya gelecek ve Oldman bir sürpriz olmazsa bu sene en iyi erkek oyuncu ödülünü alacak; ama ben bu derece katır kutur teatral oyunlardan çok fazla hoşlanmıyorum. Churchill'in bir metro vagonunda "halkın arasına karıştığı" sahnedeki plastik hamaset duygusu da filmden aldığım keyfi bir miktar zedeledi. Benim için filmi ilgi çekici kılan, tarihin akışını değiştirecek kadar kritik bir öneme sahip bir döneme pencere açması ve Londra'nın parlamento salonlarında, savaş odalarında geçen konuşmalara şahitlik etmemizi sağlamasıydı. Film aynı zamanda geçen senenin en başarılı yapımlarından Dunkirk'te anlatılan büyük tahliye operasyonunun perde arkasını göstermesi bakımından da ilginç. Evde yapılacak II. Dünya Savaşı temalı bir sinema gecesinde, önce Dunkirk sonra da Darkest Hour'ı izlemek iyi bir fikir olabilir.

Benim Notum: 6 / 10

12 Şubat 2018

9. Three Billboards Outside Ebbing, Missouri


Three Billboards Outside Ebbing Missouri az ama öz film çeken İngiliz yazar/yönetmen Martin McDonagh'ın kariyerindeki sadece üçüncü filmi. Bundan önceki filmleri 2012 yapımı Seven Psychopaths ve 2008 yapımı, kendine has bir hayran kitlesi oluşturmuş olan, In Bruges. Önceki iki filminde komedi unsuru daha ön plandayken, McDonagh bu kez yoğun bir dramı kaleme almış. Ama arada kara mizah anları da yok değil. Bir cinayete kurban giden kızının katillerini bulma konusunda oturduğu kasabanın polisinin yeterince çaba göstermediğine inanan bir anne, Mildred Hayes, kamuoyunun dikkatini çekmek için alışılmadık bir yönteme başvuruyor ve kasaba çıkışındaki üç ilan panosuna direkt polis şefini hedef alan ifadeler koyduruyor. Elbette bu küçük kasabada herkes birbirini tanıyor, ve söz konusu billboard'ların uygun olmadığını düşünen ahali Mildred'a karşı tavır almaya başlıyor.

Amerika'daki bir karayolu seyahati esnasında gerçekten de yol kenarında çözülmemiş bir cinayet ile ilgili billboard'ları görerek bu hikayeyi yazmaya karar veren Martin McDonagh'ın kafasında daha senaryo yazım aşamasında Mildred Hayes karakterini Frances McDormand'a oynatmak varmış. Eşi Joel Coen'in de araya girmesiyle McDormand'ı ikna etmek zor olmamış. Ta 21 yıl önce Fargo ile gönüllerimize taht kurmuş ve o filmdeki performansı ile bir de Oscar kazanmış olan bu çok yetenekli aktris, bir kez daha rolünün içine tam anlamıyla yerleşiyor ve Mildred karakterini sahipleniyor. Bu senenin Oscar adayları arasında da şu anda açık ara önde. Sadece o değil, polis memuru Dixon rolünde Sam Rockwell de bence ödülün favorilerinden. (Sonradan gelen EDIT: Evet, hem McDormand hem de Rockwell Oscar'ı aldılar)

Kuşkusuz filmin en güçlü yanı Martin McDonagh'ın keskin kalemi. Tüm karakterler çok iyi yazılmış ve hikaye asla tahmin edemeyeceğiniz sapaklara dalıyor. Kimse yüzde yüz iyi, ya da yüzde yüz kötü değil. Başta "cehennemin dibini boylasın" dediğiniz bazı karakterlere, filmin sonunda sempati duyarken bulabiliyorsunuz kendinizi. Polis şefi Willoughby'nin eşine yazdığı mektup ise, herhalde filmlerde okunan mektupların en güzeli olarak kalacak hafızamızda. Öfkeye öfkeyle, nefrete nefretle yanıt vermenin beyhudeliğini muhteşem oyunculuklar ve kafamızı karıştırmaktan çekinmeyen bir senaryoyla anlatan çok iyi bir film. 

Benim Notum: 8,5 / 10

   

10 Şubat 2018

8. The Mountain Between Us

Bir uçak kazası sonrasında karlı dağların tepesinde mahsur kalan ve daha önceden birbirlerini hiç tanımayan bir kadın ve bir erkek, bir yandan çok zorlu kış şartlarında hayatta kalmaya çalışırken, nasıl oluyorsa artık, romantizme de vakit bulabiliyorlar. Kate Winslet ve Idris Elba gibi iki yüksek kalibreli oyuncuyu başrollerde barındıran The Mountain Between Us, kötü bir yönetim ve kötü yazılmış diyalogların bir filmi nasıl raydan çıkarabileceğinin klasik bir örneği. Bir sahneyi misal olarak anlatmak gerekirse, dağın başında uçak kabininin içinde bekledikleri bir anda Idris Elba'nın karakteri durup dururken sinirleniyor ve Kate Winslet'e küsüyor. Kağıt üzerinde aslında kapalı ve dar bir mekanda uzun süre bekledikleri için gergin olmaları tasarlanmış, ama yönetmen bize o ortamda ne kadar zaman geçirdiklerine dair hiçbir malzeme sunmadığı için bu çemkirme anı çok alakasız kaçıyor. Bir de filmin hiçbir anında bu iki insan bir yaşam mücadelesi veriyormuş gibi hissetmiyoruz, sanki dağlarda laylaylom bir kar tatiline çıkmış gibiler. Bir de yanlarında bir köpek var, onun ne yediği, o kadar gün nasıl hayatta kaldığı belli değil. Daha önce festivallerde birkaç filmi ile başarılı olmuş Filistinli yönetmen Hany Abu-Assad bu ilk yüksek bütçeli Hollywood projesinde ne yazık ki tıkanıp kalmış. Hem bir hayatta kalma hikayesi, hem de bir aşk hikayesi olacağım diye yola çıkan film, sonuçta hiçbiri olmayı beceremiyor.

Benim Notum: 5 / 10

8 Şubat 2018

7. Aus dem Nichts

Fatih Akın geçen sene Elveda Berlin (Tschik) ile "mutlu ve güneşli" sularda dolaştıktan sonra, kendisini üne kavuşturan sarsıcı dram türüne geri dönüyor. Ama o eski formuna kavuştuğunu söylemek abartı olur. Aus dem Nichts (Paramparça) her ne kadar bu sene en iyi yabancı film dalında Altın Küre almış olsa da, Fatih Akın sinemasında bir Duvara Karşı ya da Yaşamın Kıyısında kadar müstesna bir yerde değil. Bir bombalı saldırı sonucu eşini ve oğlunu kaybeden ve hayatı alt üst olan Katja'nın önce matem sonra da intikam alma sürecini anlatan Aus dem Nichts, perdeye yansıtılan başlıklarla bölünmüş üç ana segmentten oluşuyor  (1.Aile, 2.Adalet 3.Deniz). İşin kötüsü, bölümler ilerledikçe seviye zirveye doğru çıkacağına gittikçe düşüyor. Saldırıdan hemen sonraki günleri anlatan ilk bölüm çok etkileyici ve "işte Akın yine karın boşluğumuza yumruğu çakmış" dedirtiyor. Bitmek tükenmek bilmeyen mahkeme sorgulamalarını anlatan ikinci bölüm fazla yüzeysel ve monoton. Üstelik yalancı şahitlik yaptığı çok belli olan bir tanığa rağmen mahkemenin verdiği karar inandırıcılığı zorluyor. Tamamı Yunanistan'da geçen son bölüm ise "buna gerek var mıydı" diye sordurtuyor. Katja'nın dramını ve çaresizliğini çok iyi yansıtan ve bu performansıyla Cannes'da en iyi kadın oyuncu ödülünü hak ederek alan Diane Kruger filmin gerçek yıldızı olarak parlıyor. Bir zamanlar Troy'un Helen'i olarak tanıdığımız bu Alman oyuncu kendi anadilinde oynadığı bu ilk başrolde filme çok şey katıyor. Açıkçası Paramparça'yı ben daha çok sevmek istedim, ama Fatih Akın'ın ilk bir saatten sonraki tercihleri biraz hevesimi kursağımda bıraktı. 

Benim Notum: 7 / 10

6 Şubat 2018

6. Jumanji: Welcome to the Jungle

Rahmetli Robin Williams'ın başrolünde oynadığı 1995 yapımı ilk Jumanji filminde, Monopoly tarzı zarlı kutulu bir aile oyunu olan Jumanji'deki figürler (gergedanlar, filler, zebralar, vesaire) gizemli bir şekilde dünyamıza geliyordu. Pek devam filmi denilemeyecek Welcome to the Jungle'da ise dört lise öğrencisi kendilerini Jumanji adlı bir video oyununun içinde buluyorlar ve bu sanal alemden kurtulmaya çalışıyorlar. Seksenlerin ünlü senaryo yazarı ve yönetmeni Lawrence Kasdan'ın oğlu Jake Kasdan'ın yönettiği film Amerika'da sürpriz bir gişe başarısı elde etti. Gösterime gireli yedi hafta olmasına rağmen, şu anda Amerika box office listesinde hala 1 numarada ve toplam hasılatı da 400 milyon dolara doğru gidiyor. Bana sorarsanız öyle çok matah bir tarafı da yok. Liseli gençlerin video oyununda gerçek hayattaki karakterlerine tamamen zıt  avatarlarla yer almaları filmin en parlak fikrini oluşturuyor. İri gövdesine rağmen cesaretten uzak bir karakteri canlandıran Dwayne Johnson'ın kendi gösteri dünyası şahsiyeti ile dalga geçtiği sahneler çok eğlenceli. Gerçek dünyada alımlı bir genç kız iken, oyun dünyasında sarsak bir bilim adamına dönüşen Bethany'ye hayat veren Jack Black de başarılı. Ama o kadar. Bu bireysel pırıltılar maalesef geriye kalan vasat aksiyon-komedi filmini kurtarmaya yetmiyor. 

Benim Notum: 5,5 / 10

4 Şubat 2018

5. Maze Runner: The Death Cure

Maze Runner serisinin bu son halkasında genç kahramanımız Thomas öncülüğündeki başkaldırı hareketi kötü şirket WCKD'ın elindeki arkadaşları Minho’yu sistemin karargahı konumundaki ‘Son Şehir’den kurtarmak üzere bir operasyona soyunuyorlar... İki sene önce izlediğim serinin bir evvelki bölümü The Scorch Trials aklımda o kadar az yer etmiş ki, bu üçüncü macerayı izlerken sürekli kendimi "bu çocuk kimdi, bu kız onlara nasıl ihanet etmişti" diye sorarken buldum. Haksızlık etmeyeyim, The Death Cure baştaki ve sondaki iyi çekilmiş aksiyon sahneleri ile ilgiyi biraz olsun ayağa kaldırmayı başarıyor. Ama toplamına bakıldığında, ipe sapa gelmez hikayesiyle ve iki buçuk saatlik fazla uzatılmış süresiyle yine gazı kaçmış bir "yeni yetme distopyası"na dönüşmekten kendini kurtaramıyor.

FRAGMAN

Benim Notum: 5 / 10